Actions

Work Header

Chasity

Summary:

Kim Regulus Black'in Lily ve James Potter'ın kızını büyüteceğini tahmin edebilirdi ki?

Notes:

(See the end of the work for notes.)

Chapter Text

Regulus kırk yıl düşünse yirmi yaşında ölümü kıl payıyla es geçip, abisinin (artık ölü olan) en yakın arkadaşının kızını yetimhaneden kaçırarak ona babalık etmek gibi absürt bir duruma düşeceğini tahmin edemezdi.

 

İnferilerle dolu o iğrenç yerden can havliyle nasıl kaçtığını bilmiyordu bile, tek bildiği sisli hafızasında hayal meyal anımsadığı; animagus formunda karaya vurması ve kendini ölü göstermesi gerektiğiydi.

 

Regulus aile kurmayı hiç düşünmemişti bile. Ebeveynlerine benzemekten korkması bir yana, kendini gerçekten baba olarak göremiyordu. Empati duygusu çok da iyi değildi, biraz da bencildi. Çok sorumlu sayılmazdı, işkolik deseler yeri vardı. Çocuklarla nasıl ilgilenmesi gerektiğini bilmiyordu bile!

 

Kucağındaki kız çocuğuna dikti gözlerini, daha kendine bakamazken nasıl bakacaktı ki ona? Daha kendisi büyüyememişken bir çocuğu nasıl büyütecekti?

 

En azından kız, kardeşinin aksine bakımı biraz daha kolay bir yaştaydı.

 

Kucağında kaçırdığı bebekle (böyle söyleyince tuhaf hissetse de gerçek buydu) beraber aklına o sırada yardım edebileceğine güvendiği tek kişiye gitti, kuzeni Andromeda.

 

Andromeda'nın bir kızı olduğunu biliyordu, yıllardır kuzenini görmemiş olsa da gerek, Sirius gerek çevreden bir şeyler öğrenmişti. Kız on yaşını geçkin olmalıydı, belki on bir ya da on iki? Hogwarts'taydı şu an büyük ihtimalle.

 

Andromeda'nın evi mütevazıydı, Black soyundan geldiğini tahmin etmek aileyi tanıdığınız sürece imkansız gibi bir şeydi. Bahçenin üstüne çalışıldığı belliydi, bitkilerin acemi budanmasına bakılırsa büyük ihtimalle kuzeninin muggle doğumlu eşinin büyü kullanmadığı hobisiydi.

 

Regulus bitkilerle pek anlaşamazdı, kaktüsler hariç. Diğer kuzeni Cissy bu yüzden bikilerine yaklaştırmazdı onu, bitkiler için bir ruh emici tarzı bir şey olduğunu iddia ediyordu, haksız da sayılmazdı. Profesör Sprout'tan özellikle aldığı yönergelere göre baktığı sukulenti bile bir haftada solmuştu. Talimatları birebir uygulamasına rağmen...

 

En azından güvenilir kaktüsleri onu hala terk etmemişti, belki de o da bir kaktüsü andırdığı içindi.

 

Kapıda dikilmekten sonunda vazgeçerek zili çaldı.

 

Gecenin gerçek anlamında köründe, habersiz bitmek pek de onluk bir davranış sayılmazdı (özellikle çocukluğundan beri görmediği kuzeninin kapısında) ancak durum aşikar olunca yapacak çok da tercih yoktu.

 

Zili ikinci kez çalmaya yeltenecekken kapı uyku mahmuru bir çift gözle karşı karşıya getirecek şekilde açıldı Regulus için.

 

Kendisini daha önce hiç görmemiş olsa da karşısındaki adamın Edward 'Ted' Tonks olduğunu fark etmişti. İçinden sevinç nidaları yağdırıyordu, evi bulmayı başarabilmişti - ki bu da büyük bir başarıydı onun için.

 

Tonks gecenin gerçek anlamda köründe kapısına dayanmış genç adamı görünce afalladı, bu adamı daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen görünüşüne bakarak aşağı yukarı eşinin akrabası olduğunu tahmin edebiliyordu.

 

Sonra kucağındaki çocuğu fark etti. Daha biraz önce aklında olan bütün soru işaretleri uçup gitmişti, zaman kaybetmeden eşine seslendi.

 

Black aile fertlerine (Sirius ve Alphard amca hariç) zerre güveni olmasa da küçücük bir bebeği buna kurban edecek değildi.

 

Andromeda gecenin bu saatinde hiçbir aile üyesinin çıkageleceğini tahmin etmezdi, bir yılı aşkın süredir ölü bildiği kuzeni ise aklının ucundan bile geçmezdi.

 

Kapıya vardığında çivi gibi çakıldığı, kaşlarını çattı ve (her ne kadar şu an ölüden farksız gözükse de) kanlı canlı olan kuzeninin suratına dikti Black ailesinin mirası olan gri gözlerini.

 

Regulus, kucağında battaniyelere sararak resmen kozaladığı bebeğe kendini siper ederken Kasım yağmurundan nasibini almış, siyah saçları alnına yapışmış, soluk benzi yağmurun serinliğiyle mümkünse daha da solarak ona cesedimsi bir görüntü veriyordu, Andromeda pek de haksız değildi onun yaşayıp yaşamadığına emin olamayarak.

 

İkisi de hayatta olması üzerine tek bir kelime etmedi, Andromeda çok şaşırmış, Regulus ise hem çok yorgun hem de ne demesi gerektiğine emin değildi.

 

"Selam kuzen, biliyorum herkes öldüğümü zannediyor, cenazem falan düzenlendi; hatta annem ve babam kahrolup öldü ama ben aslında yaşıyorum, sürpriz!" diyemezdi ya...

 

Andromeda apar topar onu içeriye soktu, kafasında binlerce soru uçuşsa da ölü olması gereken birinin bu saatte görülmesinin pek iyi olmayacağını düşünebilecek kadar kafası yerindeydi.

 

İşin bir iyi yanı da (kendi açısından değil, kesinlikle Regulus'un açısından) ölü olması gereken kuzenini capcanlı görmenin yarattığı şokla tamamen afyonu patlamıştı.

 

Regulus kendinden normal şartlar altında beklemeyeceği bir özenle battaniyeleri sıyırdı bebeğin üzerinden.

 

Kızıl tüy tüy saçları kafasını kocaman bir şeftali gibi gösteriyordu, tombul yanakları da pek yardımcı olmuyordu.

 

"Bu yoksa..." diye geveledi Ted, aklından geçenleri söylemeye dili varmıyordu. Bebeğin siması fazla tanıdıktı.

 

"Aklından ne geçiyordu?" diye sordu eşi onun yerini alarak.

 

Yüzü aynı annesine benziyordu, kardeşi ne kadar hık demiş babasının burnundan düşmüşse o da o kadar annesine benziyordu.

 

Bu yüzden babasının 'küçük zambağı'ydı ya işte.

 

"Bilmem, zaten kurbanlık olarak yetiştirilecek bir çocuğa geç kalmışken öbürüne de kalmamak olabilir." dedi ve kaşlarını çattı. "Yetimhanedeydi Andy, o yaşlı bunak onu yetimhaneye bırakmıştı."

 

Küçük kızıl Regulus'un yanında, koltukta oturmuş etrafına bakıyordu, hala her şeyin şokunda olduğu her halinden belliydi. Çevresindeki olayları anlayabilecek yaştaydı ne de olsa.

 

Regulus çocuğun normalde şakır şakır konuştuğunu da biliyordu.

 

"Dumbledore'dan öyle bahsetmemelisin, eminim ki bir bildiği-"

 

"Andy, adam çocuklardan birini zamanı gelince kendine çekebilmek için öbürünü düşman etmeye çalışıyor. İkinci bir Voldemort vakası mı istiyorsun?" Sesi yorgunluktan daha boğuk ve kalın çıkıyordu.

 

Nasıl olmuştu da bir - iki senede bu kadar yaşlanmıştı? Yirmi yaşında mıydı, yoksa ruhu kadar yaşlı mıydı cidden bedeni de?

 

"Peki ne yapacaksın? Nasıl çocuk yetiştireceksin?" Andromeda tek nefeste ardı ardına sıraladı soruları, bir an duraksadı ve derin bir iç çekti, "Regulus, hayatta bile olmaması gereken birisisin söylenenlere göre, nasıl yaşıyorsun? Neredeydin? Neler oluyor?"

 

Gözleri kaygı ve endişeyle parlıyordu, şahit olduğu durum onu korkutmuyordu ama küçük kuzeninin hayatı onu ruhunun derinliklerine kadar ürpertiyordu.

 

Ted her ne kadar olayla (artık) alakalı olduğunu bilse de sanki olmaması gereken özel bir konuşmayı bölüyor gibi hissetmiş, gerilmişti. Gece gece bu kadarını hazmetmek zordu, açıkçası hala uyanık olup olmadığını da sorgulamıyor değildi.

 

"Ben çay yapayım, üşümüş olmalısın, kız da acıkmıştır eminim." diyerek mutfağa doğru giderek gözden kayboldu.

 

Regulus titreyen elini ıslak ama evin ısısıyla kurumaya başlamış saçından geçirdi ve,

 

"Çok fazla şey anlatamam, inan bana anlatmayı çok isterim ama sen ne kadar çok şey bilirsen o kadar tehlikeye girersin ve ben daha fazla kayıp verebilecek halde değilim Andy.." diye fısıldadı. "Tek bilmen gereken, yaşadığımı kimse bilmemeli, eğer yaşadığım öğrenilmesi gereken zamandan önce ortaya çıkarsa bütün kaybettiklerimiz, vazgeçtiklerimiz boşuna olur. İçin rahat olsun, iyi bir amacım var, uzun süredir de var zaten. Sadece bana güvenmen lazım."

 

Ellerini kenetledi ve kendini geri attı, koltuğa yaslandı.

 

"Nasıl bakacaksın Chasity'ye?" diye sordu gözleri Regulus'a odaklanmış bebeğe kayarak.

 

Regulus içeri girdiğinden beri ilk kez doğru dürüst çocuğa baktı,

 

"O yüzden buradayım ya Andy," dedi yüzünde oluşan hafif tebessümle. Yanlış anlamayın, komik bulduğu şey olayın absürtlüğüydü. "Bana en hızlı şekilde çocuk bakmayı öğretmelisin."

 

Andromeda bir önündeki bebeğe bir de kuzenine baktı, aynı cümlede yan yana gelmeleri bile komik olan bir ikiliydiler.

 

"Bunu sana kısa sürede nasıl öğretebilirim ki Reg? " Yüzünde inanamayan bir ifadeyle devam etti, "Çocuğu koruyucu bir aileye vermek varken ona bakmayı seçmen beni şaşırtıyor. Ölümden dönmek seni değiştirmiş."

 

Regulus çocuğa döndüğünden beri gözlerini ondan ayıramıyordu, sanki bu küçük kız ruhunu minicik yumruğunun içinde sıkmış, onu avcunun içinde esir almıştı.

 

"Sirius'a borcumu ödüyorum diyelim," diye yanıtladı.

 

Daha olaylar bu kadar tazeyken diğer kuzeninin adını duymak ona sanki bir kabustaymış hissi veriyordu. Ne saçma bir durumdu...

 

"Onun yaptığına inanmıyorsun, değil mi?" diye sordu Regulus sonunda kuzenine bakarak.

 

Durum o kadar ironikti ki! Eski Ölüm Yiyen olan oydu, şaibeli arkadaşları olan da (tabii ne kadarı hala yaşıyordu da 'olan' diyebilirdi o tartışılır) ama şüphe duyulan Gryffindor'lu, asi, iyilik timsali abisiydi.

 

...Tamam Sirius iyilik timsali değildi ama Regulus'a kıyasla genel açıdan bakınca, biraz da abartarak denebilecek bir şeydi.

 

"Sen ölümden dönüp aydınlığa çalıştığını söylerken bu konuda ikilemde kalmam cidden çok mu anormal?" diye sordu hayretle Andromeda Tonks, "Normal şartlarda sana Sirius'un James ve Lily'ye ihanet etmektense ölmeyi seçeceğini söylerim ama o açıklama bile yapmamışken, sense... sense işte-" Eliyle onu işaret etti, "- karşımdayken her şey imkanlı geliyor."

 

Regulus sadece, "O yapmadı," demekle yetindi.

 

Zaten o konuştuktan sonra Ted Tonks içeri elinde çiçek desenli, beyaz bir tepsiyle girdi. Söylediği gibi çay yapmış, Chasity için de bir şeyler getirmişti.

 

Regulus bir teşekkür mırıldanarak çayına uzandığında Chasity için koyulan yiyeceğe gözü takıldı. Bebekler mama falan yemiyor muydu? Ya da anne sütü içmiyor muydu?

 

"Normal insan yemeği yiyebiliyor muydu bebekler?" diye sordu çayını sehpaya yerleştirip yemek tabağını eline alırken.

 

Regulus ailenin en küçüğü olduğu için (ve Andromeda aileden atıldığından kızını hiç görme şansında bulunmadığından) bebekler hakkında en basit bilgilerden başka şeye sahip değildi. Draco doğduğunda da çoktan 'ölmüştü' zaten, Chasity'ye kadar bebekler hakkında bilgisi tertemiz bir sayfa şeklinde kalmıştı. Chasity'nin şansınaymış..

 

Andromeda normal bir durumda olsalar buna gülerdi ancak Regulus'un tek başına bu çocuğu yetiştirmesi gerektiği gibi sancılı bir olay söz konusuyken, içinden gülmektense endişeyle yüzünü buruşturmaktan başka bir şey gelmiyordu.

 

"Hayır, şu an çok sert olmamak şartıyla çiğneyebileceği şeyleri yiyebilecek yaşta." Abartılı bir sesle iç çekti, "Regulus öğrenecek çok şeyin var ve o kadar az zaman veriyorsun ki!"

 

Chasity, kendini biraz daha rahat hissetmiş olacak ki Regulus'un üstüne tırmanıp kucağına oturmaya girişiyordu.

 

Regulus kıza dökülmesinden endişe duyarak yudumladığı çayını hemen sehpaya geri koydu. Chasity'nin ani hareketiyle yudumladığı çay da genzini bir güzel yakmıştı, sağ olsun.

 

"Neyse," dedi Andromeda önündeki manzara sayesinde küçük bir gülümseme dudaklarında gezinirken, "En azından reflekslerin iyi."

 

---

 

Chasity'yle birlikte Grimmauld Meydanı 12 numaraya döndüğünde Andromeda'nın büyük yardımları sayesinde kabataslak da olsa belli başlı fikirleri oluşmuştu Regulus'un.

 

Şimdilik tek sıkıntısı Chasity için eşya ve oda ayarlamaktı.

 

Ah, bir de babasının evinde esir olan arkadaşını kurtarması vardı.

 

Kreacher küçük Potter'a alışmış sayılırdı. Yaşlı ev cini her ne kadar homurdansa ve çocuğu hazzetmediğini iddia etse de içten içe bu karanlık ve bunaltıcı eve renk geldiğine mutluydu.

 

Efendisi uzun süredir bu kadar gülümsememişti, efendisini mutlu ediyorsa bu çocuk onun da başının tacı demek oluyordu.

 

Ancak eve renk getirmek demişken, bu metafor değildi, gerçekten renk gelmişti. Her türden.

Chapter Text

Chasity'nin çocukluğu belki de binde bir karşılaşılacak o kaotik, absürt çocukluk hikayeleriyle dolu olandı.

Barty'yi kaçırmak Regulus için kolaydı, başından geçenleri düşününce belki de yapamayacağı çok az şey (Chasity'nin bezini değiştirmek kesinlike birinci sıradaydı) olduğunu hissediyordu.

Tek sıkıntı Chasity'nin ona kısa sürede tahmin edebileceğinden hızlı bağlanmasıydı.

Öyle ki küçük şeftali Regulus'un beş metre yakınında olmadığında feryat figan ortalığı birbirine katıyordu. Her ne kadar uzaktan sevimli bir düşünce gibi gelse de yaşarken maalesef o kadar da tatlılığı kalmıyordu.

Kahvesini bile üstüne koala gibi yapışmış Chasity ile içememek Regulus'u çileden çıkaracak raddeye getirmişti. Barty'yi kaçırma planını hızlandırmasının bir nedeni de buydu ya, en yakın arkadaş değil miydi ikisi? Anca beraber, kanca beraber.

Regulus, Andromeda'dan 'Ebeveynlik 101' dersi almış olsa da özünde çocuklarla en çok Barty kadar alakalıydı. Hem Barty komik bir insandı en azından, belki bu yönü çocuklarda da iş görebilirdi.

Bir ailenin tek, öbürünün de en küçük oğlu nasıl bir halt edeceklerdi Regulus cidden çok merak ediyordu. İşin sonunda kız ya kafayı Evan kadar kıracak ya da elit bir insan evladına benzeyecekti, başka seçenek yoktu. Ve Regulus ikinci seçeneği yüreğinin en derin yerinden diliyordu.

Bu tür aksilikler ve hesaba katılmamış detaylar Barty'yi kaçırmaya giderken anakucağında Chasity'yi de götürmesine sebep olmuştu. Her ne kadar Barty'ye ani bebek sürpriziyle küçük çaplı bir kalp krizi geçirtse de sonucunda amacına ulaşmıştı.

Biraz Dumbledore'u tehdit etmesi, biraz da bakanlıktaki birkaç adamını dürtmesiyle Barty Crouch Sr. susturulmuş ve yakalarından silkelenmişti.

Artık resmi olarak ebeveynlik hayatlarına girmişlerdi, Barty neye uğradığını şaşırarak, Regulus da en az bir galon sade kahveye ehemmiyetle ihtiyaç duyarak.

Chasity'nin dillenmeye başlaması da tam bu zamanlara denk gelmişti.

Barty'nin fevri, dramatik çıkışlarına alışmaya başladıkça kızcağız gittikçe açılmıştı.

İlk zamanlar ikisine de isim ya da lakapla hitap etmekten kaçınıyor, dikkatlerini çekene dek gözlerini yüzlerine dikiyordu.

Ah, bu arada 'o geceye' dair hiç konuşmamışlardı. Yine de Regulus da Barty de içten içe Chasity'nin her şeyin farkında olduğunu biliyorlardı.

Chasity'nin günün birinde, en beklenmedik anda Regulus'a "baba" demesi de bu yüzden ikisini şok etmişti. Ne yapacaklarını bilememişti ikili.

Barty ailevi işlerden çoğu travmalı safkan gibi zerre anlamazdı, yine de Chasity'nin Regulus'a baba demesi kendini tuhaf hissettirmişti. Regulus kadar olmasa da kızla o da ilgileniyordu doğal olarak, ona da baba diye seslenme ihtimali Barty'yi ürpertiyordu.

Babası bilinçaltında yeterince iz bırakmıştı, sayesinde de Barty bu tarz durumlarda kendini soyutlanmış hissediyordu.

Sokakta gördüğü baba - oğullar, filmlerde gördüğü erkek ebeveyn figürleri.. hepsi o kadar rahatsız edici geliyordu ki ona. Sanki ona inat olarak yapılıyormuş gibi hissettiriyordu. Gerçeklikten derealize olmuşçasına vücuduna hapsedilmiş bir yığın kemik gibi hissediyordu.

Chasity'yle bu konu üstüne konuşmak istemese de onu uyarması gerektiğini biliyordu, en azından aynısı başına gelmeden önce söylerse ne kız üzülürdü ne de o rahatsız olurdu.

Barty psikopat, empatiden çoğunlukla yoksun, manyak herifin teki olabilirdi ama bir çocuğa göz göre göre zarar verecek biri değildi. Kendi yaşadıklarından sonra asla ne fiziksel ne de psikolojik olarak bir çocuğa direkt olarak zarar verebileceğine inanmıyordu da zaten.

Geçmişinin nerdeyse her anından pişmandı, Regulus, Evan ve diğer değer verdiği sayılı dostlarının olduğu anılar hariç.

İçine girdiği bok çukurunda debelenmek yerine daha önceden Regulus'a katılsa belki de her şeyin daha iyi olabileceği düşüncesi her gece onu yiyip bitirse de geçmişi değiştiremeyeceğinin farkındaydı. Elinde sadece geleceği daha yaşanabilir hale getirmek vardı, böylece kendini biraz da olsa günahlarından, vicdanını da azaptan temizleyebilirdi. Bu fırsatı değerlendirmeden ölmek istemiyordu.

Regulus ise ne yapması gerektiğini bilmiyordu bile.

James Potter'a saygısızlık olur muydu bu durum? Babası değilken (uzaktan yakından bile alakası yokken) Chasity'nin ona bu şekilde hitap etmesi ne kadar doğruydu?

Ya büyüdüğünde buna izin verdiği için ondan nefret ederse?

Regulus her ne kadar itiraf etmese de küçük şeftaliye çok alışmıştı. Küçük baş belası onlara alıştıkça sanki daha da sevimli bir hale geliyordu. Her gece ona masal okumak rutininin atlamayı bile düşünemediği bir parçası halini almış, kızın ağlamasını yüksek sesinden değil de onun üzülmesine dayanamadığından istemez olmuştu.

Chasity'nin ona kızgın olma düşüncesi onu korkutuyordu ama belki de kız gerçekten durumun tamamen farkındaydı ve bile isteye bu şekilde hitap etmişti.

Regulus aklına gelen tek mantıklı şeyi yaptı; Chasity'yi karşısına alıp annesi ve babasının dönmeyeceğini ama anne ve babasının onlar olduğunu açıkladı. Chasity eğer isterse ona istediği şekilde hitap edebilirdi ama gerçeği bilmeliydi.

Tekrardan Chasity'nin Harry'den bir yaş büyük olmasına şükretti. Kızın (kesinlikle annesinden aldığı) zekası ve olayları algılayabilecek yaşta olması ona bu konuşma olanağını vermişti sıcağı sıcağına.

Chasity uzun uzadıya bir cevap vermek yerine Barty'nin sırtlanları andıran bir sesle ağzındaki suyu püskürterek kahkaha atmasına neden olacak bir yanıt vermişti.

Regulus'un yüzüne ifadeden yoksun bir şekilde baktıktan sonra sanki havadan sudan konuşmuş gibi son hecesini uzatarak,

"Tamam babaaa" demişti.

Bu durum Barty'yi de düşüncelerini söylemek konusunda yüreklendirerek sınırları çizmesini sağlamıştı.

Chasity fazlasıyla dolu dolu, hem keyifli hem de eğlenceli bir çocukluk geçirmişti.

Slytherin'in eski arayıcısı ve vurucusunun yetiştireceği çocuktan bekleneceği gibi Quidditch becerileri en üst düzeydeydi, tabii babasından gelen harika kovalayıcı genleri de etkiliydi bu konuda.

Black ailesinin nice mülkü sağ olsun hem doya doya yaz hem de kış yaşayabilmişti. Baharın son demlerinde yazlığa gidip kelebekler peşinde koşar, yazın denize girer, Barty'yle evin yakınındaki gölden kurbağa yakalar, güzün ortalarına yakın Londra'ya döner, çıtır çıtır yaprakları ezer, kışın çatmasıyla da karda yuvarlanır, sıcak çikolatasını yudumlardı.

Klasik çocuk edebiyatından çıkmışçasına bir yaşam sürer, evde eğitim görürdü. Sayılı da olsa sevdiği arkadaşları vardı.

Regulus küçük bir çocuğun arkadaşsız büyümesinin ne kadar sancılarına neden olabileceğini (kendiliğinden oluşan ebeveynsel içgüdüsüyle) düşünerek öbür kuzeniyle de iletişime geçmişti.

Lucius'ü kandırmak (gizlenme nedeninin Karanlık Lord'la aralarında olan gizli bir meseleden olduğunu söylemişti - ki tekniken yalan da sayılmazdı) biraz uğraştırmış olsa da sonucunda Narcissa ve Draco evlerine sık sık gelen iki önemli figür halini almıştı.

Chasity'nin gerçekten kim olduğunu tabii ki de hiçbiri bilmiyordu, Chasity'ye de söylememesini tembihlemişti. Malfoylar Chasity'yi Regulus'un annesi tarafından ona kakalanmış biyolojik kızı olarak biliyorlardı.

Draco ile ayrılmaz bir ikiliyken Chasity'nin dizinin dibinde dört döndüğü Nymphadora Tonks çok ayrı bir yere sahipti küçük kızılın kalbinde.

Nymphadora güçlerini kontrol etmede o kadar yardımcı olmuştu ki, Chasity'nin gözünde bir arkadaş olmanın yanı sıra kahraman olmuştu.

Genç kızın odasında bağdaş kurup yerde otururken Hogwarts anılarını dinlemeye bayılıyordu. Onu öyle çok etkiliyordu ki bu küçük hikayeler! Mümkün olsa hemen koşa koşa Hogwarts'a giderdi...

Sekiz yaşına girdiği civarda Regulus ve Barty ona basit derece dersler öğretmeye başlamıştı. Regulus her zaman Hogwarts'ın eğitimini eksik gördüğü için Chasity'ye kafasındaki mükemmel eğitimi olabildiğince vermeye çalışıyordu.

Bu eğitim büyü kadar en az doğa ve anatomi üstüne bilgi vermeyi içeriyordu. Çoğu safkan bu tarz bilgileri büyü dışı saydığı için hor görse de Regulus da Barty de büyüyü anlayabilmek için insanın kendisini ve doğayı anlaması gerektiğinin farkındaydı.

Nitekim bu yatırımlar Chasity büyüdükçe önemlerini belli edecekti de.

Chasity'den haberi olan bir diğer kişi de Regulus'un kendiyle nerdeyse aynı sayfada saydığı Severus Snape'ti.

Kim olduğunu söylemelerine gerek bile kalmadan kızın yüzüne bakarak kim olduğunu anlamıştı. Belki annesine ürkütücü benzerliği belki de kızın sevimliliği adamın ona istemsizce zayıf bir nokta geliştirmesine sebep olmuştu.

Chasity de (babasının kemiklerini mezarda takla attırarak) adama karşı derin bir sempati beslemişti her ne kadar Barty ya da Regulus kadar olmasa da.

Hogwarts'a belki de tarihte en hazırlıklı giden çocuk olacaktı. Bu nedenle mektubu geldiğinde zerre telaş duymamış, aksine tatlı bir heyecan sarmıştı benliğini.

Diagon yolunda kılık değiştirmiş Regulus ve animagus formundaki Barty'yle okul alışverişi yapmak onun için unutulmaz bir deneyimdi.

Nymphadora ile bir yıllığına da olsa aynı okulda bulunma fikri peron 9¾'te kamp kurma isteği uyandırıyordu Chasity'de.

Regulus ve Barty'yi deliler gibi özleyeceğini adı gibi bilse de her çocuk gibi hayalleri ve heyecanı diğer duygularını tıkıyordu.

Hem ne vardı ki, ne de olsa tatillerde eve dönecekti...

Chapter Text

"Asan eşyalarının arasında değil mi?"

"Evet, dört kez kontrol ettim ya baba!"

"Olsun beşinci kez de et sen, fazla önlemden zarar gelmez."

 

Black evine karabasan gibi çöken telaş Chasity'yi sabah sabah delirtmeye yetmiş de artmıştı bile.

Babası en az altı kez bavulunu kontrol etmiş, hatırlatmalarını yüzlerce kez tekrarlamış ve Chasity'yi delirtmeyi başarmıştı.

Barty'yse bütün bunları deyim yerindeyse (yerinde, yerinde...) kıçıyla gülerek, komedi dizisi izler gibi izlemişti. Ne yardım ama!

Bütün bu koşuşturma iki Slytherin'e kendi ilk Hogwarts yolculuklarını hatırlatmıştı, ne de çabuk geçmişti zaman!

Regulus ilk başta animagus formuyla (hayatta olmasını borçlu olduğu ve Barty'ye de başının etini yiye yiye kazandırdığı o mükemmel beceri/öğreti) Chasity'ye eşlik etmeyi düşünse de yüreği el vermemişti.

Ve işte bu yüzden şimdi platformda Çok Özlü İksir'le kılık değiştirmiş bir halde, kucağında ortamla zerre alakasız bir rakunla kızını ve yeğenini uğurluyordu.

"Ay, tamam Reg dayı, Chas'in ilk yılı evet, yine de bu kadar evhamlanmana gerek yok! Hem ben de yanında olacağım, sence ben onu kontrol etmeden bırakır mıyım?" diye homurdandı Nymphadora Tonks.

Bu sene anne ve babasına yalnız gitmesinde sakınca olmadığını bastıra bastıra söylemesi sayesinde en azından istasyona yalnız girmişti.

Ebeveynlerini çok seviyordu, yanlış anlamayın, ancak eninde sonunda o da bir ergendi ve son yılında da annesinin ona çocuk gibi davranmasını istemiyordu. Ayrıca bugün annesinin bu özelliğinin de genetik olduğunu öğrenmesi Chasity'ye sabır dilemesine sebep vermişti.

On bire beş vardı.

"Tamam tamam, haklısın Dora," diye onayladı Regulus aceleyle. "Beş dakikaya tren kalkacak, siz geçin artık. Güzel kompartıman bulmak zorlaşır daha da gecikirseniz."

"Görüşürüz o zaman Reg dayı." dedi Nymphadora iki parmağıyla selam vererek, nasıl da birini hatırlatıyordu Regulus'a.

Chasity, rakun formundaki Barty'ye ve hayatında hiç görmediğine emin olduğu birinin tipindeki Regulus'a sırayla sıkıca sarıldıktan sonra,

"Görüşürüz baba, görüşürüz Barty! Varınca mektup yazarım." diyerek ardına bakmadan Nymphadora'yla trene bindi.

Neyse ki geldikleri gibi bavullarını yerleştirmişlerdi.

"Heyecanlı mısın?" diye sordu Nymphadora yüzünde bilen bir sırıtmayla.

Chasity yüzünden silemediği muzip bir gülümsemeyle omuz silkti,

"Biraz sanırım." diye yanıtladı öğrencilerin kaptığı kompartımanların arasından geçerken.

Genç Hufflepuff inanmaz bir bakış attı, mektubunu aldığından beri küçük kızın içinin içine sığmadığını çok iyi biliyordu.

"Tamam," diye mırıldanarak güldü Chasity pes eder bir tonla, "Bir tık fazla heyecanlı olabilirim."

Bir yandan da elinde cübbesini taşıyordu, şatoya yaklaştığında giymesi gerektiğini bildiğinden en pratik yöntem olarak tek başına cübbeyi yanına almayı seçmişti.

Bütün yol boyu üstünde cübbeyle oturacak ya da bavulunu yanına, kompartımana alacak değildi ya sonuçta.

"Emin ol çok eğleneceksin Chas," dedi ve ona dönüp güzel yüzünde tatlı bir gülümsemeyle kızıl saçlarını karıştırdı Tonks. "Birinci sınıflar trenin bu kısmında, kendin bir kompartıman bulmalısın, ilerde neden sana bu görevi bıraktığımı anlarsın. Ben arkadaşlarımın yanına gidiyorum, seremonide hangi binaya yerleştirilirsen yerleştiril her türlü seni en çok alkışlayan ben olacağım, tamam mı?"

Chas kafasını salladı ve ona veda ederek kendine kompartıman aramaya koyuldu.

Regulus'un "Hala güzel kompartıman vardır," demesine rağmen çoğu kompartıman doluydu.

Tam aramaktan sıkılıp pes edeceği anda ümitsizce açtığı kapı ona sadece tek bir çocuğun yalnız başına, kedisiyle oturduğu kompartımanı sundu.

Çocuk kapının sertçe açılmasıyla ölü bakan gözlerini dalgınca el sallayan aileleri seyrettiği camdan Chasity'ye çevirdi.

İnce uzun bir yüzü, buğday teni ve ıhlamur ağacını anımsatan gözlerini inceledi çocuğun. Görünüşünde Akdeniz havası vardı. Büyük ihtimalle en azından ebeveynlerinden biri yabancıydı.

"Oturmamın bir sakıncası var mı?" diye sordu Chasity başını kapıdan içeri uzatarak. "Diğer her yer dolu da..."

Kumral çocuk kafasını salladı,

"Geçebilirsin." dedi sadece.

Chasity normal çocuklardan daha izole büyümüştü. Çoğu yaşıtlarından daha iyi şartlarda büyüdüğüne emindi, şikayetçi de değildi hayatından; aksine Regulus ve Barty olmasa berbat bir insan müsveddesine döneceğine, asla çocukluğunu yaşamayacağına emindi. Yine de dışarıya özgürce, kafasında acabalar olmadan çıkabilen ve arkadaş edinebilen çocuklara hep imrenirdi. Arkadaşları ve çevresindekiler seçili insanlardı, hiçbir zaman yaşıtı bir insanla kendi başına tanışmamıştı.

Hoş, tanıdığı çok yaşıtı da yoktu ya zaten.

Asla Barty ve Regulus'a kızmıyordu, her şeyin farkındaydı ve babasının büyücülük dünyasını kurtarma, kendisine daha iyi bir gelecek verebilme planlarını bozmaktan ya da babası ve Barty'yi tehlikeye atmaktansa kendinden ödün vermeyi tercih ederdi.

Yine de bütün bu olaylar Chasity'nin kendini tanıtma ve arkadaş edinme konusunda fazlasıyla gergin ve heyecanlı olmasını değiştirmiyordu.

Yetişkin ağırlıklı bir ortamda büyümek istemsizce onun yaşıtlarındansa kendinden yaşça büyük kişilerle daha iyi anlaşmasını ve zihinsel olgunluğa daha erken ulaşmasını sağlamıştı. Karşı tarafta bırakacağı izlenimden ziyade yaşıtlarının arkadaşlığından sıkılmaktan çekinmesi de tam olarak bu sebeptendi.

Rahatsızca süzülürcesine geçip oturduğu yerde kıpırdandı.

Kendini tanıtmalı mıydı şimdi? Yoksa biraz daha beklemeli miydi? Belki de ilk çocuğun konuşması lazımdı. Arkadaş olmayı isteyip istemeyeceği ne malumdu?

Chasity kendi dipsiz kuruntular kuyusuna düşmüş, içinde debelenir, ikilemden ikileme girerken sarışın biri kapıyı belki de Chasity'nin açtığından daha da hoyratça açtı.

"Bu kapıyla alıp veremediğiniz ne var?!" diye isyan etti karşısında oturan koyu kumral saçlı çocuk. "Kırınca rahat edecek misiniz?"

Aslında bu sarışının gelmesi Chasity'ye çok iyi gelmişti, eğer biraz daha evhamlansaydı St. Mungo'ya kaldırılması gerekebilirdi ve bu sarışın yabancının kaba saba, kapıyı resmen sökerek açışı onu dipsiz kuyusundan adeta çekip çıkarmıştı.

Kapı ağzında dikilerek arsızca sırıttı yeni yol arkadaşları,

"Girebilir miyim?"

O gün aldığı bütün kararları sanki gözden geçirirmişçesine bir ifadeyle homurdandı çocuk,

"Zaten girişini yaptın ya, vampir misin de özel izin istiyorsun?"

Sarışın çocuk kapıyı aynı açtığı şekilde kapatarak Chasity'nin yanına hopladı.

"Evet, nerden anladın?" diye sordu alay edercesine. "Güneş ışığında dışardayım ama vampirim, özel yeteneklerim var."

İki çocuk hararetli bir laf dalaşına girmişti sarışının gelişiyle. Kumral olanın sinirleri oldukça bozulurken sanki sözde vampir onun negatif duygularından besleniyordu. Birinin kaşları iyice çatılıyor, öbürününse sırıtışı genişliyor, kaşları havaya kalkıyor, suratı gittikçe daha müstehzi bir hal alıyordu.

Tüm bunlar olurken Chasity ise sadece ikiliyi pinpon maçı izler gibi izliyor, şaşkınca bakıyordu. Durum komikti ama gülse mi araya mı katılsa bilemiyordu.

Sarışın yabancı onu kuyusundan olduğu gibi bu dertten de kurtardı,

"Senin adın ne bu arada? Bu arkadaşın sinir problemlerinden Nott olduğu belli de sen biraz fazla alakasız kaldın. Tahmin edemedim." dedi önlerindeki çocuğun ona o sırada dediği hiçbir şeye aldırış etmeyerek.

Bahsi geçen çocuk sinirden pancara dönmüştü ama Chasity'nin cevabını merak ettiğinden laflarını kısa süreliğine yuttu.

"Chasity ben," dedi sarışına bakarak, karşısındaki çocuğa dönüp devamını getirdi. "Chasity Black."

Belki de paralel bir evrende göğsünü gererek "Potter" diyordu, yol arkadaşları babasının Quidditch yeteneklerini övüyor, annesinin çağın en başarılı cadılarından olduğuyla alakalı ona yanıtlar veriyorlardı.

Ama bu evrende öyle bir şey olmadı, olamazdı da.

"Black mi?" diye sordu Nott şaşkınca yüzünü buruşturarak, "Black ailesinin hiç ferdi kalmadı sanıyordum."

Sarışın omuz silkti,

"Çok da farklı olmadığımdan edebileceğim bir yorum yok. Sylvan Rosier ben de, memnun oldum."

"Rosier??" Nott ikinci bir şoku atlattı. "Nesiniz siz, müze kaçkını falan mı? İkinizin ailesinin de ferdi olmaması lazımdı, Blackler Regulus Black, Rosierlar ise Evan Rosier'la bitmişti."

"Gördüğün üzere bitmedi." diye yanıtladı Chasity eliyle kendini de Sylvan'ı işaret ederek.

Babasının toplumun zihninde ölü olduğunu neredeyse unutuyordu, doğru, saklanıyordu sonuçta.

"Peki ya senin adın ne?" diye sordu Chasity nezaketen.

"Theodore Nott."

Sylvan histerik bir kahkaha bastı yüksek sesle,

"Bak, bak! Demiştiim!" dedi parmağıyla Theodore'u işaret ederek. "Nott olduğunu demiştim!"

Theodore tekrardan pancar rengine bürünmüştü Sylvan'ın yeni saldırısıyla,

"Sinir problemlerim yok benim!" diye bağırdı.

'Bir tık ironik sanki,' diye içinden geçirmeden edemedi Chasity.

"Tabii canım, asla yok, keyfinden bağırıyorsun(!)" Sylvan ayaklarını altında toplayarak bağdaş kurdu ve ellerini dizlerine yaslayarak bedenini öne doğru eğerek Theodore'a yaklaştı, "Adın din adamı ismi gibi bu arada."

"EN AZINDAN UCUZ BİR SÜPÜRGE MARKASINA BENZEMİYOR SENİN AKSİNE!"

Theodore'un yanındaki boş koltukta yatan kedi bile bağırmasıyla uykusundan sıçramıştı.

Sylvan ise aksine, Theodore'u çileden çıkarmanın zevkiyle kıkırdadı.

"Kızdırması çok eğlencelisin, Nott." diyerek göz kırptı.

Merlin, bu çocuk sanki şeytanı hüp diye yutmuş, yeni ve daha korkunç bir yaratığa dönüşmüş gibiydi. Yani en azından o sinirle Theodore böyle düşündü.

Yolculuk sanki biraz uzun sürecek gibiydi.

 

---

 

Beklediğinin aksine yolculuk o kadar da sıkıcı devam etmemişti, tam tersine; Chasity belli bir yerden sonra oğlanlarla keyifli bir sohbete tutuşmuş ve zaman kavramını yitirmişti. Hiç de altı saat yol çekmiş gibi hissetmiyordu.

Theodore negatif ilk izlenimlerine rağmen üstüne gidilmedikçe gayet de hoşsohbet biri çıkmıştı, tabii bu Sylvan'ın ona arada bir konuşmanın içine sıkıştırarak laf sokmasını engellemiyordu.

Sylvan ise çok değişik bir tipti. Chasity onu tam olarak anlayabildiğine emin değildi ama gördüğü kadarıyla amacı tam olarak kötü niyetli değildi, sadece insanlarla uğraşmayı seviyordu ve biraz farklı bir tipti o kadar.

Tabii altı saatte geçen birkaç muhabbetle ikisini de yargılayamayacağını biliyordu. Belki aynı binaya düşerlerdi ve daha yakından tanırdı onları, kim bilir.

Gölü geçmek için bindikleri kayıkta da beraberlerdi. Şatoya varana dek de ayrılmadılar sözsüz bir anlaşmayla.

Kendini 'Profesör McGonnagall' olarak tanıtan yaşlı cadı, onları Chasity'nin evde anlatılan hikayelerden anımsadığı Ortak Salon'da toplamış, Seçmen Şapka olduğunu tahmin ettiği eski püskü, Muggle masallarındaki cadılardan çalınmışçasına bir şapkayla binalarına yerleştirmeye hazırlanıyordu.

"Sizce nereye gidersiniz?" diye sordu Sylvan. Gölden beri ilk defa düzgün bir cümle kurmuştu.

"Bir tercihim olacağını sanmıyorum, tabii evden şutlanmayı göze almazsam." diye homurdandı Theodore nefesinin altından, ardından daha yüksek bir sesle ekledi. "Tabii ki de Slytherin."

Chasity, Regulus'un (Barty bu tür konuları açmayı tercih etmiyordu, Chasity de Barty'yi üstelemiyordu) ailesi hakkında söylediği üç - beş şeyden safkan aileler ve takıntılarını biliyordu, ancak bu saçma takıntıların hâlâ, ısrarla devam ediyor oluşuna şaşırmıştı.

"Bilmem," diye yanıtladı Chasity, Sylvan'ın ondan da yanıt beklediğini fark edince. "Belki Slytherin ya da Ravenclaw."

İçten içe Barty ve babasının Slytherin'e girmesini dilediğini hissediyordu. Kendisi ise çok da umursamıyordu, anne ve babasının (biyolojik olan) Gryffindor olduğunu biliyordu, vaftiz babası da öyleydi. Dora ve Teddy de Hufflepuff'tı. Hayatında aşırı fazla olmasa da farklı binalara mensup birbirinden harika insan tanıyordu, bu yüzden hangi binaya gireceği onun için önemli değildi. Tek umursadığı hangi binaya seçilirse seçilsin imkanlarını dibine kadar kullanmak, kendini geliştirebildiği kadar geliştirmekti. Bunun için her yolu denemeye de açıktı.

"Bence ben Ravenclaw'a girerim." dedi Sylvan düşünceli bir sesle.

Nott baygın bakışlarıyla ona alayla sırıttı, "Sen? Ravenclaw, ha?" Güldü. "O kafayla Ravenclaw olman imkansız."

"Var mısın iddiaya?"

"Varım lan hadi. Nesine?"

"Çikolata kurbağa."

"Tamamdır, sen annene yollamak için mektubunu hazır et de... Sıcağı sıcağına isterim çikolatamı."

Sylvan sadece kısa bir kahkaha atmakla yetindi, keyif alıyordu, hem de nasıl..

Rosier genleri kesinlikle aktifti.

"Black, Chasity."

Seremoniyi takip etmek yerine aval aval iki oğlanın atışmasını izlemiş ve bir tık olay akışını kaçırmış olabilirdi.

Soyadı işini babası nasıl halletmişti bilmiyordu ama işin içinde bolca şantaj olduğuna emindi. İçgüdüleri öyle diyordu.

Daha fazla dikilerek dikkati üstüne çekmemek için tabureye doğru adımladı. Sonuçta daha sıra boldu.

McGonnagall şapkayı kafasının üstüne yerleştirirken omurgasından geçen bir ürpertiyle titredi.

"Black, ha?" diye iğneledi şapka. "Çok da zor değil, iki binayı eledim bile."

Chasity mırıldandı, "Hadi ya, hızlı çalışıyormuşsun."

"Yok, karar vermesi kolay bir tipsin sadece." dedi. "Tipin annene benzese de aynı babansın, biliyor musun? Hık demiş burnundan düşmüşsün."

Yani öz babası hakkında çok şey hatırlamıyordu doğal olarak, babası da çok samimi olmadığından sayılı şey anlatabilmişti. Barty ise 'tercih etmiyordu'.

Chasity ilk cümleye burun kıvırmakla yetindi, o kadar da basit biri olduğunu düşünmüyordu. Sadece yılda bir kez insan içine çıkan bir şapkanın sözlerine elbette güvenecek değildi.

"Çok da sivri dillisin, ne de güzel absorbe etmişsin aile ortamının huylarını." diye homurdandı şapka, "Yeter bu kadar, sıkıldım senden. Hadi yallah, SLYTHERİN!"

Sanki kendisi çok bayılmıştı ya o eski püskü şeye!

Neyse en azından babası ve Barty mutlu olacaktı.

Şapkanın kafasından (sonunda) alınmasıyla hoplaya zıplaya zümrüt yeşili - gümüş formalıların oturduğu masaya gitti.

Gözü Hufflepuff'a kayarken Dora'nın gerçekten de sözünü tuttuğunu fark etti. Öyle ki alkışlamakla yetinmemiş, bir de salon boyu kulakları çınlatan ıslık çalmıştı. Kızıl dostuyla bakışları kesişince muzip bir göz kırpışla onu tebrik etti.

Yatakhanelere dağılıp da mektubunu yazabilmeyi iple çekiyordu.

 

 

 

Chapter Text

"Mürekkep okkanı aldın değil mi?"

"Şey, sanırım unuttum... Hey, senin kravatın nerde asıl?"

"Ha, o mu?" Cebine tıktığı zümrüt yeşili - gümüş kravatı çıkarıp salladı. "Unutmadım, sadece bağlamayı bilmiyorum."

 

 

Chasity, kravatı elinden kaptı ve çok da nazik olmayan bir şekilde yakasından tutarak onu kendine yaklaştırdı. Theodore dehşetle gözlerini irileştirmiş, bir sonraki hamlesini şüpheyle çözmeye çalışırken o da gözlerini devirdi,

"Saçmalama, seni öpmeyeceğim. Merlin'in yeşil kalpli donu aşkına, daha on-bir yaşındayız!" Az evvel kavradığı yakasını eliyle düzelttikten sonra kravatı boynundan geçirdi. "Kravatını bağlayacağım sadece, çapulcu gibi gidecek değilsin ya derse."

Nott, bu fazlasıyla ani gelişen fiziksel alan istilası karşısında ne tepki verse bilememiş, Chasity hariç her yere aval aval bakıyordu.

Çevik hareketlerle kravatı bağladıktan sonra geri çekildi,

"Tamam kızarmayı kesebilirsin, yemedim seni." Omuz silkti, "Zorda kalmadıkça ısırmam zaten."

Theodore anlaşılması zor bir bakış atarak,

"Bunu bildiğim iyi oldu, içimi ne kadar rahatlattın tahmin bile edemezsin." diye homurdandı. "Kravatımı bağladığın için teşekkür ederim ama eğer daha fazla oyalanırsak; Snape Slytherin Mlytherin dinlemeden bizi Astronomi kulesinden sallayarak gülle atar gibi Kara Göl'e fırlatacak."

Hem ilk günleri hem de ilk dersleriydi. Kahvaltıyı zaten kaçırmışlardı (bu saatte kalkmak çok zordu) bir de ilk derse gecikirlerse tam olacaktı.

Chasity hayatında hiç bu kadar erken uyanmamıştı; Barty erken kalksa da evde biraz 'kafa dinlemek' istediğinden kimseyi uyandırmazdı, Regulus annesinin esaretinden kurtulduğundan beri geçen yılların acısını çıkarmak istercesine bütün miskinliğini ortaya koymuştu, Chasity eğitim alacak yaşa gelene dek saat on - on bire kadar uyuyordu (ki kızın miskinliğinin burdan oluştuğuna emindi Barty), ne zaman ki Chasity'nin eğitim yaşı geldi, Regulus uyanma saatini dokuza çekti. Dokuzda uyanır, dokuz buçukta kahvaltıya otururlardı, Barty bazen katılmazdı ama o da geçmişten kalan sigara - kahve ile erken saatlerde 'kahvaltı' yapma alışkanlığındandı.

Doğal olarak okula gitmek gibi bir zorunluluğu olmayınca, eh bir de keyfine düşkün bir babası olunca Chasity'nin miskinliği de kaçınılmazdı.

Aslında sekiz buçukta uyanabilmesi de mucizeviydi. Zaten şans eseri gelişmişti, Theodore fazlasıyla ses çıkararak Ortak Salon'a inmeseydi belki de hala mışıl mışıl uyuyor olurdu.

Ders ziline iki dakika kala kendilerini sınıfa atmışlardı.

En azından İksir derslikleri Slytherin yatakhanesine yakındı, aksi takdirde yetişmeleri imkansızdı.

Şanslarına iki kişilik bir - iki boş sıra vardı, görünen o ki tek geç kalan onlar değildi...

Vakit kaybetmeden eşyalarını en yakın boş ikili sıraya adeta fırlattılar senkronize bir şekilde. Fazla eşyaları da yoktu hani geç kaldıklarından, birinin mürekkep okkası öbürünün de parşömeni eksikti - sanki bir ellerindekiyle iş becerebilecekmiş gibi.

İşin iyi kısmı Snape o gün insaflı (ne açıdan baktığına göre değişir) olmaya karar vermiş gibiydi.

Her zamanki dramatik tavırlarıyla pelerinini savura savura dersliğe daldı. Hızlı adımları ve öğrencileri takmayışıyla podyumdaki bir mankeni anımsatmıştı Chasity'ye. Catwalk mu yapıyordu o...?

Chasity'nin gülmemek için kendini kasması gerekmişti, kaburgalarının o kadar kendini kasmasına rağmen çatırdamamasına ise nasıl da şaşırıyordu.

Adamı okul dışında tanıması durumu komik bulmasının sebeplerinden sadece biriydi. Asıl onun için her şeyi komik yapan bu kadar ciddi bir ortamda öğrenciler stresliyken Snape'in CATWALK YAPARAK GİRMESİYDİ. Bunu babası yapsa ona da gülerdi. Barty yapsa daha da gülerdi.. ama bu başka bir konu.

"Parşömenlerinizi kaldırın. Asalarınızı da." Kürsüsüne çıktı ve masanın üstündeki kitabı asasının çevik bir hareketiyle açtı. "Bu derste aptal saptal asa sallamalar olmayacak, size beni düzgün dinler ve dediklerimi doğru dürüst yaparsanız iksir yapmayı öğreteceğim." Gözleri Chasity'de durdu, "Tabii yeteneğinizin olması ya da olmamasına da bağlı."

Bakışları bir süre Chasity'de durduktan sonra dolapları işaret etti, "Herkes kazanlarını alsın ve kitaplarında sayfa 45'i açsın."

Kazanlarını almak için sıradan kalktılar, Theodore ona doğru fısıldadı,

"Şansımızı burda kullandık tamamen."

Onaylarcasına kafasını salladı,

"Catwalk yaptığını fark ettin mi?"

"Ha??"

---

Chasity dersin sonunda iksire yatkınlığı olduğunu öğrenmişti. Neyse ki kardeşi aksine bu konuda annesinin genlerini kapmayı akıl etmiş.

İksirden sonra dersleri Ravenclaw'la KSKS'ydi. İki Slytherin sabah sabah yaşadıkları aksiyonu Ravenclaw arkadaşlarına anlatmak için sabırsızlanıyordu.

Theodore her ne kadar Sylvan'dan nefret ediyor gibi davransa da onu da arkadaşı olarak benimsemişti. Sadece bazen bazı hareketlerine bir tık sinirlenip onu Kara Göl'de boğmak istiyordu o kadar. Bu hisleri mezun olana dek de değişmeyecekti, hatta mezuniyet sonrası da sık sık hissedecekti.

Teneffüste yatakhanelerine gidip eksik malzemelerini almış, guruldayan mideleri için birer bardak su içip dersin hızlıca gelip geçmesini umut etmişlerdi.

KSKS sınıfına girdiklerinde Sylvan'ın sarı (Theodore 'koca' kelimesini de betimlemeye eklemek istiyor) kafasını bulmak çok da zor olmamıştı. Duvar kenarında bir sırayı kapmış çevresinde birkaç Ravenclaw onunla konuşmaya çalışıyordu ama o pek de alakadar gözükmüyordu.

Buz mavisi gözleri iki Slytherin'i görür görmez bıkkın yüzüne içten bir sırıtış yayıldı.

Sırasından kendini atarcasına kalkarak Chasity ve Theodore'a kollarını sardı,

"Kurtarıcılarım benim!"

Nott, yüzünde 'Bu salağın kafasını Hipogrif mi tekmeledi?' dercesine bir ifade oluşurken Chasity'nin suratına bir cevap ararcasına dik dik bakıyordu.

Chasity bilmediğini ifade eden bir şekilde yüzünü buruşturarak hafifçe omuz silkmekle yetindi.

Drama dozunu almış olsa gerek kendini geri çekti ve nefesinin altından kısa bir özet geçti,

"İlk dersimiz Biçim Değiştirme'ydi, McGonnagal'ın animagus olduğunu zor yoldan öğrendim diyelim, bu salaklar da peşimi bırakmıyor ders çıkışından beri."

Theodore kıçıyla gülmeye başladı,

"Ben de diyorum bu gerizekalı bir günde popüler olmuş olamaz!" Kolunu Chasity'ye yasladı, "Aksine kendini rezil etmiş."

Dudaklarını birbirine bastırarak gülmesini bastırmaya çalışıyordu.

McGonnagal'ın animagus olduğunu Barty'nin anlattığı bir - iki okul anısından anımsıyordu, Sylvan'ın babası Evan da benzer bir olay yaşamıştı. Herhalde genlerde bir olay vardı...

Yine de olayı komik bulduğunu kabul etmeliydi.

Theo'nun sözleri üstüne ters ters bakmakla yetindi Sylvan, durumun rezilliğinin kendisi de farkıdaydı, geri konuşacak bir laf da aklına gelmeyince (şok edici, biliyorum) çareyi konuyu değiştirmekte buldu.

"Eee siz naptınız?"

Bir yandan az önce Ravenclawların sardığı, şimdi boşalan sıraya ilerlemiş, eşyalarını sıralara koyuyorlardı.

"Sabah uyanamadık," diye yanıtladı Chasity. "Ama derslerin bu kadar erken olması benim suçum değil."

Sabah unuttuğu okkasını özenle sıraya koydu.

"Dün gece uyumakta sorun yaşadım," dedi Theodore kendini açıklama gereği duyarak. "Oda arkadaşlarımdan biri ifrit gibi horluyor. Gece gece uyandım, tam su içip geri yatacakken horlamasıyla dilimi yutacaktım korkudan! Sonra da uyuyamadım zaten.. On bir yaşında bu kadar horlamasının normal olduğunu sanmıyorum."

Sylvan sıranın üstüne çıkıp bağdaş kurdu,

"Benim odam iyi ya, çok da konuşan tipler değiller galiba. Ölü gibi uyuyorlar. Sadece biri gece bir ara zırladı Ortak Salon'da, onun dışında rahatsız edici bir ses yoktu." Öne eğilerek sırıttı. "Hem manzara da harika, tabii siz yerin gerçek anlamında dibinde olduğunuzdan bilmezsiniz!"

Theodore, yine başlıyoruz diye geçirdi içinden.

"Seninle aynı binada bulanmaktansa çocuk kılığında ifritlerle aynı odada, 'yerin altında' kalmayı tercih ederim."

"Hiç bu kadar erken kalkmamıştım ben, ondan geciktim. Uyandıran da olmadı." diye olay uzamadan araya girdi Chasity dalgın dalgın.

"Nasıl ya? Okula falan gitmedin mi?" diye sordu Sylvan şaşırarak. "Bizim orda temel dersler üstüne olan okullar var, sizde yok mu?"

"Bizim orda da var," diye onayladı Theodore, "Gerçi ben de gitmedim, evde eğitim aldım ama babam sabahın köründe uyanmamı zorunlu kılıyordu. Genelde ondan erken uyanmış olmak için beş buçuk gibi uyanırdım."

"Oha, naptın öyle? O saatte uyanılır mı? Baban manyak mı senin??" Sylvan ağzı açık bakakaldı.

"Evet."

"Ben de evde eğitim gördüm ama bizimkiler bir tık değişik olduğundan en erken dokuzda kalkıyordum - ki burda dokuzda dersler başlıyor. O yüzden sudan çıkmış balığa döndüm." diye konuyu devraldı saçları şu an siyah olan Chasity.

Nott ailesinin sıkıntılı olduğunu duymuştu ama Theodore'un babası yüzünden gün doğmadan kalkmak zorunda kalacağını da düşünmemişti açıkçası. Ayrıca Theodore'un ilk kez ailesinden bahsetmesine rağmen ses tonu ve cevaplarından çok da haz etmediğini fark etmişti.

"Dokuz mu?" diye haykırdı Sylvan sesi i'yi uzatırken çatlayarak. "Ben okula giderken yedi gibi kalkıyordum, off keşke annem de o kadar rahat biri olsaydı da evde rahat rahat ders görseydim."

Sylvan beş karış suratıyla homurdanırken Quirell sınıfa girmiş, sarışın oğlanın hayıflanmasını yarıda kesmişti.

Birkaç dakikaya birbirlerine olabildiğince yakın oturan üçlü kekeme adama dikkat kesilmiş, binalarına yaraşır şekilde derse odaklanıyordu. Sonuçta beş yıl üst üste Slytherin'in birinci olması, Ravenclaw'un ise az puan farkla ikinci gelmesi tesadüfi değildi. Torpil olmadıkça da ne Hufflepuff ne de Gryffindor onlara yetişebilecek gibiydi.

---

Günler Hogwarts'ın taş duvarları arasında birbirlerini kovalarken üçlü için dersler bir rutin haline gelmiş, şatoya (ve ifrit gibi horlayanlara) olabildiğince alışmışlardı. Ayrıca Chasity'yi derse yetiştirmeye, Theodore'un da uyumasını sağlamaya çözüm bulmuşlardı. Chasity'nin evden aldığı bir mektupta tavsiye edilen basit bir Muffliato Theodore'un borazan gırtlaklı oda arkadaşının sesini gizlerken uykusunu almasını sağlıyordu dediği üzere, uykusunu alabilmesi de zamanında uyanabilmesi anlamına geliyordu - ki böylece kızlar yatakhanesinin önüne gidip seslenerek uyuyan güzeli uyandırabiliyordu. Böylece ikisi de paçayı kurtarıyordu.

Chas aradan bir ay geçmesine rağmen Dora'yı beklediğinden az görebiliyordu. Genç kızdan kaynaklanmıyordu aslında, daha çok Chasity'nin verilen ödevler ve iki oğlan yüzünden vakti olmuyordu.

Ama bugün Tonks'la vakit geçirmeye kararlıydı. Ödevlerini vaktinde bitirmişti, Sylvan ise daha başlamamıştı bile. Theodore'un da anca yarısı bitmişti. Beraber çalışırken atışmak yerine Chasity gibi ödevlerini bitirmeye odaklansalar şu an ödev yetiştirme gerginliğiyle yanıp tutuşmak yerine rahat olabilirlerdi, ayrıca kütüphaneden de şutlanmamış olurlardı.

Chasity cumartesi sabahının rahatlığıyla kahvaltı sonrası baykuşhaneye gidip birkaç gün önce yazıp yollama fırsatı bulamadığı mektuplarını yollamıştı. Mektuplardan biri eveydi, Barty ve babası birkaç gündür yazmıyordu ve bu da onu meraklandırmıştı. Çok yüksek ihtimalle babasının gizli işleriyle alakalı bir yerlere gitmişlerdi ve mektupta bahsedip de mektubun görmemesi gereken kişilerin eline geçme riskine girmek istememişlerdi.

Diğer mektup ise uzun süredir görmediği vaftiz babası Remus'aydı. Regulus'un abisiyle alakası olduğu halde tahammül edebildiği sayılı kişilerdendi, aynı zamanda en sevdiği Gryffindor diyebilirdi. Bu yüzden planlarını paylaşmakta sakınca görmemişti. Zavallı adamcağızı da son yıllarda tekrar berbat olan hayatında ilk kez tekrardan güldürebilmişti Chasity'nin yaşadığını ve yanında olduğunu göstererek. Tabii görevleri ve bazı özel durumlarından çok nadiren onunla görüşebiliyordu ama hiçbir zaman doğum gününü ya da özel günleri/durumları kaçırmamıştı. Hogwarts'a başlaması da bu özel durumlardan sayılırdı. İkinci gününde eline vaftiz babasından tebrik mektubu gelmişti, yazılanlardan genç adamın sonunda soluklanabildiğini, birkaç aylığına da olsa evinde olduğunu öğrenince olabildiğince sık yazma fırsatını kaçırmamıştı.

Her ne kadar babası elinden geldiğince ailesini anlatsa da bilgisi sınırlıydı. Regulus hayatının çoğunu James Potter'a kin güderek geçirmişti, Lily'yi James'i tanıdığından daha iyi tanısa da o da bir yere kadardı. Barty desen Regulus'tan da alakasızdı. Bu konuda da Remus kurtarıcı oluyordu, gençlik yıllarından, anne ve babasından bahsederek kızın gözünde bir tablo yaratabiliyordu. Atladığı bilgiler vardı elbet ama bazı şeyleri bilmek için Chasity hala küçüktü.

Mektupları yolladıktan sonra bahçeye inip Dora'yı aramaya başladı.

Şatonun mimarisi ve araziyi her ne kadar sevse de böyle durumlarda daha küçük olmasını tercih ediyordu. En azından aradığı birileri olunca bulması daha kolay olurdu.

İşin daha sinir bozucu yanı etrafta Hufflepuff da yoktu ki sorabilsin. Sanki bütün Gryffindorları bahçeye salıvermişlerdi. Mezarını arayan bir hortlak gibi etrafta aval aval dolaşmaktan başka çaresi yoktu. Onu yapıyordu ya zaten...

Şatoya girip biraz da orada bakınmaya karar verdiği sırada kızıl saçlı, yüzü çillerle bezeli, yapılı bir Gryffindor (herhalde ona acıyıp) yanına adımladı.

Yedinci sınıf olmalıydı aynı Dora gibi.

"Biraz kafan karışık gözüküyor, yardımcı olabilir miyim?"

Genç adam dış görünüşü aksine fazlasıyla arkadaş canlısı bir yapıya sahipti.

Çok da uzun sayılmazdı ama yine de vücut yapısı ve yaydığı enerji kısa hissettirmiyordu.

Bir an tereddüt etse de kızıl saçlı Gryffindor'a döndü,

"Şey, aslında birini arıyorum. Bahçede olabileceğini düşünmüştüm, hava güzelken içerde duracak biri değil de.." Boş konuştuğunu fark ederek sadede geldi. "Tonks'un nerde olduğunu biliyor musun? Çiklet rengi genelde saçları, benim gibi metamorfmagus, Hufflepuff."

Gryffindor oğlan onu sabırla, sakince dinlemişti. Tavırlarından en az bir - iki kardeşi olduğuna emin olmuştu Chasity, başka türlü birinci sınıf bir velede kimse bu kadar yardımcı olmaz ya da bu kadar sakin ve sevecen olmazdı.

"Biliyorum biliyorum," Gülmemek için kendini bastırıyor gibiydi. "Doğru tahmin ettin, bahçede. Gel seni yanına götüreyim."

Chasity 'olur' dercesine kafasını sallayarak kızıl genç adamın peşine bir ördek yavrusu edasıyla takıldı.

"Chasity olmalısın, değil mi?" diye sordu. "Tonks bahsetmişti senden."

"Evet.. Neden direkt arkadaş olduğunuzu söylemedin?"

Omuz silkti,

"Bu arada ben de Charlie Weasley, memnun oldum Chasity." Gülümsedi. "Hakkında o kadar hikaye duyduktan sonra tanıştığıma sevindim."

Tonks ve Chasity gerçekten yakındı, her ikisinin de kardeş eksikliği çekmesine rağmen (Chas'in olaylar bir tık karışık olsa da) abla - kardeş ilişkileri vardı. Yine de Chasity, Tonks'un ondan bu kadar bahsedeceğini tahmin etmezdi.

İçinde gıdıklayıcı bir sıcaklığın dağıldığını hissetti, nedensizce bu hoşuna gitmişti ve fazlasıyla mutlu etmişti onu.

"Ben de memnun oldum." diyerek gülümsedi.

"Eee, Hogwarts nasıl? Şatoya alıştın mı? Derslerin nasıl gidiyor?"

"Güzel, derslerim de fena değil. Merdivenler haricinde alıştım gibi." Az ilerde, gölün kenarında Tonks'un pembe saçlarını seçebiliyordu.

"Senden bir yaş büyük ikiz kardeşlerim var, bir ara tanıştırayım sizi. Kafanız uyar bence."

Tam da Chasity'nin tahmin ettiği gibiydi.

"İkiz kardeşlerin mi var?" diye sordu. Daha önce hiç ikiz görmemişti. İzole yaşamın sorunları. "İki aynı yaşta kardeş çok uğraştırıyor olmalı..."

Chasity tek çocuk olduğu halde evde kendi başına yeterince uğraş çıkarmaya yetiyordu. İki aynı yaşta çocuğun evde nasıl da kaos çıkaracağını tahmin bile edemiyordu!

"Aslına bakarsan altı kardeşim var. İkizler dördüncü sırada. En büyüğümüz Bill, benden iki yaş büyük. Benim bir küçüğüm Percy, o da şu an okulda. İkizlerden iki yaş büyük, dördüncü sınıf şu an. İkizlerin küçüğü de Ron, seneye okula başlıyor. En küçüğümüz Ginny. Evin tek kız çocuğu, küçük prensesimiz."

Charlie anlatırken mental olarak Chasity yorulmuştu.

"Annene kolay gelsin." diyebildi şok içinde. Kadıncağızın işi zordu... Yedi çocuğun düşüncesi bile tüylerini diken diken etmeye yetiyordu.

Charlie sözleri üstüne kahkaha attı. Yeterince açıklayıcı olmuştu.

Göz açıp kapayana dek göl kenarına varmışlardı.

Tonks ilk Charlie'yi gördü, kaşlarını çattı,

"Senin antrenmanın yok muydu kaptan?" diye sordu muzip bir sesle.

"Varr," diye uzattı harfleri, "ama yolda ünlü Chasity ile karşılaşınca kendimi yardım etmekten alıkoyamadım."

Chasity, Charlie'nin arkasından fırlayıp el salladı,

"Selam, Dora!"

Tonks'un gözleri parıldadı kızı görmesiyle, saçları daha canlı bir pembeye dönmüştü,

"Chasy!" diye haykırdı. "Seni gördüğüme sevindim."

Küçük Slytherin'i kucakladıktan sonra iki numaralı Weasley'ye döndü,

"Geç kalacaksın sonra yine bizim takım yenince zırlayacaksın Weasley, hadi yallah." dedi kızın saçından iki tutamı eline alıp oynayarak. Tutamlardan birini ona doğru salladı, "Teşekkür ederiz bu arada."

"Teşekkürler Charlie," diye tekrarladı Chasity, "Tekrardan memnun oldum."

Chasity insanlara kolay kolay ısınmazdı. Ancak enerjisi uyan tiplere hızlıca kaynaşabilirdi. Charlie de ona Tonks'u anımsatıyordu, daha sakin versiyonu.

"Gryffindor siz porsukları ezince görürüz Tonks!" diye Dora'ya karşılık verdikten sonra Chasity'ye gülümsedi, "Sonra görüşürüz Chasity, bir dahakine umarım daha fazla konuşma fırsatımız olur. Tonks hakkında komik anılarını dinlemeyi iple çekiyorum!"

Charlie gülerek Quidditch sahasına yol alırken Dora arkasından çocukça dil çıkarmakla yetindi.

"Eee," diyerek sırıttı sanki az önce Weasley'nin ardından homurdanan o değilmiş gibi. "Neler yaptın, kimlerle arkadaş oldun -illa arkadaş edindiğine eminim, evet-, nasıl buldun Hogwarts'ı?"

İki metamorfmagus kaçırdıkları haftaların acısını çıkarırcasına saatlerce muhabbet ettiler, beraber zaman geçirdiler.

Chasity, Dora'nın yakında mezun olup seherbazlık eğitimlerine başlayacağını biliyordu, bu yüzden kısıtlı zamanlarını olabildiğince iyi değerlendirmek istiyordu. Ne de olsa Tonks artık yetişkin olacaktı ve işleri yüzünden eskisi kadar ona vakit ayıramayacaktı.

Bu düşünce onu üzse de zamanı geri alamazdı...zaman döndürücü çalması şu anlık imkansız gibiydi. En iyi seçeneği doya doya bolca vakit geçirmekti Hufflepuff'la.

O da tam olarak bunu yapıyordu.

 

 

Chapter Text

 

 

 

 

 

Chasity'nin Fred ve George Weasley ile tanışması aslında çok komik bir hikayeydi. Tabii bizim açımızdan, Chasity için çok da hoş bir deneyim sayılmazdı. Özellikle Fred Weasley yüzünden katil olabileceğine inanıyordu.

 

Charlie aslında iyi niyetli düşünceler ışığında bu (sonucunda ucube çıkan) fikre kapılmıştı; Chasity ve ikizler yakın yaştaydı, Chasity iyi bir kızdı ve eğlenceliydi -hem o ve Tonks gittikten sonra birbirlerine destek olabilirlerdi. Maalesef kardeşlerinin huylarını düşünmemiş ve fazlasıyla naif davranmıştı. Pardon çoğul ek mi koymuşum? Kardeşinin olacaktı o...

 

Fred ve Chasity'nin bu kadar olaylı tanışacaklarını Tonks da tahmin etmemişti. Evet, Fred'i çok tanımıyordu ama Chasity'yi iki yaşındaki el kadar bebek halinden beri tanıyordu ve daha yeni tanıştığı birine karşı bu kadar.. vahşi oluşuna ilk kez tanık olmuştu. Gerçi kızı da pek suçlayamazdı, Fred insanın damarına basmayı çok iyi biliyordu isteyince.

George'la konuşmaya ya da herhangi bir etkileşime geçmeye çok da fırsatı olmamıştı bu ani gelişen kavga sırasında. Yine de ikizinden daha az sorunlu oluşunu takdir etmişti.

Theodore ise durumdan en az Chasity kadar şikayetçiydi; gün içerisinde Fred Weasley bütün işleri arasında bir şekilde Chasity'yi buluyor, onun sinirlerini yerle bir ediyor, sonra da kızın gece yatana dek Weasley'yi şikayet edişiyle Nott oğlanını baş başa bırakıyordu.

Yine de Theodore sabırlı ve (genelde) sakin biriydi, olaylara bulaşmamış, sadece arkadaşının çilesini dinleyerek ona destek olmuştu. Böylesi çoğu açıdan daha iyiydi.

Bütün bu olaylar arasında Sylvan'la arkadaşlıkları da ilerlemişti. Öyle ki üçü bir arada olmayınca profesörler bile kuşkulanıyordu. Aralarından biri etrafta olmasa bile diğer ikisi illa beraber görülüyordu.

 

Cadılar Bayramı yine soğuk bir esintiyle gelip geçmiş, Kasım'da yağmurlar yağmış, Aralık'ta ise ilk kar atıştırmaya başlamıştı. Şimdi ise şubat sonlarıydı. Günler martın kapısına dayanmışken hala kar yağışı ocaktaki yoğunluğunu koruyordu. Bu sene yaz geç gelecekti herhalde.

Chasity kıştan hoşlansa da sonbaharı tercih ederdi, her ne kadar ekimden pek haz etmese de eylülün başlarında yaprakların bulundukları dallarda çürüyerek ölüşü, nazikçe esen rüzgarla sıyrılarak yerleri süslemeleri; kasımda havaların aniden soğurken yağmur bulutlarının denizdeki dalgalar misali bir gelip bir gitmeleri, sisin ormanın üstüne çökmesi ve renklerin retro bir hal alışını seviyordu. Yaşam sadece renkli taç yapraklarından oluşsa, dikenleri olmasa, o gülü temizlemeye gerek kalmazdı, sadece birkaç kez bakıp varlığını bir - iki günde unutacağın- o kendine her gün suyunu yenileyerek daha uzun taze tutacağına söz verdiğin vazoya koyardın, tazeliğini boş beleş yitirip giderdi. Dikenleri temizlemekse anı yaratıyordu, sivri uçların elinde bıraktığı izleri gördükçe gülü anımsar, suyunu yeniler ya da onun güzelliğini seyreder-düşlersin. Chasity çirkin ya da tuhaf sayılan şeylerde güzellik bulmayı bu yüzden seviyordu. Hayatına anlam katıyorlardı.

Tam da bu yüzden Biçim Değiştirme'ye giderken Filch'in odasının aralık kapısından gördüğü o eski püskü parşömene kafayı takmıştı.

Eğer bir özelliği olmasaydı o parşömen orda olmazdı. Filch pek de hoşlandığı kişi bir kez dokundu diye o eşyayı saklayacak birine benzemiyordu- gerçi Filch, kedisi Bayan Norris dışında hiçbir canlıdan hoşlanıyora da benzemiyordu.

Chasity neden bu kadar takıldığını da bilmiyordu bu konuya aslına bakarsanız, sadece o parşömeni istiyordu.

Bazen yolunu uzatıp bilerek o koridordan geçiyor, bazen de Sylvan ya da Theo'yu bilerek orda durdurup oyalıyor, kapı açık mı ya da parşömen hala orda mı diye kontrol ediyordu.

Bu sefer de bağcığını bağlıyordu aynı yerde.

Acaba Filch ortada yokken odaya girebilir miydi? Ya da girdi diyelim, parşömeni de aldı, Filch onu bulur muydu? Çok da belli etmemişti herhalde kapının önünden geçerken...

"Neye bakıyoruz?"

Önünde çömelip ona gözlerini diken Fred Weasley'den başkası değildi tabii.

"Seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmayı ne kadar da seviyorsun öyle Weasley!" diye terslemekle yetindi.

Zamanını onunla kaybetmeyi planlamıyordu.

"Ama öyle deme Black, seni sinir etmek, seni çıldırtmak benim en büyük ilgi alanlarımdan."

Yüzündeki aptal sırıtış onu merdivenlerden yuvarlasa yine durur muydu acaba?

"Belki de kendine bir hayat edinmelisin, Weasley."

Fred onu baştan aşağı süzdükten sonra,

"Neyin peşindesin acaba Filch'in odasında." diye fısıldadı sadece o ve arkasında bezgin bezgin atışmayı izleyen George'un duyabileceği bir sesle.

"Sana yeni beyin bulmuştum aslında."

Fred, umduğunun aksine hiçbir şey söylemedi, sadece aralık kapıya bir bakış attı ve gözlerini ruhunu okumuşçasına gözlerine dikti. Ardından, "Sonra görüşürüz, Black." diyerek Chasity'ye belki de en nazik vedasını etti.

George da ikiliye tuhaf bakışlar atmayı ihmal etmeden ikizinin peşinden koridorda ilerledi.

İşte bu Chasity'yi korkutmuştu. Daha sinir bozucu olan Weasley'nin bu kadar sessiz olması pek de hayra alamet değildi. Odaya baktığını tabii fark etmişti ama herhalde parşömeni de anlamış olamazdı, değil mi? Tek bir denk gelişle anlayacağı bir şey değildi, eh, Chasity'yi yedi/yirmi dört gözetleyecek de değildi ya...

Beynini kovana üşüşen arılar gibi vızırdatan düşünceleri kafasından atmak istercesine salladı. Düşünmeye başlayınca bir şekilde kendi hayal gücünde boğulmayı başarıyordu her seferinde. Hem bir konu üstüne ne kadar kafa yorarsa kendi o olayları yaşatmaya o kadar iterdi.

Sylvan ya da Theo'yu bulma umuduyla sıradaki dersinin sınıfına ilerledi, KSKS. Neyse ki Quirell çok da sıkıntılı bir tip değildi, hatta sevimli bir adam diyebilirdi.

Theodore ortalıkta görünmüyordu, çocuğu öğlen arasına girmeden önce görmüştü en son. Pek de bir şeyi yok gibiydi gerçi o zaman da...

Sınıfın kapısından içeriye adımını atarken ani bir ağırlığın üstüne adeta çullanmasıyla bir an yalpaladı, ayakları birbirine dolandı. Düşmemek için kapıya tutunması gerekti.

Kafasını kaldırınca gördüğü sarı saç yumağı yine şaşırtmamıştı. Sylvan ağzı kulaklarında ona bakıyordu.

Dudaklarında istemsizce oluşan sıcak bir gülümsemeyle selamladı Rosier oğlanını.

"Neredeydin öyle ya?" diye sordu sarışın oğlan bu sefer yüzünü buruşturarak. "Theo'yla sana baktık ama dediğin gibi kütüphanede yoktun, Chas. Tonks'a bile sorduk yerini!"

Chasity en uygun dille yediği haltları nasıl anlatacağını düşünürken, ikili, sınıfa girmek isteyen öğrenci sürüsünün hıncına uğrayınca kapıyı tıkadıklarını fark ederek diğerleriyle beraber sınıfa girdi.

Theodore hâlâ görünürde yoktu, Chasity biraz telaşlansa da anlatacaklarına Nott'un kızacağını tahmin edebiliyordu, o yüzden hazır kumral çocuk ortada yokken en az kendisi kadar burnu boktan kurtulmayan, onunla beraber her türlü belaya bulaşacağına emin olduğu Sylvan'a anlatmaya kararlıydı.

Sınıfın arka köşesinde bir yer belirleyerek eşyalarını yerleştirdiler.

Chasity vakit kaybetmeden sesini alçaltarak konuya tabiri yerindeyse tam olarak bodoslama daldı,

"Sylvan, ben neden olduğunu bilmesem de Filch'in odasındaki bir eşyaya kafayı taktım. Ne yapıp edip onu almamız şart."

Sylvan ona 'bu ne hız' dercesine bir bakış attı,

" 'Merhaba Sylvan, ben bir halt yedim'e noldu?" diyerek nefesinin altından güldü. "Ne eşyası?"

Chasity onları dinleyen başkasının olmadığına emin olduktan sonra yanıtladı,

"Ben de ne olduğunu bilmiyorum ama eski bir parşömen -hayır bana o bakışı atma, normal bir parşömen değil o!"

"Açıp baktın mı?"

"Açıp bakmış olsam şu an bunu konuşuyor olmazdık, çoktan ceplemiş olurdum ki."

"Gerizekalı neden o zaman Filch'in sümüklü parşömenini alıyoruz???"

Omuz silkti,

"Filch boşu boşuna onu alıkoymuş olamaz, kendine ait olamayacağı zaten ortada. Adamın eşyası olsa niye öyle bir yerde dursun? Bir albenisi var ki o odada." Tüy kaleminin ucuyla oynuyordu bir yandan. İşaret parmağını etrafına dolamaya çalışıyor, tüyü kovalıyordu.

"He sen o yüzden bizi hep orda durdurdun değil mi? Odayı kolluyordun."

Chasity kafasını salladı.

Sylvan alt dudağını büktü ve saçını karıştırdı,

"Şu parşömenden saçma sapan bir şey çıkarsa Theo'nun gazabıyla bi başına bırakırım, söylemedi deme sonra."

Chasity'nin gözleri sevinçle parladı, saçları bir anlık ışık yanılsaması gibi siyahtan kızıla döndü. Kollarını Rosier'ın etrafına doladı ve mırıldandı, "Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim. Bir tanesin!"

Sylvan övgü yağmurunda şımararak gevrek gevrek güldü,

"Ehe he, öyleyim tabii."

Chasity kollarının arasından sıyrılarak geri çekildi,

"Theodore bilmeyecek."

Kafasını gözleri kapalı, onaylarcasına salladı,

"Theodore bilmeyecek."

"Theodore neyi bilmeyecek?"

Nott'un aniden belirmesiyle nerdeyse çığlık atarak yerlerinden sıçradılar. Bu çocuk bu kadar sessiz ortaya çıkmayı nasıl başarıyordu ki böyle?

Theodore kaşlarını çatarak ikiliye döndü,

"Ne işler çeviriyorsunuz yine?"

Süt dökmüş kedi gibi hareketleri ve suçlu bakışları her şeyi açıklıyordu zaten, Theodore yine de onlardan duymayı istiyordu.

Sylvan cübbesinin yenini bir sağa bir sola çekiştirirken uzatarak yanıtladı,

"Hiiiç."

"Sen neredeydin bu arada?" diye atıldı Chasity konuyu değiştirme umuduyla. Barty'nin yargılayıcı bakışlarını üstünde hissedebiliyordu, 'Ben böyle mi öğrettim velet?'.

"Üstüme mürekkep döküldü bazı Gryffindorlar yüzünden." diye homurdandı yeşil gözlerini devirerek.

"Weasley ikizleri." diye fırladı Sylvan yırtık çoraptan çıkarmışçasına.

"Bir gün birimizin elinde kalacak o ikisi ya hadi bakalım." demekle yetindi Chasity düşünceli bir sesle.

"Bana soruyorsun da sen neredeydin Chasity?" diyerek şüpheli bir bakış attı Theodore. "Kütüphanede yoktun."

"Tuvalet." diye omuz silkti.

Theodore pek inanmamış gibi gözükse de üstelemedi, ikili de buna minnettardı.

 

 

Sylvan ve Chasity bir araya gelince beyin hücreleri ya sıfırlanıyor ya da birleşip muazzam sonuçlar çıkarıyordu. Genelde birincisiydi ama...

Parşömen olayı da aslında bunun en iyi örneğiydi.

Theodore'u haberdar etseler çocuk her şeyi çok daha kolaylaştırabilirdi, eşi benzeri görülmemiş bir soğukkanlılığı vardı çocuğun. Hem planlamada da baya iyiydi.

Kaos ikilisine unutamayacakları bir ders olmuştu sonuçta..

Filch'ten kaçmak hafta sonu planları arasında yoktu, gerçi Sylvan'ın kıçını Ravenclaw Ortak Salonun'nda yaymak dışında planı da yoktu ki...

Her neyse, parşömene ellerini süremedikleri halde çalmakla suçlanıyorlardı. Yani gerçekleştirememiş oldukları bir suçla suçlanmak da biraz ironikti açıkçası.

Nefes nefese kalmak bir yana, o kadar yorulmuşlardı ki sanki buzdan iğneler soluyormuş da genizlerini o minik, sivri iğneler boydan boya yarıyor, bir de dalaklarına saplanıyormuş gibiydi.

Chasity biraz daha koşarsa ciğerlerindeki bütün oksijenin çekileceğini ve bacaklarının onu yarı yolda bırakacağını düşünüyordu.

Sylvan da ondan çok farklı değildi elbet, bir yandan okkalı küfürler savuruyor, bir yandan da Chasity arkada kaldıkça elinden tutarak onu hızlandırmaya çalışıyordu. Şu ana dek hiçbir profesöre denk gelmemiş olmaları da ayrı bir komediydi. Filch'in eline düşmektense McGonnagall'ın diline düşmeyi tercih ederdi doğrusu...

Kesin animagus olsa çita gibi bi şey olurdu.

Hem oradan kedigiller familyası sayesinde bir bağ kurabilirdi belki McGonnagall'la.

"Chasity, daha hızlı koşsana lan!"

"Bayılmak üzereyim!"

"Az daha tut!"

"Çiş mi bu da tutayım??!"

"Ne bileyim ben, hiç bayılmadım daha önce ki!"

Koridorlardan geçen öğrenciler bile durmuş onları izleyip gülüyordu.

'Peşinizde yağdanlık Filch olsun da göreyim sizi de...' diye içinden geçirdi Sylvan.

Chasity belirli bir düşünce oluşturamayacak kadar yorulmuştu ya da sadece beyninin o kısmını Sylvan'a kısa süreliğine devretmişti. Aklında sadece daha çok koşmak vardı.

Neyse ki bölüm başkanlarından biri onlara acıyıp profesörlere haber vermişti.

Koşmaktan beyinleri otomatiğe geçmiş, duramayacak bir haldelerdi. Babası ve tayfasından tecrübeli olunca kızı da çok zorlamamış olsa gerek, Minerva ikiliyi basit bir büyüyle durdurmuştu.

"Neler oluyor burda böyle?!"

Chasity belki de düşünebilecek halde olsa bu adamın o yaşta nasıl onlara bunca yol ayak uydurduğunu sorgulayabilirdi ama dediğim gibi, çok yorulmuştu.

Eee, dün yediğin hurmalarr-

"Bu ikisi odamdan eşya- ay bir dakika.. Hoh... nefesim kesildi-" Filch dizlerine yasladı avuç içlerini, biraz soluklandı profesörün şaşkın bakışları altında. "Bu ikisi odamdan el konulan eşyalardan birini çaldı!"

Sylvan oracıkta uyumayı düşündü bir ara, aman zaten Filch boş boş konuşuyordu, McGonnagall da onları durdurmuştu. En fazla uyandırılırdı az sonra. Tendonları kopmuşçasına acıyordu. Hatta tendonları değil, bacağındaki bütün kaslar çizgi-filmlerde halatların kıl kıl kopması gibi kopmuştu sanki. Senelik spor ihtiyacını karşıladığına canı gönülden düşünüyordu.

Kızaran alnında boncuk boncuk terler birikmiş ama terleri silmeyi bırak, kolunu kaldırmaya bile hâli yoktu!

Chasity de aynı durumdaydı ama onun aksine konuşmaya kilitlenmişti. Nefesi az da olsa düzene girene, kulaklarının çınlaması dinerek yerine bir uğuldama gelene dek de sustu. Ardından,

"Biz hiçbir şey çalmadık kokuşmuş odandan!" diye itiraz etti.

"Yalan söylüyor!"

McGonnagall burnunun direğini sıvazlayarak iç çekti,

"Neden ikisi olduğunu düşünüyorsunuz Bay Filch? Kanıtınız var mı?" diye sordu bir yandan gözünün ucuyla iki birinci sınıfı süzerek.

Filch ağzından bir lama edasıyla tükürükler saçarak hırladı,

"Ne zamandır odamı dikizleyip duruyorlar, hem o şey yok olduğu sırada yakındaydılar!"

"Biz ya- üstümüzü arasanıza!" İnkar ederek bir yere varamayacaklardı, Filch'in illa görmesi lazımdı.

Uğraştırıcı bir sorgu sual sonucu biraz da Snape'in el atmasıyla paçayı kurtarmışlardı.

Sylvan'la homurdana homurdana yemeğe giderlerken beynine kan sıçratansa Fred Weasley'nin yanında Peeves'le el sallayarak sırıtmasıydı. Yok, çocuğun yüzünü görmek yalnız başına o kadar etki etmiyordu daha, sıkıntı elindeki parşömendi.

 

 

Chapter Text

 

 

"Filch'le okul boyu köşe kapmaca oynamayı sağlayacak ne halt yemiş olabileceğinizi artık anlatacak mısınız?!"

Theodore, ikiliyi karşısına almış, bahçenin gözlere ırak kalabilecek bir kesiminde; göl kenarında, bir ileri bir geri ilerleyerek oval çiziyor, baharın ilk demlerinin nasibiyle ıslanmış, çamurlu zeminde onları volta atarak azarlıyordu.

"Ama kızacaksın," diyerek dudağını büktü Sylvan. O da aynı Chasity gibi, Theodore'un önünde bulunan iki büyük taştan birine oturmuş, daha doğrusu konduğu yere büzüşmüştü.

Chasity sınıfta söz almak istermişçesine elini kaldırdı en az Sylvan kadar sıkkın bir ifadeyle.

Theo, baygın gözlerini ona çevirdi, arkadaşlarının ondan sır saklamasına kırılmıştı. Tabii, başlarına bela açmaları da kızmasına neden olmuştu ama onu yok saymaları, daha da kötüsü onun onlara ihanet edebileceğini düşünmeleri...

Theodore pek de iç açıcı bir geçmişe sahip değildi, çoğu safkan gibi... Annesi dışında da güvendiği pek yoktu. Hogwarts'a geldiğinde babasının gölgesi olmaktan çıkabilmeyi, kendisi için bir yol çizmeyi umuyordu, gerçek arkadaşlar bulmayı, kendisi olmayı, güvenmeyi...

11 yaşındaki Theo'nun bu durumda ne kadar kırgın hissettiğini düşünmek çok da zor değil.

 "Söyle, Chasity." diyerek iç çekti. "Senin bahanen ne? Yoksa yanıt alacak mıyım sonunda?"

"Hey!" diye atıldı isyanla, Sylvan. "Ben niye 'Rosier' oldum da Chas hala Chasity??"

Kaşlarını çatmış, çocuksu bir inatla kendinden daha uzun oğlana kollarını çaprazlayarak bakıyordu.

Theodore ters ters bakıp gözlerini kısmakla yetindi.

O sırada da Potter düşüncelerini toparlamış olacak ki konuşmaya başladı,

"Theo, eşeklik ettik, özür dileriz ama senin başını belaya sokmaman en iyisi olurdu. Planı söylesek reddedersin ve bizi vazgeçirmek istersin diye düşündük - ki tamamen normal de, sonuçta baban... şey, sıkıntılı işte. Sana kızabilirdi."

Nott volta atmayı kesti ve ellerini cebine sokarak bir anlık dikildi öylesine. Sylvan da ciddiyetini yeniden kazanmış, pür dikkat kumral oğlanın hareketlerini izliyordu. Chasity ise yüzünde belirsiz bi ifadeyle Theodore hariç her yere bakıyordu.

"Gerçekten bu yüzden miydi?" diye sordu Theodore alçak bir tonda, anca çıkarabildiği sesiyle. Gittikçe de sesine bir yorgunluk, bir titreme ekleniyordu. "Gerçekten beni mi düşündünüz, yoksa kendinizi mi? Söyleyin, çünkü eğer aramızda bir güven yoksa ben zamanımı harcamak istemiyorum. Aynı şeyleri yaşamak istemiyorum."

Konuştuğu süreç boyunca gözleri aynı Chasity'nin o hariç her yere bakması gibi ikili hariç her yerdeydi. Cümlesi bitinceyse bir yırtıcının soğuk bakışlarıyla ikiliyi adeta delip geçiyordu.

Aslında ne Chasity ne de Sylvan olayın bu kadar uzayacağını düşünmüştü. Hatta Theodore onlara göz devirir de olay kapanır sanmışlardı. Birbirlerini yakından tanısalar da, derinlerde gizledikleri travmalarının aslında hiç de birbirlerini bilmediklerini fark ettirmesi ikisini de şok etmişti.

"Sana güvenmesek bence arkadaş olmazdık bile," diyerek sessizliği Sylvan bozdu. "En azından benim için durum bu."

Chasity yanağını dişledi, Sylvan ve Theo'ya ailesine güvendiği gibi güvendiğini biliyordu ama bu nasıl kanıtlayacağını ya da yeterince ifade edebilip - edemeyeceğini bilmiyordu.

"Peki," dedi çok da ikna olmamış Theodore'a bakarak. "Sana en büyük sırlarımızı söylersek üçümüzün de birbirine olan güvenini onaylamış olur muyuz?" 

Theodore bir anlığına bu kendinden emin teklif karşısında, 11 yaşındaki veletlerin ne gibi bir sırrı olabileceğini düşündü, ardından Chasity'nin gözlerinden akan kararlılık ve arkadaşlarının ona gerçekten güveniyor olduğunun düşüncesi onu kabul etmeye itti.

Kafasını salladı.

"Benim-!" 

"ŞŞŞTTT" diye tısladı Chasity ve bulundukları alana bir muffliato yaptı. "Şimdi devam et. Bizi kimse duyamaz artık."

Bir anlık Theo'nun gözü parlar gibi göründü.

Sylvan durdu, "Yok," dedi. "Sen anlat ilk. Pat diye dalıverdim ama hanımlar önden."

"İyi o zaman, şey... Biraz oturmak isteyebilirsin sen de Theo," diyerek anlatmaya başladı Regulus ve Barty'yle olan o enteresan yaşamını.

O anlatırken Sylvan ağzı bir karış açık dinliyor, şekilden şekle giriyor, Theodore ise gözlerini kırpıştırıyor, ne dediğine şaşırarak kaşlarını çatıyordu.

"Yani hayatının büyük bir kısmı yalan, soyadın yalan, ailen yalan..." dedi ve dudağını büktü Rosier. "Daha da eğlenceli çıkıyorsun gün geçtikçe, ajancılık da oynar mıyız ilerde? Baban da izin verise?"

Theodore kafasına bir şaplak indirdi,

"Sırası mı sence?"

Ellerini teslim olurcasına kaldırarak, "Özür, özür..." diye mırıldandı Sylvan.

Üçlüyü tabiri yerindeyse zamkla yapıştıran olay, dramatik ve saçma bir olaydan doğan, sırlarını paylaşma seremonileriydi. 

Theodore'un ailesinin biraz daha iç kesimlerine inmişler, Chasity'nin bütün hayatını öğrenmişler ve Sylvan'ın da düşündüklerinden çok daha kompleks birisi olduğunu fark etmişlerdi.

---

İmpulsif hareketlerle başlarına iş açmak Chasity'nin en sevdiği hobisiydi herhalde.

George Weasley'yi (evet ikizleri ayırt edebiliyordu, bunun çok da zor olmadığını iddia ediyor kendisi) Astronomi dersi çıkışında karşısında bulmuştu. Gecenin yarısı olduğunu göz önünde bulundurunca daha da tuhaf bir senaryoydu.

İkinci sınıf öğrencisi, onu bir köşeye çekmiş ve kızın neden parşömene kafayı taktığını sormuştu. Chasity onun aldığı cevaba tatmin olmamasını beklese de çocuk ikiziyle, önceki sene şatoda etrafı kurcalarken buldukları eski bir geçitte parşömen üstünde çalıştığını söylemişti.

Chasity çocuğun suratına bir süre bön bön bakıp neden ona böyle bir bilgi verdiğini anlamaya çalışmıştı. Sonrasında ise ona acıdığını düşündü, ne de olsa Fred ona sürekli bulaşıyordu (sanki Chasity tamamen masummuş gibi...) ve belki de bir ihtimal, empati yeteneği daha yüksek olan kardeş onun bu durumuna üzülmüştü. 

Bu düşünce yüzünü buruşturmasına neden olsa da o an için güzel bir kozdu, o da bu kozu kullandı.

Peşinden Theodore'u ve Sylvan'ı da sürükleyerek Weasley'nin bahsettiği girişi bölüm başkanları ve Filch'le adeta köşe kapmaca oynayarak aramış, şans eseri Sylvan'ın bir yerlere çarpmasıyla ikizlere baskın yapmışlardı.

Chasity her ne kadar kozlarını değerlendiren bir Slytherin olsa da kendini George'u gammazlayacak kadar acımasız görmüyordu. Bu yüzden aniden onların sesiyle sıçrayarak yüzlerine asa doğrultan Fred Weasley'nin nerden çıktıklarının sorusuna yanıt olarak onları takip ettiğini söylemişti. 

"Gerçekten ne olduğunu bile bilmediğin bir kağıt parçası için bu kadar riske girdin mi?" diye sordu Fred yüzünde inanamaz ama alaycı bir ifadeyle.

"Sen girerken sorun yoktu, ben girince mi oldu?" dedi Chasity göz devirerek.

Rosier ağzını yaya yaya esnedi ve uyuşuk ama bıkkın bir tonda mırıldandı, "N'olur verin şu parşömeni de gidip uyuyayım artık."

Beşi arasında üç saniyelik, kovboy filmlerini aratmayan, Hint dizisi tadında bir bakışma yaşandı. Theodore Fred'in sağ elindeki parşömene, George Theodore'a, Sylvan Geroge'a, Chasity ve Fred de kısık gözlerle birbirine baktı.

İkizler yine kimse nasıl olduğunu anlamasa da birbirlerine telepatik bir işaret vermişler gibi tünelin diğer ucuna doğru koşmaya başladı.

Böylece ucu nereye çıktığı bilinmeyen, toz içinde, avuç içi kadar büyük örümceklerin cirit attığı, soğuk ve ciğerlerinize her nefesinizde ilmek ilmek rutubeti işleyen bu ince uzun tünelin içinde birbirlerini kovalamaya başladılar.

Üçlü bu tünelin en fazla bahçeye ya da şatonun içinde başka bir yere çıkacağını tahmin ediyordu, sonuçta başka nereye çıkabilirdi ki? Böyle korunaklı ve disiplinli bir okuldan Bağıran Baraka'ya ya da Hogsmeade'e gidecek değillerdi ya!

Sylvan mızıldana mızıldana, insan boyutlarında bir sivrisineği anımsatarak arkadan koşarken Theodore böyle bir durumda olmasalar ona saatlerce gülebileceğini düşündü. 

Chasity ise bilim - kurgu filmlerinden fırlamış, hedefe kitlenen robotlar gibi parşömene odaklanmış, onun haricinden bir şey görmüyordu. Sylvan'ın şahane hallerini de o yüzden fark etmedi, maalesef.

Fred ve George da insan oldukları için yorulmuş ve soluklanıyorlardı. İkizlerden biri arkasına doğru bir Petrificus Totalus fırlattı, artık kime denk gelirse... Amaç zaten arayı açmaktı.

Theodore, büyünün gelişini önceden fark ederek arkadaşlarına haber vermeye çabalarken Sylvan yolun ortasından kenara itti iki Slytherin'i. Nerdeyse kendisi büyüyle çarpışıyordu, neyse ki saliselik bir fark onun paçasını kurtarmasına izin vermişti. Sanki babasının hayatı boyunca sahip olamadığı bütün şans hakları onun hayatına ilave edilmişti.

Çok geçmeden ikizlerin önderliğinde tünelin ağzına varmışlardı, bu uzun ve iğrenç bir koşturma Sylvan'ı en az bir yıllığına sporun herhangi bir türüne tövbe ettirmeye yetmişti. 

Ciğerlerini işgal eden bu çamurumsu rutubet kokusunun da kolay kolay burnundan gideceğini sanmıyordu.

İkizler düşünmeden, üstü yosunlanmaya yüz tutmuş tahta kapağı fırlatmak istercesine açmış, kendilerini tünelden dışarı atmışlardı.

Şunu belirtmek isterim ki Fred ve George da tünelin sonuna kadar ilk kez gelmişlerdi. Neyle karşılaşacaklarına dair en fazla üçlü kadar fikirleri vardı.

İşin özeti, bu üstün zekalı, ne olduklarını bile tam bilmedikleri bir kağıt parçası için savaşan beş velet, Yasak Orman'a çıkmışlardı. Yaşanan arbede sırasında içlerinden biri fark etmeden kapağa basmış, zaten paslanmış ve zar zor açılan kapağı sıkıştırmayı başarmıştı.

Sonucunda da birkaç dakika boyunca panik ve suçlama içgüdüsünde yüzmüşler, büyük ihtimalle karşılarına fırlayan, ne olduğunu bilmedikleri yaratık olmasa bu olayı daha da uzatırlardı.

"Ne halt yiyeceğiz???" 

"Vampir var mıdır burda acaba?"

"Bir susun artık da plan yapalım!" diye haykırdı Fred. "Keşkelerle şatoya dönmeyeceğiz."

Chasity gözünün seğirdiğini hissetti. Fred Weasley yanında aldığı her kararla daha da boğulası geliyordu gözüne.

 Theodore ondan önce davranarak sordu, "Buranın nereye çıktığını bilmiyor muydunuz?" 

Fred omuz silkti, George ise alçak bir sesle 'yoo' demekle yetindi.

"Siz GERİZEKALI MISINIZ?!" diye kükredi Nott herkesi ani ton değişimiyle korkutarak. Chasity, Sylvan'ın sıçradığına yemin edebilirdi.

Theodore'un sinirlendiğinde çok ters olduğu bilinirdi ama genelde sabırlı biriydi. Gruplarında daha çok parlayan (Chas'in ters yanı Fred'e özeldi, öfkeden patlayacak hale gelmedikçe kimseyle uğraşmaz, en fazla bir - iki laf sokup geçerdi) Sylvan'dı genelde. 

Fred her zamanki gibi altta kalmamayı sürdürdü,

"Asıl size sormalı, mal mısınız da ne idüğü belirsiz yerde en sinir olduğunuz iki kişiyi takip ediyordunuz?"

"Başka seçenek mi vardı, Weasley?" diyerek göz devirdi. Tonunu alçaltsa da sesinde hala aynı hisler zehir gibi akıyordu.

Fred kollarını iki yana açtı cevabı en bariz şeymiş gibi,

"Bilmem... takip etmemek gibi bir çılgınlık mesela?"

"Se la mia ragazza vuole la pergamena*, başka bir seçenek yok demektir."

Sylvan Chasity'yi dürttü işaret parmağının ucuyla,

"Hava atmak için miydi sence, yoksa duymamızı mı istemedi?"

Chasity dudağını hafifçe sarkıtarak omuz silkti. "Bilmem." diye mırıldandı.

George boğazını temizleyerek araya girdi,

"Çocuklar," diye fısıldadı tedirgin bir sesle. "Kavga edilecekse okulda yaparız ama... sanırım şu an bir yaratık bize saldırmak için pusuda bekliyor."

Sessizlik sadece iki saniye sürdü, on iki - on üç yaşında bir grup velet içi yaratık kaynayan bir ormana düşerse çok da mantıklı bir senaryo da çıkmazdı zaten. Ne yapacaklardı ki? Ne büyü bilirler, ne bir şey... Beşi de avazı çıktığı kadar, akciğerlerini büzmek istercesine, yeri göğü inletecek çığlıklar dizdiler art arda. Çil yavruları gibi dağılırken o karanlıkta hiçbiri bir diğerinin kim olduğunu fark etmiyordu.

Yaratık da peşlerinden geliyor gibiydi.

Şato çok mu uzaktaydı acaba? Ne kadar koşmaları lazımdı daha?

Chasity dalağına giren keskin acıyla kendini bir ağaca zorla yaslayınca anlamıştı yanında ne Sylvan ne de Theo'nun olduğunu. 

Soluklanmaya çalışırken bir yandan karşısında kendisini kopyalan ikizin Fred mi George mu olduğunu düşünüyordu. Sis gibi çöken karanlıkta simasını bırak, saç rengini bile zor seçiyordu. Belki de bu ağaçların bu kadar sık olması yaratıkları örtmekti, diye düşündü. Yoksa niye her biri dalını ötekine uzatabildiğine uzatsın, yeşil bir kubbe oluştursun. Okulun yanında olmasıysa daha komikti...

"Yakında mı?" diye sordu Weasley'ye, daha hangisi olduğunu tahmin edemiyordu.

Kızıl genç kafasını sağa uzattı daha iyi görebilmek için, sonra yavaşça ağacın gövdesinde kayarak soğuk, yapış yapış zemine oturdu. 

"Gözükmüyor," dedi ve ona da oturmasını işaret etti, George'du. Fred olsa bu durumda bile böyle davranmazdı Chasity'nin zannınca. "Herhalde arkadaşlarının peşinde ya da şanslıysak bizi kaybetmiştir."

Onu dinleyerek yere oturdu Chasity de, zemin yağışların etkisiyle hem soğuk hem de cıvık cıvık çamurdu. Neredeyse kel bir adamın kafasında kalmış üç - beş saç teli gibi duran uzun, seyrek otlar da zeminin kelini kapatmaya çalışıyordu. Başarılı değildi orası ayrı.

Bir de küçük çakıl taşları vardı yerde, onlar da otlardan farksız, orda burda çamurun altında kalmış, kabanıza batmaktan başka bir işe yaramıyordu.

"Neden ikizin gibi bana karşı kaba değilsin?" diye sordu Chasity ne zamandır aklında vızıldayan soruya dayanamayarak. "Yardım etmeye de çalıştın kardeşine o kadar bağlı olmana rağmen!"

George derin bir iç çekti, kafasını omzuna yasladı ve belki de karanlıkta ona dikiyordu gözlerini.

"Ben ikizim değilim," dedi, sesi Fred'in aksine daha sakin ve yumuşaktı. Fred fırtınanın içinde gürleyen şimşek, George ise o kara bulutlar gibiydi, bazen de bir hortum... "Biliyorum, sana, niyeyse artık, ayar oluyor. Ama benim sana sinir olmak için sebebim yok. Hiç kötü bir şey yapmadın ki bana! Yani ona da yapmadın- ama anladın işte.. Demek istediğim, sen değişik birisin ve ben arkadaş olmayı düşman olmaya tercih ederim."

"Biraz ironik."

"İronik olan ne?"

Oturduğu yerde dikleşti, batarı geçmiş, nefesi de düzene girmişti artık. "Görünüşünüz nerdeyse aynı, sesleriniz bile benziyor ama o kadar farklısınız ki aynı zamanda."

"Bunu fark eden sayılı kişilerden olduğun için teşekkür ederim," Sesi gülümser gibiydi. "Fred'i çok seviyorum, o benim diğer yarım ama Fred'in gölgesinde kalırken unutulmak da istemiyorum, biliyor musun? Herkes bir alana bir bedava kampanyası falan sanıyor bizi, Fred kelimelerle daha iyi, bu yüzden de daha popüler sanırım...." Omuz silkti hayal meyal, "Neyse, boş boş konuştum, boş ver. Unut son kısmı... Ama sana şunu diyeyim, bence Fred sadece senin sessiz kalmamana biraz sinir(?) oluyor, çünkü ilk defa onunla bu kadar kafa kafaya giden birisi var. Belki de meydan okunmuş gibi hissediyordur."

Chasity kıkırdadı elinin tersiyle alnını silerken, 

"İlk defa bu kadar konuştuk. Baya konuşuyormuşsun sen he... Ben daha sessiz sanıyordum seni."

George bir şey demek yerine omuz silkti yine, Chasity onun yüzünde mahcup bir ifade ve hafif bir kırmızılık hayal edebiliyordu.

Bir süre havadan sudan konuştular, o an için unutmuş gibiydiler durumlarını. Hatırlatan da önlerinde biten iki çift toynak olmuştu.

İlk başta panikleseler de at - adamı fark eder etmez özür dileyerek durumlarını anlatmış, bir güzel de azar işitmişlerdi. 

Adının Firenze olduğunu öğrendikleri at adam, sarı saçları ve bedeniyle, dalların arasından sızan hüzmeler sayesinde gümüşi duruyordu. Hareket etmese heykel sanabilirdiniz. 

Chasity, her büyülü canlıya baktığı gibi, bir karış açık ağzıyla ve ilgiyle parlayan gözleriyle Firenze'ye odaklanmış, anca at adam ona diğer arkadaşları olup olmadığını sorunca bu büyülü transtan sıyrılmıştı. 

Firenze anlattığına göre ikisini görmüş ama peşlerindeki vampir - umacıyı fark edince onu kovalamaya gitmiş, diğer arkadaşlarına dair bir iz görmemişti. Firenze olmasa çoktan yaratığa mama olurlardı...

Chasity ve George vakit kaybetmeden Fred, Sylvan ve Theo'yu betimlemiş, en son ilerledikleri yönü olabildiğince net aktarmaya çalışmıştı sarışın at - adama.

"Teşekkürler, Firenze," demişti arkadaşlarını ararlarken, "Sen olmasan Izzy Stradlin'le olan yüzde beşlik şansım sıfıra inerdi."

At adam pek anlamasa da kem küm ederek rica etmiş, konuyu ne yapıp edip değiştirmişti. En azından Chasity bu şekilde betimlemeyi tercih ediyordu.

Üstü kapalı bir dille kardeşinin kehanetinden bahsetmiş, kendisinin de önemli rolü olduğunu anlatmıştı kıza. Chasity gerçekten Regulus ne yapacaktı çok merak ediyordu. 

Çok geçmeden Firenze'nin yardımı sayesinde üçlüyü bulmuş, ormandan da çıkmışlardı, tabii at - adama teşekkür etmeyi ihmal etmeden.

"Bi dahakine de gölün altına gidelim," dedi Sylvan alay mı belli olmayan bir şekilde. "Su altı atraksiyonumuz da olsun lütfen."

"Dumbledore atraksiyonu yetecek, emin ol." diyerek alnına fiskeyi bastı Theo.

Kapıdan gitmek sıkıntılı olurdu bu saatte, bu da tek bir yola sokuyordu onları; Hagrid'in evinin yolu.

Neyse ki adamcağız hallerini tam algılamasa da (o uykulu haliyle) onların kalmasına izin vermişti bir geceliğine. Gerçi pek de gecesi kalmamıştı günün ya... 

Beşi de anlaşamamayı bir kenara itmiş, Hagrid'in verdiği geniş, yün battaniye altında ısınabilmek için birbirlerine sokulmuşlardı. 

Chasity ilk başta Sylvan ve Theodore'un ortasında yatmaya çalışmış, ancak Sylvan'ın buldozer dönüşlerine kurban kalmamak için Theodore'a yapışmayı seçmiş, sonucunda da sarılarak uyuyakalmıştı diğerleri gibi...

Chapter Text

 

 

"Şimdi doğru mu anlıyorum?" diye sordu Barty kaşlarının arasındaki deriyi işaret ve başparmağı arasında sıkarken. "Sylvan, sen ve Nott oğlanı enayi gibi nereye açıldığı belirsiz bir tünelde iki Weasle-bee kovalarken Yasak Orman'da mahsur kaldınız, bir yaratığa nerdeyse yem oldunuz, bir at-adam tarafından kurtarıldınız, sonunda da Hagrid'in evine saklandınız?"

 

"Bir de Weasley'lerden biri nerdeyse ölüyormuş ama onu da Sylvan'dan duydum, ayrı gruplardaydık ya."

 

Barty gözünün ucuyla Regulus'a baktı,

"Chasity'nin biyolojik olarak bizim olmadığına eminiz, değil mi?"

 

 

"Sence cidden sırası mı Barty?" diye sordu gri gözlerini kısarak çilli adama delici bakışlarıyla hayali oklar fırlatırken. "Biz Chasity normal bir hayat sürsün, tehlikeden uzak olsun diye uğraşıyoruz, Dumbledore moruğu kendi okulundaki tünellere sahip çıkamıyor..." Sinirle titrek bir iç çekti, Chasity'ye dönmeden, "Sen de sırıtma Chasity, orada yaralanabilirdiniz, daha kötüsü ölebilirdiniz."

Chasity, salonlarının cam kenarında bulunan tekli yeşil kaşmir koltuğa bacaklarını koltuğun kolundan sarkıtarak oturmuş- daha doğrusu yayılmıştı, biraz da umursamaz bir ifade vardı yüzünde.

"Ama ölmedik," dedi, kafasını geriye atarak Barty'ye dil çıkardı. "Önemli olan da bu değil mi zaten? Hem sizin de yaptıklarınız az değildi baba.. kendiniz anlattınız."

Barty yanına gelmiş, bir yandan yanaklarını sıkıyor, bir yandan da ikilinin konuşmasını pinpon maçı izlercesine izliyordu.

"Biz yaptık diye Ölüm Yiyen de olacak mısın, Chasity?" diye sordu Regulus, kollarını çaprazlamış duvara yaslıyordu sırtını.

Fazla tepki verdiğinin farkındaydı ama Chasity'nin kılına dahi zarar gelmesinin düşüncesi bile iliklerine kadar titretmeye yetiyordu. 

"Ne alaka şimdi?" derken Barty'nin ellerini yanaklarından kurtardı, bacaklarını topladı ve koltuğa düzgünce oturdu. "Tamam, akılsızlık ettik ama bu kadar tepki vermen fazla değil mi sence de baba?"

Babasından aldığı ela gözlerini aynı Regulus'un da daha az önce Barty'ye yaptığı gibi kısmış, evde olduğu için rengiyle oynamadığı kızıl kaşlarını çatmıştı. Özgürlük sarhoşuydu belki de, daha bir sene önce babasına hiç böyle diklenmezdi, sebebi yoktu ne de olsa... 

Abisinin aksine gürüldeyen fırtınaları değil de yoğun kış sisin andıran gözleri yumuşadı, uzun süre kızgın kalamıyordu sevdiklerine, ne yaparsa yapsın değişmeyen bir huyuydu. Sanırım bu huydan etkilenmeyen tek kişi de Sirius'tu, naparsın işte, şans!

"Chasity, biliyorum genetik olarak belayla haşır-neşir olma huyun var ama lütfen şunu da anla, biz senin güvende olmanı istiyoruz. Lütfen dikkatli ol." 

Chasity'nin içinde parlamaya başlayan korlar sönmeye yüz tutmuştu, birisi ona sert konuşunca tersleme isteği bazen konuları çok saçma hale getiriyordu, farkındaydı da, yine de kontrolü zordu. 

"Biliyorum, haklısın," diye mırıldandı. "O anın şeyiyle işte düşünemedik. Özür dilerim baba, daha dikkatli olacağım." Her zaman yaptığı gibi fark etmeden parmaklarıyla oynuyordu. "Filch'ten çalacağım parşömeni Weasley alıp suçu da bana atınca fazla fevri davrandım, bir dahakine bu kadar impulsif davranmam."

Barty şaşkınlıkla güldü,

"Oooo, bizim kız ilk seneden icraatlara başlamış bile. Demek Filch'ten bir şey çalacaktın, ha?" 

Koltuğa yaslanan eliyle saçlarını karıştırdı. Gururla kabarmıştı göğsü.

"Filch'ten niye parşömen çalacaktın ki?" diye sordu Regulus, yakalanmadığı sürece bir sıkıntı görmüyordu yaptığında. Filch pisliğin tekiydi ne de olsa. "Araklayacak şey mi bulamadın kızım?"

"Bilmiyorum aslında neden bu kadar taktığımı, sanırım parşömenle alakalı bir şeyler var. Yani normal bir şey olduğunu sanmıyorum, yoksa neden Filch onu odasında tutsun ki? Eski püskü bir şey, nerden baksan bir on - on beş yıllıktır herhalde."

"Bizim yıllarımızda parşömenlerle alakalı bir durum olduğunu hatırlamıyorum," dedi Barty, şimdi de elinde bir tutam saç toplamış, onları çok da düzgün olmasa da örüyordu. "Sen hatırlıyor musun Reg?"

Regulus yüzünü buruşturdu, hafızasını yokladı, 

"Bilmem, çok da başını belaya sokanların dedikodularıyla ilgilenmiyordum. O daha çok senin ilgi alanındı. Çapulcular'la da uğraşıyordun ya, sen hatırlamıyorsan ben hiç hatırlamam."

"Aman, tılsımlı bir kağıttır herhalde, Zonko'da da o tarz şeyler vardı bir ara." dedi ve omzunu silkti. "Senin şu daha insanımsı Weasel-bee'den iste bir ara, bakarsın. Olmadı seneye ya da sonraki yıla bir iki lanet öğretirim, alırsın onlardan."

Regulus yüzünde 'pes artık' diyen bir ifadeyle Barty'ye bakıyordu.

"İyi ki başına çok iş açmasın dedim, Barty. Demesem affedilmez lanet öğretirdin herhalde."

"Benden çocuk yetiştirme yardımı isterken aniden iyilik perisine döneceğimi düşünmedin ya." dedi ve güldü. "Abartma Reg, koruya koruya turşusunu mu kuracaksın? Her şeyden öte Slytherin o, tabii lanetlemesi gerekince onu da yapacak, tüymesi gerekince onu da bilecek. Yalnız da değil, yanında Evan'ın oğlu ve şu Nott çocuğu da var."

Bir süre sessizlik oldu. Ardından Barty ördüğü tuhaf tutamı elinden atarak doğruldu,

"O değil de Evan ne ara çocuk yaptı? Şerefsiz orospu öteki taraftan bile ortalığı karıştırıyor." Kafasını iki yana salladı ve kahkaha attı.

Evan'ın bahsi geçince Regulus'un dudaklarında da bir tebessüm belirmişti,

"Şaşırmadım, evlenecek birisi olmadığını biliyorduk zaten, çocuğu olunca da söyleyecek biri değildi. Eh, önceden tahmin edince de gerçekleştiğinde garip gelmiyor."

Chasity ikilinin geçmiş hakkında gülümsediğine nadir şahit olurdu, bu anları da aynı ikili gibi gülümseyerek izlerdi. Evan'ın adını daha önce bir - iki kez duymuştu ama Sylvan'ın babası olduğu ve deli dolu bir tip olduğu dışında çok da bir şey bilmiyordu. Sylvan da babası hakkında pek  bir şey bilmiyordu ya...

"Evan nasıl biriydi?" diye sordu merakını susturamayarak. 

İki eski Slytherin ona döndü, yüzlerinde ölen kızıl arkadaşlarının hatırasıyla muzip bir gülümseme yer etmişti,

"Seni severdi," dedi Barty. "Yani annenle baban olayını karıştırmazsak. Takdir edersin ki Ölüm Yiyen olunca, hele hele son günlerinde kafayı iyice tırlatınca kan davaları biraz daha kızışık oluyor."

"Metamorfmaguslara bayılırdı zaten," diye araya girdi Regulus. "Weasley olmayan kızıllara da"

Barty son cümleyi duyar duymaz  haykırırcasına kahkaha attı,

"Weasley sanıldığında nasıl sinirlenirdi ama offff..."

"Weasley-fobik olmasının nedeni kan olayları değil de Weasley sanılması mıydı yani?" diye sordu Chasity yüzünde şaşkın bir ifadeyle.

"Safkan büyüsek de, kan saflığına takık ailelerimiz olsa da her zaman ailelerimizin inançlarına tutunmuyorduk," diyerek omuz silkti Barty, "Biz de çocuktuk, gençtik sonuçta. Savaşın kızıştığı yıllarda ideolojiye iyice yakalandık aslında, Evan'ın olayı ideolojiyle çok da alakalı değildi hem." Anlatmaya devam edecekken kendi kendini kesti, "Amaaan, boş ver işte. Ölen ölmüş, kalan kalmış. Daha yaşın küçük bizim bu si- bozuk gençliklerimizi dinlemek için."

Regulus derin derin Chasiy'ye baktı, yüzü okunmuyordu.

"Anlattığın kişilere tam güveniyorsun, değil mi Chas?" dedi ruhunu okumak istercesine bakarak.

Chasity bir an afalladı, bunu anlatmamıştı. Zihnini mi okumuştu yoksa tahmin mi etmişti? Gerçi şu an bunun pek de önemi yoktu.

"Güveniyorum." dedi ciddi bir ifadeyle. 

"İyi, o zaman yazın bir ara çağır bize. Özellikle Sylvan'la tanışmayı iple çekiyoruz."

Onaylarcasına mırıldandı Barty de,

"Küçük Evan..."

Chasity bir şey demeden kafasını salladı, arkadaşlarının kabul edeceğini varsayıyordu.

 

 

Evde geçen hafta sonunun ardından okul ortamı çok yorucu gelmişti, yine de Dumbledore'un onları iki günlüğüne azar yemek için dahi olsa evlerine yollamasına sevinmişti kendi açısından, babasını ve Barty'yi görmek, olan her şeyi anlatmak (özellikle anlattığını öğrenmeleri) ona günah çıkartmışçasına bir rahatlık, huzur sağlamıştı.

Theodore açısından ise endişeliydi. Babasının ne kadar büyük bir pislik olduğunu biliyordu ve onu endişelendiren de tam olarak buydu.

 Neyse ki bekledikleri kadar kötü bir şeyle karşılaşmamıştı Theo. Bu az da olsa rahatlatmıştı.

Birinci sınıf son birkaç ayında neyse ki olaysız bitmişti, tabii üçlüyle ne kadar olaysız olabilirse o kadar..

George'la sözsüz bir yemin etmişler gibi arada buluşup arkadaşlık ediyorlardı, Weasley ne kardeşine ihanet ediyor ne de Chasity'yle arasına duvar örüyordu. Tabiri caizse her nebze göre şerbet veriyordu.

Fred ve Chasity her zamanki hallerindeydi, bir değişiklik yoktu. Bu yüzden de Chasity Barty'den lanet dersleri almayı dört gözle bekliyordu.

 Evdekilerin yazın onları davet ettiğini iki dostuna iletmiş, olumlu geri yanıtlarla da çok da sıkıcı olmayacak bir yazı netleştirmişti.

 

 

Güneş ayla olan yarışında ayı sollamış, daha uzun süre kendini sergilemeye başlamış, dünyayı kavuruyorken tatili de beraberinde getirmişti. Yaz tatili resmi olarak gelmiş, her öğrenci evine çekilmişti.

Black - Crouch hanesi de yazlıklarına kaçmışlardı. 

Arkadaşları ziyarete gelene dek Chasity her yaz olduğu gibi göle gidip kurbağa yavrularına kabus olmuş, kelebeklerin peşinde koşmuş, doğayla bütün olmuştu. 

Onlar gelene dek geçirdiği süre zarfında Barty'yi kolundan çekiştire çekiştire deniz kenarına götürüp beraber denize girmelerini, deniz kabuğu toplamalarını, Regulus'la çatıya çıkıp yıldızları seyretmelerini, bazı akşamları evlerine çok da uzak olmayan kasabaya giderek panayırda oyunlar oynamayı, Kreacher'dan yardım alarak kurabiye yapmayı; kısacası ailesiyle vakit geçirmeyi ne kadar özlediğini fark etmişti. 

Sylvan annesiyle beraber gelmişti, yazlıklarına. Annesi aynı Sylvan gibi sarışın, soluk benizli, veela kanı olup olmadığını düşünmenize neden olacak değişik bir aurası olan bir kadındı. Kısa sayılmazdı, ince bir yapısı vardı, Regulus ve Barty'nin yaşlarındaydı. Chasity'nin kafasında anne kelimesinin çağrıştırdığı karaktere çok yakındı. Güzel giyimliydi ama kesinlikle süslü püslü birisi değildi. Çoğu kıyafeti salaştı, Chasity'yle tanıştıktan sonra Sylvan'a nasıl davranıyorsa ona da aynı şekilde davranmıştı. Yüzünde sakin ama içinizi ısıtan bir gülümseme oluyordu genelde, yine de kızdığında sert olmayı biliyordu. 

Regulus ve Barty genç kadına gerçekleri anlatmakta bir sakınca görmemişti. Hogwarts'a bile gitmemiş olan bu kadının İngiliz büyü dünyasıyla olan tek alakası oğluydu. Safkan olmasına karşın kan statüleriyle alakası bile yoktu, Fransa'nın kırsal kesiminde oğluyla bir başına yaşıyordu. Ailesiyle bayramdan bayrama görüşüyor, kendi halinde biriydi. Barty zihinefendle teyit etmişti.

Chasity'nin hayatını öğrendiğinde kıza olan sempatisi mümkünse daha da artmış, Regulus ve Barty'ye kız için evinin her zaman açık olduğunu belirtmişti.

Sylvan ve annesinin birkaç haftalık ziyaretleri iki çocuğun arkadaşlığına iyi geldiği kadar ebeveynlerinin arkadaş olmasına da ön-ayak olmuştu. Regulus ve Barty'ye yeni bir arkadaş edinmek çok iyi gelmişti.

Sylvan'lar geleli iki hafta olmuştu ki Theodore da elinde küçük bir bavulla belirmişti. Ev cinleri onu evlerine yakın kasabaya bırakmış, Kreacher ise oradan devralmıştı. 

Chasity iki arkadaşına ev sahipliği yapmaktan o kadar heyecan duyuyordu ki... Hayatında ilk kez kendini normal bir çocuk gibi hissediyordu. Rüya gibiydi yaşadıkları.

Theodore'a ilk başta temkinli olan Barty ve Regulus çocuğun hayatını öğrendikçe kendi küçüklüklerinden parçalar görüyordu. Özellikle Barty Nott oğlanının kendi küçüklüğüne benzerliğiyle ürpermişti. Hala bu kadar manyak safkan ailelerin oluşu ona sert bir dille ifade edilmişti kader tarafından.

 

 

Yetişkin olduklarında bile anımsayıp gülümseyecekleri bir yaz geçirmişlerdi işin sonunda. 

Ağustosun sonuna doğru Grimmauld Meydanı'ndaki evlerine dönmüşler, Chasity'nin eksik malzemelerini de aldıktan sonra ikinci okul yılının açılışı için geri sayıma başlamışlardı.

"Keşke rakunum falan olsaydı." deyiverdi Chasity babasının dizinde yatarken.

Klasik bir çarşamba akşamıydı ve televizyonda Mr. Bean izliyorlardı. Barty ve Regulus'a içlerindeki çocuğu iyileştirmek adına terapi olurken Chasity de eğleniyordu. 

"Barty var ya işte," diye mırıldandı Regulus Chasity'nin saçlarını okşarken, kafasını televizyondan çevirmemişti. "Başka rakuna gerek yok."

"Evin kedisi konuştu." diyerek göz devirdi bahsi geçen adam. "İlla hayvan istersen kurbağa ya da baykuş falan alalım işte."

"Kurbağa almayalım, çok vıcık vıcıklar, ıy." diyerek suratını buruşturdu Regulus. "Yazlıkta yeterince kurbağa görüyoruz zaten eve getirince."

"Baykuş alalım o zaman."

"Kedi alsak?" diye sordu bu sefer de. 

"Regulus var işte, başka kediye gerek yok." diyerek Regulus'u taklit etti Barty. Yüzüne yastık yemesi uzun sürmedi.

"Sadece Hogwarts'ta bakman gerekmeyecek, evde de bakacaksın, bunun farkındasın di mi Chasity?" 

"Evet."

"Baykuş istemediğine emin misin?"

"Kertenkele ya da yılan isteyeceğim bu gidişle."

"Tamam, kedi alıyoruz."

 

 

Chapter Text

 

 

İkinci sınıfın en vurucu kısmı Harry'ydi herhalde. Tabii Barty'nin rakun formuyla peronda Fred Weasley'ye saldırmasını saymazsak, o da kesinlikle vurucu bir kısımdı... ikonikti de!

 

 

Theo ve Sylvan'ın, Harry ve Chasity'nin kardeş olduğunu zaten bilmeleri aslında Chas'in üstünden büyük bir yükü almıştı. Chasity bütün detaylara girmemi istemez, bu yüzden duygusal, vıcık vıcık çoğu kısmı atlamamız en iyisi olacaktır. İşin özeti, Chasity senenin başından beri Harry'ye kol kanat germiş, güvenini kazanmıştı, (bu olay şaşırtmayacaktır ki Draco'nun kıskançlık krizlerine sebebiyet vermişti) öyle ki 'Kelid' aynasını keşfedince Harry onu da çağırmış, neden ebeveynleri ve büyükanne ve babalarını görürken kola şişesinin yanında çıkan bardak hediyesi misali onu da gördüğünü sorduğunda gerçekler patlak vermiş, Chasity'nin de aylardır, hatta yıllardır içinde tuttuğu bu ızdırap az da olsa dinmişti.

 

Regulus'un isteği üzerine kimseye ses etmemişlerdi bu konuda, Hogwarts'ın büyük bir kısmı durumdan bihaberdi. Harry'nin de ağzında aynı ablası gibi bakla ıslanmadığı için Hermione ve Ron'a da anlatmıştı, eh, Chasity de kendi ekürilerine anlatmış olduğundan okulda totalde abla - kardeş haricinde (ve tabii profesör Dumbledore, McGonnagal ve Snape) dört kişi biliyordu gerçekleri. 

Tabii bu süreç zarfında Chasity sadece Harry'ye ilgi yağmuru yağdırmamıştı, hayır, bir de elinde büyüyen veledi vardı; Draco. 

Chasity, eğer var olmasaydı Draco'nun ailesi yüzünden çok daha beter bir halde olacağına emindi. Çok ileri gidince dürtüyor, bazı ideallerin yanlış olduğunu öğretiyordu küçük Malfoy'a. Chasity bunu kendisine görev bellemişti, çünkü biliyordu ki o bu görevi üstlenmezse kimse yerine getirmezdi. Ne de olsa eşi kadar olmasa da Narcissa Malfoy da belli başlı sıkıntılı ideolojiler yörüngesinde hareket eden biriydi. 

Draco, Chasity'nin yakınındaki tek o yaş civarındaki kişi olarak büyüdüğünden kıza karşı bir sahiplenme güdüsü oluşturmuştu kendi kendine. Belki de Harry'ye olan bu düşmancıl tavırlarının kökünde bu yatıyordu. 

İlk tanıştıklarında aslında fazlasıyla ilgisini çekmişti Seçilmiş Kişi, arkadaş olmak istemiş, hatta daha doğrusu kendi kafasından yazıp çizmiş, kendi kendine gelin güvey olarak arkadaş olduklarını varsaymıştı. Sonuçta kim Draco Malfoy'la arkadaş olmak istemezdi ki? Weasley'yle yaşanan olay ve kendi dramatik davranışları sonucu bu durumu sıfıra vurdurmuştu tabii, Black - Malfoy genlerinin getirisiyle gurur yapıyordu doğal olarak, bu çocuk salak mıydı da Draco'nun teklifini reddetmişti? Yine de Chasity'nin ona çocuk yaştan aşıladığı insancıl kısmı "Keşke o dediklerimi demeseydim!" diyordu.

Bu olaylardan sonra Chasity'ye gidip suratı beş karış Harry'yi şikayet etmişti. Kendinden sadece bir yaş büyük olmasına rağmen çoğu zaman şaşırtıcı bir olgunluğa sahip kızın dizine başını koymuş, kimsenin duymadığına emin olduğu o saatte ayaklarını Slytherin Ortak Salonu'nun damgası zümrüt yeşili koltuklardan birinin kolundan sarkıtıyordu. Bir yandan homurdanmış, bir yandan da destek beklercesine cümleleri arasında tepkisini ölçmek için Chasity'ye bakıyordu. Belki de yaptığının yanlış olduğunu bildiği için, vicdanını susturması adına genç kıza sessizce yalvarıyordu..

Bu gecenin ikisinde - üçünde gerçekleşen muhabbetler gittikçe bir rutin halini almıştı. Chasity onun (gece olup da bir zahmet duş aldığı için) jöleden arınmış saçlarını okşarken Draco da dert yanıyordu. 

Chasity'ye göre bu durum çok ironik ve komikti, Draco da Harry de aynı eylemi fark etmeden aynı kişiye yapıyorlardı. İkisi de homurdandıkları ve birbirlerine acımasız sözler sarf ettikleri halde içten içe keşkelerle boğuşuyor, neden düşman olduklarını anlamlandıramıyorlardı. 

Bu yıl ilkine istinaden çok daha tuhaftı. İki yıllık KSKS profesörünün Voldemort'la beden paylaştığını öğrenmek de sarsıcıydı... 

Gerçi George'la aralarında Quirell'da bir tuhaflık olduğuna dair gerçekleşen düşünce alış-verişi de ona adamcağızın yazın gittiği yolculukta Voldemort tarafından kandırılmış olabileceğini düşündürmüyor değildi. Gerçi bunun pek de bir önemi kalmamıştı artık, adam Voldemort'la beraber kül olmuştu. Gerçek anlamda.

Ertesi yıl da keza burunları çamurdan çıkmamıştı. 

Neyse ki babasının özel isteği üzerine Chasity ikinci yılın çoğunluğunda belaya kardeşi kadar bulaşmamıştı. Bu kararla içi cız etse de gölgelerden yardım ederek vicdanını susturmaya çalışıyordu.

Yıl boyu kıytırık bir düzenbazla KSKS derslerini geçirmeleri akademik olarak yıprattığı kadar zihinsel olarak da yıpratmıştı hepsini. Özellikle Theodore adamın nefes alışından bile irite olacak kıvama gelmişti son aylarda. Derslerde sessizce profesörlerin her dediğini not alan kumral çocuk gitmiş, yerine albızlar alasıca herifin (kendi sözleri) sesini duymamak için uyuyan, farklı biri gelmişti resmen. 

Gerçi ne Chas ne de Sylvan onu suçlayabilirdi, adam yürüyen felaket gibiydi. Böcürtlerle yaşanan facia ise... neyse bunu geçelim.

Bu kadar anormal iki yılın içinde kızımız yine de eğlendiği değişik deneyimler kazanmıştı. En çok hoşuna giden olay Sör Nicholas'ın ölüm günü partisine gitmekti, hayaletlere ve karanlık bazı şeylere ilgisi olan Chasity o partide adeta oyuncak dükkanındaki küçük çocuklar gibiydi. Chas'in genel hallerine alışık olan Sylvan ve Theo bu duruma çok da takılmamıştı, öte yandan küçük boy Weasley ve Chasity'nin yıldızının bir türlü barışmadığı Hermione etrafında bulundukları süre zarfınca Chasity'ye aval aval bakmıştı. Sonuçta Chasity gibisine her gün rastlanmaz. 

Yaz tatili bu sene ayrı bir tatlıydı, onca macera ve ölümle burun buruna gelme (Theodore ve Sylvan rahat olsa da Chasity'yi aslında safkan olmadığından canavara karşı korumak için sene boyu kızın yanında iki doberman gibi hazırda beklemişlerdi) riskleri sonucu ev ortamı tombalayı vurmak gibiydi. Theodore bile eve dönmekten memnundu... şaşırtıcı şekilde.

Yaz günleri şaşmayacak rutininde devam ederken çekirdek aile yine yazlıklarındaydı, evin öbür çocuğu sayılacak kadar kendini alıştıran Sylvan da her zamanki gibi oturma odasında Chasity'nin karşısındaki tekli koltuğa oturmuş, gazetenin Quidditch'le alakalı sayfalarına ulaşmaya çalışıyordu. 

"Harry'yi ne zaman alacağız, baba?" diye belki de milyonuncu kez sordu Chasity, sıkıntıdan koltuğun şeklini almıştı.

Regulus çenesinde tek tük çıkmaya başlamış, nefret ettiği koyu renk, sakal denemeyecek kıl topluluğunu kaşıdı. Biraz daha uzamalarını bekliyordu tıraş olabilmek için, eline battıkça sinir oluyordu ama yine de elini hep bir şekilde çenesine götürüyor, kendi kendine sinirlerini bozuyordu. 

"Daha önce de dediğim gibi canım kızım," dedi derin bir nefes alarak, "Bazı işlemlerle uğraşıyorum, önce kendi  hayatta oluşumu resmiyete dökmem, sansasyonel bir kargaşa çıkarmam lazım. Lucius uğraşıyor işte, hallolur yakında."

Sylvan oturduğu yerden kıkırdadı, bu yaz şok edecek hızda uzuyordu, Chasity'den hep daha uzun olmuştu ancak şu anda aralarında bulunan boy farkı eskisinin yanında gülünç kalıyordu. 

"Adamın n'aptığını bilmeden bu kadar karşıt olduğu işleri halletmesi ne kadar ironik!"

"Narcissa haladan dolayı yapıyor, yine de komik, haklısın." diye onayladı Chasity, şimdi de yavaşça koltuktan halıya kayıyordu.

Barty elinde yarısını içtiği sigarasıyla bahçeye bakan camdan içeriye kafasını uzattı,

"Sizin Nott'tan ne haber?" 

Chas'in duman dedektörü olduğuna emin olduğu daha genç Black, Barty'nin yönüne hışımla ters ters baktıktan sonra asasının çevik bir hareketiyle adamı camdan uzaklaştırmıştı. 

"Dumanını dışarda tut Crouch," diye tısladı. "İçeride duman kokusu istemiyorum."

Sarışın adam cevap vermeye tenezzül etmeden göz devirdi, yanıtlarını beklediğini belli ederek iki ergene döndü.

Chasity halıdan, denizyıldızı misali uzandığı yerden seslendi,

"Babasıyla uğraşıyor, ne yapsın.." Yuvarlanıp dirsekleri üstünde doğruldu. "Özledim, keşke o da gelebilse."

"Babası mı salmıyor yine?" diye sordu Barty ilkokul çocuklarının fazla açılmış kurşun kalemleri kadar kalmış sigarasını evin duvarına basarak söndürürken. Kreacher gördüğünde çok kızacaktı.

 "Babası Durmstrang'tan bazı profesörlerle konuşup özel ders aldıracaktı en son. Sanırım Takıguini'ne de yaz dersleri için gidebilir."

"Ne demek en son? Yazın ortasındayız.."

"Trenden beri konuşmadık, mektup yollamadı hiç, büyük ihtimalle yasak." Sylvan elinde buruş buruş olan gazeteyi sonunda bir kenara koymuştu.

Barty ve Regulus senkronize iç çektiler, safkan aileler ruh emicilerden beterdi. 

"İşte buna," dedi Barty ve karakteriyle zıt Hawaii gömleğinin cebinden çıkardığı sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi, eli çakmağına uzandı. "bir sigara yakılır."

"Akciğerlerin kırkında iflas edecek Barty" diyerek sırıttı Sylvan. "Bahane uydurmana gerek yok, nikotin bağımlılığına alışığız..."

"Sus velet." 

 

Chapter Text

 

 

Tren istasyonuna değişmeyen bir gelenek olarak omzumda animagus formundaki Barty, yanımda da Çok Özlü İksir içmiş babamla gelmiştik. Yaşıtlarımın gittikçe ailelerinden utanıp sıkılmaya başladıklarını fark ediyordum, ancak ben ailemi gözlerden sakınmamı gerektirecek bir sebep göremiyordum. Sonuçta hepimizin bir geldiği yer ya da bir büyüteni var, bahsi geçen kişi veya kişilerin sana değer vermesi, trene kadar bindirmesi neden bu kadar gücüne gidiyor ki başkalarının? Kim çıkardı acaba bu ucube düşünce akımını...?

 

 

Sylvan tatilin büyük bir kısmını bizimle geçirdiği için son haftalarını annesinin de eve dönmesiyle beraber Fransa'da geçirmek istemişti. Aslında bu kadar uzun süre yanımızda kalması annesinin ejder gribi kapan büyükannesine bakmaya gitmesiydi. İllet bir hastalık cidden... 

Gözlerim ablalık kavramıma belki de ihanet ederek Theo'yu aradı ilk, eve dönüş yolculuğumuzdan beri konuşmamıştık ve babasını bildiğim için içim hiç rahat değildi. Acaba neler yapmıştı yazın, iyi miydi? 

Sylvan yazın ansızın evrim geçirmişti gözlerimin önünde, acaba Theo da değişmiş midir? Nedense gözümün önünde onu farklı canlandıramıyorum. 

Ben zihnimde Theo'yla ilgili düşüncelerle dolu bir kuyuya düşerken Harry beni kalabalığın arasında seçmiş ve üstüme adeta atlamıştı. Böyle anlar vicdanımı o kadar derinden sızlatıyordu ki belki de yeterince iyi bir abla olmadığımı düşünüyordum. Doğruya doğru Harry'nin varlığına Draco'ya olduğu kadar alışık değildim, yine de onu çok seviyordum. Sonuçta hangi insan kardeşini sevmez ki?

"Chas," dedi nefes nefese. Aynı sarışın dostum gibi o da daha olgunlaşmış gözüküyordu, garip hissettim. "Neler olduğuna inanamayacaksın!"

Tek kaşımı kaldırarak babama baktım, bana neyi söylememişlerdi ve niye söylememişlerdi?

Rakun formundaki Barty viyaklayarak onu adeta ezen Harry'den kaçmaya çalışıyordu. Tabii Harry onun kim olduğunu bilmediği için bu durum bir hayli komikti. 

Babam tepkim üzerine mırıldandı,

"Hallettim zaten, bilsen sadece gereksiz stres yapacaktın."

Ben ağzımı açana dek George Weasley de aynı erkek kardeşim gibi dibimde bitmişti. Bu aile içi mahkemeyi sanırım tatile bırakmam gerekecekti...

"Chasity!" dedi sevinçle, kollarını sarılmak için kaldırdı. Barty de bu anı yıllardır kollarmışçasına babamın üstüne atlayarak kucağımdan firar etti. İyice yerleşince de pis pis bakmayı ihmal etmedi. 

George'un havaya kalkan kollarının arasına attım kendimi,

"N'olur daha çok uzama George," diye mırıldandım sesim örgü kazağının etkisiyle boğuk çıkarak. "Bütün yaz Sylvan'ı çektim, o yetmezmiş gibi şimdi de Harry!"

Benim acımı komik bularak kahkaha attı yanımdaki testosteron sürüsü.

"Söz veremem," derken bana muzip bir tebessüm sunuyordu.

Bir süre sebepsizce bana baktı, belki de konuşacak konu bulamamıştı ya da diyeceği her neyse ortamı değildi.

Ona trende, olmadı şatoda görüşürüz diyerek başımızdan nazikçe savdıktan sonra babamın (ve tekniken Barty'nin) etrafına sardım kollarımı. Barty isyankar viyaklamalar atarken babamın kapüşonun altında gölge düşmüş yüzüne sıcak bir gülümseme yayılmıştı. 

Omzuna yeni gelmiştim, bu bile babama göre fazlaydı. "Büyüme artık, küçük kal" diyordu arada bir. Andromeda hala bir keresinde doğmadan önce ailemizi ve zorluklarımızı bizim seçtiğimizi demişti, acaba biyolojik olmayan aile de buna dahil midir? Gecenin geç saatlerinde uyanık kaldıysam aklıma hep misina misali dolanıyor bu soru. Seçme hakkım olsa yine seçerdim sanırım, biyolojik ebeveynlerimi kaybetmeyi tabii ki de seçmezdim ama tekrar doğsam ve ikinci kez aileye sahip olma hakkım olacak olsa (aynı bu hayatımda olduğu gibi) babam ve Barty'yi yine seçerdim.

Ne kadar belli etmese de Barty de beni en az babam kadar seviyor bence.

Parmağımın ucunda yükselerek bir öpücük babamın yanağına, bir öpücük de Barty'nin kürküne kondurdum. Bu sefer kılık değiştirmek yerine kamuflajı tercih etmişti, ne de olsa yakında 'la grande ouverture' yaşanacaktı Regulus Arcturus Black ismi için. Yeniden doğuyordu tabiri caizse.

"Dikkatli ol," dedi babam her yıl yaptığı gibi konuşmaya girerek. "Bu sene KSKS dersine vaftiz baban girecek, geçen senenin konularını da işlemesini iste, o sahtekar yüzünden hiçbir şey öğrenmeden bomboş bir sene geçirdiniz... Gerizekalı bunak planı doğru gitsin diye hiçbir şeyi takmıyor."

Dediklerinden tek ilgimi çeken yer açıkçası Remus'tı.

"Remus amcam profesör mü??" diye adeta haykırdım. 

Neden bana hiçbir şey denmiyordu ki?! 

"Hmhm, sonra ona trip atarsın, geç kalmadan bin hadi trene. Sylvan binmiştir bile."

O sırada Harry'nin de kaşla göz arası yok olduğunu fark ettim. Arkadaşlarının yanına gitmiş olmalıydı. Ron samimi gelmişti, değişik ve fazla uzun bir veletti ama yine de insanın kanı kaynıyordu hemen. Öte yandan Granger'ın bilmiş tavırları ve bana karşı takındığı haller hoşuma gitmemişti, mümkünse yakınımda olmasın, olursa da benimle etkileşime geçmesin.

Babam ve Barty'yle vedalaşmamı bitirdikten sonra kucağımda yalvararak aldırmış olduğum siyah kedim Nyx'le trene bindim.

Beş - on dakika kalmıştı harekete, Theodore'dan iz yoktu yine de. Belki de Sylvan'la kompartıman kapmışlardı. İşime gelirdi açıkçası. Bu saatte yer bulmak zor oluyordu. 

Evden gelmesi çok basit olduğu için geç çıkıyorduk (Barty ve ben çıkana dek saatler akıp gidiyordu, babam da geç kaldığımızı dert yanıyordu), binene dek de çoğu yer doluyordu, genelde bu yüzden Theo ya da Sylvan yer tutardı. 

Yer tutmasına rağmen Theo trenden dışarı çıkıp bizi bulurdu, genelde babamlara selam vermeye de uğrardı. Yazın ne yaşamıştı?

Şansıma Sylvan'ın sarı saç yumağını dördüncü sınıfların bölmesine girince fark etmiştim. Bir elimde valizim, öbüründe Nyx'le ona doğru adımlarımı hızlandırdım. 

"Sylvan!" diye seslendim dikkatini çekmek için. Bir grup Ravenclaw sarmıştı etrafını. Sanırım şu Asyalı kız da Cho Chang'di. Sylvan'dan gelen dedikodular sayesinde tanıyordum kızı, bir kez bile muhabbetimiz olmamasına rağmen Sylvan'ın çenesi sayesinde aile fertlerine dek biliyordum kızın hayatını.

"Chas!" Haykırdı sevinçle, bina arkadaşlarını kenara iterek bana ulaşırken pek de nazik değildi. "Selam Nyx." diye kedimi de selamlamayı ihmal etmedi.

Nyx de ona cevap verircesine geri miyavlamıştı yüzünde bezgin bir ifadeyle. Nyx resmen Barty ve babamın çocuğu olsa olacak yaratıktı, kişiliğini Barty'den, kediliğini de babamdan almış gibiydi.

"Theo nerde?" Konuya atlamamış, bodoslama dalmıştım. Neyse sadede gelmek güzeldir.

"Theo?" derken afallamış gibiydi. "Sen görmüşsündür diye düşünüyordum, ben görmedim. Birimiz görmeyince öbürümüz hep görür ya, ondan şey etmiştim..." 

Cümlenin sonuna doğru sesi alçaldı ve devamını da getirmedi zaten.

"Aynısı ben senin için düşündüm," derken omuz silktim. "Belki de geç kaldı. Neyse eşyalarımı ve Nyx'i koyayım kompartımana. O da ortaya çıkar yakında."

"Bana pek normal gelmiyor bu olaylar silsilesi ya hadi bakalım..." 

"Bana da normal gelmiyor ama kafa patlatsak da bir işe yaramıyor. Bütün yaz yeterince denedik bunu." Elimle kompartımanları işaret ettim ardından, "Hangisi?"

Sessizce çaprazımdakini işaret etti kafasının yardımıyla.

Eşyaları yerleştirdikten sonra Remus'ı bulmak aslında fena olmazdı, hem biraz kafam dağılırdı hem de tribimi atmış olurdum. Gerçi Remus nerde onu da bilmiyordum daha nice şeyi bilmediğim gibi, içgüdülerim ve evrenden aldığım işaretlerle bulacaktım artık, belki vahiy de inerdi o sırada.

Tren yolculuğunda bu sene için de geçmiş yıllarımı aratmayan aksiyonlu başlangıcımı yapmış oldum, Ruh Emiciler bilet kontrolü yaparmışçasına her bir deliğe kadar incelemiş, bir güzel ödümüzü de koparmıştı. 

Hayır, Theo hala ortada yoktu. Draco ve tayfasıyla geçirmiştim yolun bir kısmını, ona zaman ayırmadığımdan yakınmış Remus'a atmayı hedeflediğim tribi bana yedirmişti. Demek ki neymiş; insanın bazen zamanı olmayabiliyormuş.

Sylvan doğal olarak yemekte kendi masasına geçmek zorunda kalmıştı. Yemek başlayana dek yanımda oturup bilgi aktarımında (dedikodu) bulunmuş, Dumbledore'un ona dik dik bakması üzerine ayaklarını sürüye sürüye gece mavisi cüppelerin sıraladığı masaya ilerlemişti.

Yemeğin ortalarına doğru profesörlere özel, yatay yerleştirilmiş masaya ters ters bakmayı bitirmiş, arada yemeğimin de büyük bir çoğunluğunu tabağımdan temizlemiştim. Pansy'nin Draco'ya dair mırıltılarını dinliyor, arada bir Blaise'le yazın bulduğu kirpi hakkında laflıyordum. 

O sırada da Theodore teşrif edebilmişti. Trende bulamama sebebimiz onun treni kullanmamış olmasıydı demek...

Aslında kapıdan ilk girdiğinde (her ne kadar kapıyı gözlerimle kolluyor olsam da) yüzüne dikkat etmemiş ve onu çıkaramamıştım. Açık ara farkla arkadaşlarım arasında en çok değişen oydu. Boyu Sylvan kadar olmasa da son gördüğümden beri hayli uzamış, Sylvan'ın aksine sadece boyla sınırlı kalmamış, vücudu da gelişmiş, daha kalıplı görünüyordu. Kumral saçları artık altın sarısı huzmelerini donuk bir saman sarısına bırakmış, yanaklarının eski halinden eser kalmamıştı. Yüz hatları yontulmuştu adeta, çenesi ve burnu keskinleşmiş, elmacık kemikleri ve çenesi daha da belirgindi. Buğday tenine Apollo'nun eli değmiş, bir - iki ton koyulaşmıştı. Akdeniz güneşi... 

Gözlerinde de bir farklılık vardı sanki, göz altı morlukları da aynı teni gibi koyulaşmıştı. Yazın ne olmuştu ona?

Gözleri Slytherin masasının üzerinde süzüldü, beni arıyordu ama ben nedensizce yüzüne baktığımda Theo'yu hissetmemiştim, sanki yabancı biriyle bakışıyordum, gerildim. Huzursuzca yerimde kıpırdandım, neden böyle olmuştum ki yersizce? Theo yine aynı Theo'ydu sonuçta... 

Birkaç hafta haber almamak ve görmemek bu kadar etkilemiş olamazdı ya, neden saçmalıyordu bedenim?

Kaşla göz arası yanımda bitmişti, Pansy'ye kayması için işaret ederken yüzüne baktım, mimikleri de değişmişti sanki. Sanki.. daha ölü gibiydi?

Bakışlarımı hissetmiş olsa gerek yeşil gözlerini bana dikti, yukardan bana bakışı ve gözlerindeki o ifade bir an kuzgunları anımsattı bana. 

Silkeledim kendimi, saçmalıyordum iyice.

"Chas," dedi yüzünde minik bir tebessüm yayılırken. "Nasılsın?"

Yaz boyu tek bir mektup bile atmamış, trende bile ortada yokken ve ben Kreacher'la yanına gidememişken, onu üçüncü sınıf sonundan beri görememişken nasıl bu kadar umursamazdı?

Söyleyebileceğim ne varsa boğazımda takılı kalmış, çıkmıyordu. Gerçi ne diyecektim ki? "Ne cüretle bana yazmazsın! Sen nerelerdeydin Theodore Nott? Sen de kimsin, benim Theo'm nerde?" diyecek değildim ya. Hatta sonuncu çok gülünç. Sil onu hepten.

Ağzımda zayıf bir "Merhaba" gevelemekle yetindim. 

Pansy'yi kovalamayı başarmış, yanıma oturmuştu. "Sende bir haller var." dedi yüzüme daha da dik dik bakarak.

Kapıdan içeri adımını attığından beri bütün gözler üstündeydi, salon fısıldaşmalar sayesinde uğultulu bir kaosa bürünmüştü. Özellikle kız grupları Theo'yu işaret ediyor, kıkırdıyor ve birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı çok da gizlemeyen, ağızlarını kapatan elleri ardından.

Göz devirmeden edemedim,

"Ne alaka?" diyerek tuttuğumu fark bile etmediğim nefesimi burnumdan verdim. "Asıl sende bir gariplik var, soracak sorumuz çok var; Sylvan'ın da benim de." 

Garip bir ifadeyle yüzümü inceledi, dudaklarında gülmemek için bastırdığı bir titreme vardı. 

"Neden öyle bakıyorsun?" diye sordum kaşlarımı hafifçe çatarak.

Omuz silkti ve kafasını iki yana salladı reddedercesine,

"Hiç," dedi ve ben anlayamadan kollarının arasına çekti beni. "Özlemişim seni o kadar."

Kendimi kolları arasında serbest bıraktım, ben de onu özlemiştim. 

"Hala aynısın di mi?" diye sordum sesim umduğumdan daha ürkek çıkarken. Hayattaki bütün şansımı Slytherin masasının şu an muhabbetimizi takmıyor oluşunda kullandım galiba.

Kaşlarını çattı sözlerim üzerine,

"O da nerden çıktı?" diye sordu sanki ağzına kötü bir tat gelmiş gibi bir yüz ifadesiyle.

"Gözlerin," dedim göz temasını kesmeden. "Bir farklılık var bakışlarında, gözler ruhunu ifade eder. Sanki yıldızların parıltısı sönmüş de puslu bir gecede aya bakıyorum."

Bir süre bir şey demedi, belki de diyemedi, gözleri diğer masalarda gezinirken cıkladı.

"Ben hala benim Chas," dedi ve alnıma bir öpücük kondurdu. "Kuruntu yapıyorsun, yazım değişikti ama ruhumu değiştirmeleri için yeterli değildi."

İçimden bir ses bu konunun bir daha açılacağını söylüyordu, şimdi değil ama kesinlikle gelecekte aynı konu konuşulacaktı.

"Sylvan ve sensiz bir yaz çok garipti ama," diye mırıldandı komik bir sesle. "Sizden önce ben nasıl yaşıyordum ki?"

"Çok sıkıcı olduğu kesin." dedi arkadan bir ses.

"Eşek herif," dedi Theo, Sylvan'ın kafasını bir koluyla sıkıştırıp öbürüyle güneşi andıran sarı saçlarını karıştırırken. "Her yerden sessiz sedasız çıkıyor."

İkili kendi arasında gülerek debelenirken Sylvan kol hapsinden kafasını kurtarmış, şimdi de o Theo'nun saçlarını karıştırıyordu,

"Bay Kalp Hırsızı konuştu!"

Her şey normal oluyordu yine... sanırım.

 

Chapter Text

 

 

Gecenin günle karışmasına yakın bir saatti. Gökten yere inen yağmur damlaları Black evinin nice nesiller görmüş camlarından aşağı gözyaşları gibi süzülüyor, Chasity'nin IKEA'da görüp de zorla aldırdığı, genelde de zaten onun oturduğu tekli koltuğun yanına kurulu abajurun yaydığı sarı, loş ışık odadaki tek ışık kaynağıydı. Bahsi geçen tekli koltukta bacaklarını toplayarak oturmuş, sayfaları sararmaya başlayan defterine bir şeyler karalıyordu Regulus.

 

 

Üzerinde evde giyilebilecek türden rahat kıyafetler olsa da belki o giydiği için, belki de kıyafetler gerçekten o etkiyi yarattığı için zarif duruyor ve göze hitap ediyordu. En uğraşmadığı anda bile nasıl olur da bu kadar elegant gözükebiliyordu?

 

Kreacher, Regulus'a küçüklüğünden beri yaptığı gibi saat başı uyarısını yeni yapmış, uyku düzeninin iyice mahvolduğuna dair yakınmalarla salondan çıkarken içeri Regulus'un tam tersine karman - çorman haliyle Barty girdi.

 

Chasity'nin ona yılbaşında hediye ettiği kurbağalı çorapları, bol eşofman altı ve salaş siyah tişörtüyle bir haftadır odasından çıkmamış, kahvaltı yerine de bir paket sigara ve Jack Daniels'la gününe başlamış gibi gözüküyordu. İlk kısmı doğru olmasa da son kısım doğruydu gerçi...

"Yine ne karalıyorsun?" diye sordu kapının eşiğine dayanarak. Yüzü yorgun olsa da hala eski günlerinden kalma muzipliğinin kalıntıları da oralarda bir yerdeydi.

"Plan gidişatına bakıyordum," dedi Regulus kafasını kaldırmadan. "Sonra bir baktım yıldız karalıyorum."

Crouch, yakınında bulunan iskemleyi ayağının ucuyla arkadaşının karşısına itekledi, biraz ceplerini kurcaladıktan sonra bulduğu emektar çakmağını çıkarıp iskemleye oturduğu gibi onunla oynamaya başladı. Çakmaktan çıkan alevin dansını izlerken gazını çarçur etti. Zenginlik de böyle bir şey...

"Evan mı ele geçirdi lan bedenini?" derken burnundan güldü. Ölen arkadaşlarının kaybıyla başa çıkma yolları yıllardır karanlık mizahlarında yatıyordu, bir Slytherin'e de bu yakışmaz mıydı zaten?

"Aynen, birazdan yarım kalan işimi halletmeye, Moody'yi bitirmeye yok olacağım zaten(!)" diye mırıldandı Regulus. Defterinin arasına kalemini koyup defteri de kenara kaldırmıştı. Şimdilik bütün ilgisini Barty'ye vermek istiyordu.

"Bu sene sizin sülale açısından çok çalkantılı geçecek be Reg," Çakmağa elini bir yaklaştırıp bir uzaklaştırıyor, pek keyif aldığı işi yapıyor, kıçına rahat battığı için kaşınıyordu. "Senin hortlaman, Sirius'un Azkaban'dan kaçması, sonra da aklanacak olması..."

"Daha hortlamadım Barty, ölüyüm ben ölü. Kronolojik sıralama yapmayı bir öğrenemedin gitti."

"Sorudan kaçıyorsun da neyse, iyi hadi ölü ol."

Oturduğu yerde kıpırdandı, uyuşan bacaklarını tekrardan yerleştirdikten sonra kafasını koltuğa dayalı eline yasladı.

"Kaçmıyorum çünkü soru yok. Cümle kurdun, okuldan uzak kaldıkça iyice salıveriyorsun kendini Barts." Dudaklarında ince bir gülümseme belirdi karşısındaki rakunu sinir etmenin keyfiyle.

Kahverengi gözlerini devirdi çilli adam, "İyi ki bir hoca yapacaksın beni, ağzına sakız oldu bu da..."

"N'apayım? Çok keyif alıyorum seni sinir etmekten, şu ölü hayatımda bana keyif veren iki - üç şeyden biri."

Elini yakmasına ramak kala çekip çakmağı salak arkadaşından kapmıştı. O yetişemeden cebine attı. Bazen Barty'nin mental olarak belli bir yaşta takılı kalıp dışarıya maskeleme yaptığını düşünmüyor değildi.

"Kızdan mı bahsediyorsun iki - üç şeyde?"

'E yani' dermişçesine kafasını eğerek bir bakış attı. Chasity varlığıyla Regulus'u hem domestike etmiş hem de kendi yaşamı ve kişiliğine asimile etmişti, adam gençlik yıllarına dönüp baktığında şu anki halinin yumuşaklığı karşısında şaşırıp kalıyordu.

Özellikle öğrencilik yıllarından kalan yazılarına denk gelmek üstüne soğuk su dökmek gibi hissettiriyordu.

"Ne kadar garip di mi?" diye sordu iskemlesinde öne yaklaşıp elleri dizlerine giderken. Sanki Rosier öldüğünde DEHB'sini Barty'ye miras bırakmıştı. "En son çocuk isteyecek insanlardan birisiydin, çocuklardan uzak durmayı tercih ederdin ve evcilik safsatası bile tüylerini diken diken ederdi. Oysa hayat kıçına şaplağı indirdi ve şimdi bir ergenin var. Daha da komiği bu ergen velet James ve Lily Potter'ın kızı... Kadere inanmazdım, hala da inanmıyorum aslında- yine de bu cümleyi kurasım geldi, ama kader ne komik şeymiş ya!"

Sözlerini bitirmesiyle kahkaha attı durumun ironisine. '61'li herhangi bir Hogwarts mezunu da aynı tepkiyi verirdi bu konuşmaya, çok uçuk bir düşünceydi bu olanlar geçmişteki olaylar bağlamında düşününce.

Cevap vermek yerine hafifçe kaşlarını çatarak,

"Neden bu kadar onu kendinden uzak tutmaya çalışıyorsun Barty? Sen de Chasity'yi en az benim kadar önemsiyorsun içten içe, biliyorum." dedi.

Arkadaşının da kendi geçirdiği kişisel gelişimi bunca olay zarfında geçirmiş olmasını bekliyordu, çocuk yetiştirmişlerdi yahu! Küçük bir insan! Bir velet.

"Eninde sonunda işler düzelecek ve Sirius'la Lupin bakmayacak mı zaten ona? Yani bence Lupin abinle arayı düzeltince üçünü de gözünün önünde ister, ne bileyim adamda aşırı aile fantezisi var gibi... Çekirdek aile olurlar. Niye bağlanayım ki bu durumda? Sen de fazla kaptırdın bence..."

"Sen dediklerine inandın mı Barty?" Gözlerinin içine baktı, ruhunu okuyordu sanki o delici bakışlarla. "Dürüst ol."

Barty damarları normalden daha belirginleşmiş gözlerini birkaç saniye sonra o temastan kurtardı, uykusunu bir süredir hiç alamıyordu. Zaten çok uyumazdı, şimdiyse nerdeyse hiç uyumadığı günler bile oluyordu son birkaç haftadır. Kafasında yine fırtınalar esiyor, arada o fırtınanın içinde çakan şimşekler ona da çakıyordu sanki yeterince hayat tarafınca çakılmamış gibi.

"Ben seni bu senenin sonunda göreceğim, Sirius aklanınca kendi hazırladığın planları bak bakalım nasıl değiştirmeye çalışacaksın."

"Bu sorumu cevaplamıyor, eski dostum."

Gerçekten de dediği gibi yaşayan bir ölüydü sanki Regulus, yıllardır yüzünde yaşlanmaya dair tek bir iz bile yoktu, sadece artık bazen sakalı çıkıyordu onu da hemen yok ediyordu. Cildi 1800'lerden kalma porselen bebekler gibi, yüzü de aynı gençlik yıllarındaki gibi Yunan tanrılarına adanan heykellere benziyordu. Zaman ondan sevdiklerini ve hayatını alsa da vücuduna merhametli davranmıştı. "Olsun, sen başka bir şey deme, ben senin hareketlerinden de anlıyorum ki... Boş ver kapat bu konuyu, neden bu kadar uyku sorunun var asıl sen onu söyle bakayım?"

"Geçmiş kıçımı bırakmıyor diyelim." diye homurdanmakla yetindi. Çakmağı elinden kapıldığı için boşluğa düşmüştü, uğraşacak bir şey bulamayınca beceriksizce kendi parmaklarına sarmıştı şimdi de. Aynı ebeveyni tarafından köşeye sıkıştırılan bir çocuğu anımsatıyordu.

Regulus da çok farklı değildi aslında, hatta son elli yılın hiçbir Slytherin mezunu farklı sayılmazdı. Binaca terapiye gitmeleri lazım. Hala geceleri o mağarada yaşadığı canlı kabustan tekrar tekrar uyanıyor, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen ayda en az iki kez panik atak geçiriyor, kendini ölesiye nefret ettiği tütün ürününe yönelirken yakalıyordu. Barty paketindeki eksiklerin farkında oluyordu tabii, yine de sesini çıkarmıyordu, Regulus'la sessiz bir antlaşma içindeydiler; ikisi de birbirinden haberdardı ama konuşmamaya ant içmişlerdi. Regulus abisine benzeyen kötü huylarını duymak istemiyor, Barty ise Regulus'un durumunu daha da berbat etmek istemiyordu, ikisi de bok çukurunda yeterince yuvarlanıyordu sonuçta...

"Ailevi mi yoksa Ölüm Yiyenlik günlerinden mi?"

Barty her zamanki gibi sırıttı, acısını eskiden kalma bir alışkanlıkla gizlemeye çabaladı,

"Ne o? Başımıza psikiyatr mi kesiliyorsun şimdi de?"

"Psikiyatr olsam inan bana şu büyücülük dünyasındaki bütün safkan aileleri teker teker ofisime zorla getirir, hepsine ilacı basar, katlanılabilir hale getirirdim." dedi ve gözlerini devirdi.

Barty sessizce güldü, neden bu kadar yakalamaç oynamaya alışmışlardı ki? Gerçi arkadaşlıklarının kökeni de buna dayanıyordu, bu saatten sonra değişeceğe benzemiyordu... Eşek kadar adam olmuşlardı ne de olsa... Buna rağmen ikisi de on dokuzlarına sıkışıp kalmış gibi hissediyordu.

"Velet ne yapıyor acaba?" Diye homurdanırken amacı aslında seslice dile getirmek değildi, hayır, Regulus'u ümitlendirmek en son isteğiydi.

Bahsi geçen adam 'hi' sesi çıkararak bir çocuk gibi zıpladı oturduğu yerden,

"Bak işte, sen de önemsiyorsun Barty!"

"Kes Black..."

"Black 1 - Crouch 0! Seni inatçı keçi..."

"Rakun olacaktı o yalnız, saygılı ol biraz."

"Pardon.. inatçı rakun."

 

Chapter Text

 

 

"Şimdi doğru mu anladım? Ruh Emiciler'den en az Harry kadar korkuyorsun ama yine de gidip onunla dala geçiyorsun?"

"Evet."

"Draco, karma diye bir şey duydun mu hiç?"

"Ah, hayır...?"

"Ne yaparsan o şey evrenden geri seker ve seni bulur, iyilikse iyilik, kötülükse kötülük."

"Eee, bunun benimle ne alakası var?"

 

 

Ensesine şaplağı yapıştırdım,

"Akıllıca davran da karman en azından bundan sonra kötü olmasın."

Acıyla inlerken ensesini ovuşturuyor, bir yandan da alakasız olduğunu homurdanıyordu. Böyle davrandıkça karma onun yakasına yapışmayı bırakmayacaktı...

"Tamam tamam, karmama dikkat ederim, şimdi beni Sihirli Yaratıklar dersim için bırakır mısın?" Dudağını bükerek sorduğu için fazla gelişmiş bir bebeğe benziyordu, yine de iç çekip kafamı sallamama engel olmadı bu.

Az sonra Pansy, Blaise, Crabbe ve Goyle da eklenmişti peşimize. Anne ördek ve yavruları mı olduk biz şimdi?

Pansy oğlanların arasından fırlayıp koluma girmek için zaman kaybetmedi. 

"İyi ki bizi derse sen bırakıyorsun Chas!" diye şakıdı neşeyle. "Derslerde oğlanlar, senin olmadığın teneffüslerde oğlanlar, her zaman oğlanlar, kusacağım artık..." 

Son kelimelerine yaklaştıkça yüzü limon yemişe döndü, yeşil gözlerini devirdi.

Davranışlarına kıkırdamadan edemedim, Sylvan ve Theo'dan asla sıkılacağımı sanmıyorum ama Pansy gerçekten iyi geliyordu, havasız kalmış bir odada pencereyi sabahın ilk ışıklarıyla açmak gibiydi onunla konuşmak. 

"Gerçekten hepiniz Ruh Emiciler'den korkuyor musunuz?" diye sordum hepsine hayretle. 

Ördek yavrularım senkronize halde kafalarını salladılar. 

"Ben çok korkmuyorum ama," diye geveledi Draco kulaklarının uçları pembeleşirken. "Diğerleri korkmasın diye istedim gelmeni."

Yiğitliğe de bok sürmüyoruz.

"Geçen gün antrenmanda gördüğünde nerdeyse altına eden de sen değildin herhalde, değil mi Draco?"  dedi Pansy pis pis sırıtarak.

"Nerdeyse süpürgeden düşüyordu!" diye ekledi Blaise gülerek.

Draco sinirlendiğinde her zaman yaptığı gibi bir şeyler ağzında gevelemiş, atarla adımlarını hızlandırıp birkaç metre ilerimizde yürüyordu. Çok uzakta değil ama, ona cesaret edemezdi. Malum, Ruh Emiciler...

Onun gidişiyle zar zor bastırdığımız kahkahalar birer birer boğazlarımızdan yukarı tırmandı. 

Draco mümkünse daha tripli yürüyordu şimdi.

"Senin dersin ne Chasity?" diye sordu Blaise arkamızdan. 

Bakır tenli ve grubun en uzunu olan bu fasulye sırığına benzeyen çocuk Draco'nun en sevdiğim arkadaşıydı sanırım. Arada bir onunla uğraşıyor, yine de onu kolluyordu. Gururlu ama ağırbaşlı bir çocuktu.

Yaşadığı hayat onu çoğu yaşıtından daha olgun kılmıştı. Annesi Elaine Zabini de değişik bir kadındı.

"Şu anlık aradayım, Sylvan'ın Herboloji'si, Theo'nun da Aritmasi'si var. Herhalde ben de başka bir arkadaşla takılırım, olmadı kütüphaneye giderim, işlerimi hallederim ki sizin maça gelebileyim sonra."

"Dersim olmasa ya da senin ders asmama izin vermeme gibi bir olayın olmasa ben de sana katılırdım, bak." dedikten sonra dilini çıkardı koluma kenetli Pansy.

Pansy'yi "Draco'nun arkadaşı" sınıflandırmasına almıyordum çünkü benim de arkadaşım olmuştu. Blaise'le aramız iyi olsa da Draco olmadıkça çok da bir muhabbetimiz olmuyordu Pansy'yle olduğu kadar, öte yandan Pansy'yle eski odamdan onun odasına şutlanmamdan beri çok sık vakit geçiriyorduk. 

Olayın özetini de geçeyim hazır konusu açılmışken; senenin başında zaten pek anlaşamadığım oda arkadaşlarımın yataklarına.. kaza eseri tahta kurusu sıçratmış, bazı talihsiz olaylar ışığında havada lanetler uçuşmuş, Barty'yi gurur edecek şekilde öğrettiği bazı sıkıntılı lanetler yüzünden kızları yanlışlıkla Hastane Kanadı'na yollamıştım. Tabii bunun bir yaptırımı oldu ama beklediğim kadar sert olmadı, büyük ihtimalle yine babamın parmağı vardı işin içinde, şikayet ettiğimden değil.. 

Oda arkadaşlarını Hastane Kanadı'na yollamanın sonucu oda değişikliği oluyormuş bu arada. Fakat onlar yerine ben gittim... Benzer senaryolar önceden de yaşanmıştı ve zaten senemdeki kızlarla pek de anlaşamıyordum (niyeyse artık), bu yüzden Snape beni bir alt sınıfların yanına yollamayı denedi bu sefer. İşe yaradı nitekim. Hem oda daha ferahtı (enerjisi de hoştu), hem de oda arkadaşlarımla ilk defa anlaşıyorduk. Snape çok çok yüksek ihtimalle bilerek Pansy'nin odasına yollamıştı beni.

Ördek yavrularımı bırakırken birkaç saniyeliğine de olsa kardeşimi görme fırsatı yakalamıştım. O Remus hakkında bir şeyler sormuş, ben de öğrenmesi gereken bir büyü olduğunu ve sevgili vaftiz babamın bunu öğretebileceğinin filizlerini bilinçaltında itekleye itekleye yeşertmiştim.

Hazır Theo ve Sylvan dersteyken ve nadiren başıma gelen bu yalnız kalma mucizesi uzun süre ardından tekrar bana uğramışken en iyi şekilde değerlendirmek, yani kütüphaneye gidip Edgar Allan Poe okumak istiyordum. 

Gotik edebiyatı küçüklüğümden beri ilgimi çekiyordu, bunda babam ve Barty'nin etkisi büyüktü. Belki de asıl tetikleyen babamın odasındaki uzun kitaplığın en üst rafında duran Edgar'ın seçme hikayeleri özel baskısıydı. Kalın, kocaman ve süslü bir kitaptı. Boyum yetmiyor, babamlardan istediğimdeyse "Daha yaşın küçük onun için" lafını yiyip boynum bükük uzaklaşıyordum. Bir gün, hiç unutmam, Kreacher'la evde yalnız kalmıştık ve o kadar ağlamıştım ki en sonunda daha fazla dayanamayıp kitabı bana vermişti. İşin komik yanı okuma yazmam yoktu o zamanlar, belki saçma gelebilir ama aynı Şeker Portakalı'nda olduğu gibi ben de kendi kendime öğrenmiştim bir kısmını. Öğrenme hevesimi görünce babam ve Barty bana öğretmeye karar vermiş, bu sefer de Zeze'den Liesel Meminger'a terfi etmiş, aldıktan sonra başucumdan ayırmadığım o koskoca kitap üstünden öğrenmiştim okumayı.

Ozan Beedle'ın öyküleri de zemin hazırlamış olabilir günümüzdeki ilgilerime, büyücü ailesine doğan her diğer çocuk gibi benim de en küçük yaşlarım, uyku öncesi masallarım Ozan Beedle'la süslüydü. Babam genelde çocuk kitapları okusa da arada bir sabrı yettiğinde beni uyutmaya gelen Barty, kendi çocukluğunda annesinin de ona bu masalları anlattığını ve onun bu masallardan çok keyif alıp aynı zamanda ders çıkardığını söyleyerek beni yatağıma yatırır, ezberinden anlatmaya başlardı öyküleri. Bazen alternatif sonlar yaratır, Bin-bir Gece Masalları gibi uzattıkça uzatır, bağladıkça bağlardı olayları. Onun komplike olay örgüleri küçük yaştaki zihnime bir yerden sonra fazla gelirdi, kolum beline sarılı, kafam gövdesine dayalı uyuyakalırdım.

Yaşım büyüdükçe kendim okumaya başladım, şimdiyse birkaç yıldır belli bir kitap zevkim vardı ve o doğrultuda kitaplar seçiyordum keyfi okumalarımda. 

Okulda olduğum süreçte çok da okuyamıyordum ya gerçi...  Sylvan ve Theo'dan fırsat olsa Draco'dan olmuyor, Draco'dan olsa Harry'den, Harry'den olsa George ve ifrit ikizi derken sıra uzayıp gidiyor. O yüzden bu kutsal anları en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorum.

Hızlı adımlarla kitabımı aldıktan sonra kütüphaneye adeta uçmuş, kendime sessiz - sakin bir köşe avlayıp oraya kurulmuştum. Madam Pince'in kütüphanenin öteki ucunda olmasını fırsat belleyerek koltuğa yayılmış, evde okurken girdiğim abuk sabuk şekillerin daha basit versiyonlarını uygulamaya geçirmiştim. 

Şansım şaşırtıcı şekilde yaver gitmiş ve tanıdığım kişilerce çok da bölünmemiştim, sadece bir kez Hufflepuff'tan, ilk yılımda Dora'nın tanıştırdığı Cedric Diggory geçerken selam vermişti. 

Kitapta hedeflediğim yeri biraz geçince kendimi zorla da olsa durdurdum, açgözlülüğün alemi yok, hızlıca bitirmek ve şansımı zorlamak yerine bir dahaki mucizeye dek okuyabildiğim sayfaları düşünüp kafamda hayaller kurmalıydım. Ben de bu şekilde romantize ederek hayata katlanıyorum işte.

Hayat, şansımın son demlerini de lıkır lıkır içtiğimi kanıtlamak istercesine kütüphanede tanıdık olmamasını dilediğim kişinin seslerini yankılıyordu. 

Hazır gelmişken bir de derslerim için gereken kitaplardan birini alayım diye düşündüm. Ne de olsa buraya gelip gitmek o kadar da basit değildi Slytherin zindanlarından. Yanlış anlamayın, zindanları ve göle bakan camlarını, günün her saatinde farklı bir su-altı canlısı görebilmeyi, diğer binaların trafiğinden uzakta, daha sessiz bir yerde olmayı seviyordum. Fakat çoğu yere de daha uzak kalıyorduk, zindanlardan hedeflediğim yere yetişmek için başka binadaki bir öğrenciden daha erken çıkmam gerekebiliyordu. Kütüphane ve Büyük Salon gibi yer kapmaca oynanan yerler olduğunda daha bile uğraştırıcı ve sıkıcı geliyordu bu lanet durum. 

Gerçi Ravenclaw'lar da adeta Rapunzel'in kulesinden iniyorlardı, zaten nedense hep çeken biz gümüşi tayfayız...

Babamın (ve tabii en sevdiğim rakunun) yardımıyla yazları yılımdan ileri konuları öğreniyor, SBD ve FYBS'lerimin kolay geçmesini garantilerken geleceğime yatırım yapıyordum. Aslında hala tam olarak ne istediğime karar verebilmiş değildim. Gelecek gözümü korkutuyordu. Yeterince çabalarsam her şey olabileceğim gerçeği beni geriyordu, sınav ve eğitim sistemleri yüzünden bir kez seçim yapabilirdim aslında. Ne de olsa kaç FYBS'n varsa ona göre meslek imkanların kısıtlanıyordu. İçimden bir ses öğretmenlik hoş olabilir derken diğeri ailemin tarihinde de olan iksir ustalığını düşünmüyor değildi, belki de büyükbabam Fleamont Potter'ın yaptığı gibi çok tutacak bir iksir üretirdim.  Belki de yazarlıktan ilerlerdim, bunu emeklilikte ya da boş zamanlarımda da yapabilirdim aslında... Sıradakine geçelim, sahne sanatları da fena değil gibiydi. Senaristlikten ilerleyebilir, belki oyunculuk bile deneyebilirdim. BSSO'nun (Büyücülük Sahne Sanatları Okulu) tam olarak nasıl ve neye göre öğrenci kabul ettiğini bilmiyordum ama Londra'da olması işime gelirdi, ne de olsa orada okumayı seçsem evime de fazlasıyla yakın olduğundan yorucu bir yolculuğa ihtiyaç duymayacaktı gidiş-gelişim. Hızır Otobüs'le beş dakika bile sürebilirdi. 

İşin özeti çok kararsızdım.

Yayıldığım koltuktan Kreacher'ın bana birkaç hafta önce havalar soğuduğu için örüp getirdiği siyah atkıyı ve kitabımı da alıp koluma geçirdiğim bez çantaya attıktan sonra bir kitap ormanını anımsatan sık sık dizilmiş rafların arasına attım kendimi. 

Kütüphanede yolumu ve aradığım kitabı kolay bulmamı ilk senemden beri bu raflar arasında zaman buldukça geçirdiğim süreye borçluydum. Her rafı ezberlemiştim nerdeyse.

Aradığım kitap iksirler üzerineydi bu sefer, babam Barty'nin beni Karanlık Sanatlara fazla alıştırdığından ve iksirleri çok saldığımdan dert yanmış, üstüne üstlük Severus'a beni şikayet etmişti. Severus da konuyu ele alarak bana iksir kitapları önermiş ve boş zamanlarımda mahzenlerdeki genelde kullanılmayan iksir sınıfını öğrendiklerimi uyulamaya dökmem için kullanabileceğimi söylemişti. Bina başkanının gözdesi olmak çok zevkli ve işe yarayan bir  torpil. Tavsiye ederim.

Rafı bulmasına bulmuştum ama minik bir sıkıntı vardı ki boyum yetmiyordu. Şaşırmamıştım, çok kısa olmasam da uzun da sayılmazdım. Tam elimi cübbemin cebine, asamı almaya atmışken kızıl bir şey (Hayır ben değilim, maalesef şu ana dek okulda hiç kızıl saçımı kullanma şansım olmadı, şikayetçi değilim durumdan, babamla aynı saç rengini kullanmak ve onunla kan bağım varmış gibi görünmeyi seviyorum, yine de gerçek kimliğimin ifşa olmasına dair aklımda soru işaretleri olmadan bazen kendi saç ve gözlerimi kullanmayı da isterdim.) gözümün ucundan geçip gitti.

Çok geçmeden görmeye hiç de hevesli olmadığım sima karşımdaydı. Üstündeki yerinde duramamasından kırışık olduğunu düşündüğüm gömleği her zamanki gibi kıyafet kuralından habersiz süveterinden fırlıyordu. Kırmızı ve altın renklerinin birbirini sardığı kravatı alışılmış halinde, sahibinin en azından bir kez onu düzgün takmasını görebileceğini umuyordu. Gömleğinin eteklerinden biri dışarı ördek kuyruğu gibi fırlarken diğer eteği pantolonunun içine sıkıştırılmıştı. 

"Ne diye dikiliyorsun? İlgi peşinde misin yine, Black?" diye söylendi baygın bakışlarla.

Sözleriyle kaşlarım çatıldı, ne alaka şimdi bu?

"Farkındaysan bir kütüphanenin içindeyiz, ben de maalesef zürafa değilim ki çat diye istediğim kitabı hemen alıp gideyim."

Sanki soruyu soran o değilmişçesine cevabımı dinlemeden erişmeye çalıştığım kitabı çok da zorlanmadan kavradı,

"Bu kitap mı?" diye sordu elini kitabın sırtından çekmeden mimiklerini oynatmayarak bana bakarken.

Hareketiyle şok olmuştum, acaba zehirlendi mi diye düşünmeden edemedim. Belki de birisi ben fark etmeden sabah kahvaltıma sıvı şans karıştırmıştı...

Kem küm ederek anca bir evet çıkarabildiğimde kitabı rafından sıyırıp çıkarmış, bu seferse yüzünde muzip bir ifadeyle benden uzaklaşıyordu.

Bir yandan ona yetişmeye çalışırken "Nereye gidiyorsun? Versene şunu!" diye seslendim ardından.

"Niye vereyim ki?" derken alayla çenesini kaldırıyordu. "Benim de ihtiyacım var."

Fred'in yüksek notlar aldığını bilsem de çalışmadığını da biliyordum, ne ders kitabı açtığına ne de çalıştığına tanık olmuştum şu eğitim hayatımda.

"İksir kitabına mı?" diye sordum onunla aynı şekilde, alaycı bir tavırla.

Sanırım yine eline oynamış olmalıyım ki zaten bıyık altından keyif aldığı belli olan suratını iyice umursamazca bana dönmüş, küstah bir algı eklenmişti kahverengi gözlerine.

"Sana sataşıyor ve ilgimin bir kısmını veriyor olmam seninle aynı yılda olduğum anlamına gelmiyor Black," dedi. "Hatırlatayım, ben senden bir sene üstteyim ve bu da altıncı sınıf ders kitabı. Malum, FYBS'ler için çalışmaya SBD'den önce başlamak lazım. Asıl sana sormalı, ne işin var bu kitapla?"

"Dediğin gibi FYBS'lere erken çalışmak lazım." diyerek sinir edici bir sevimlilikle gülümsedim.

Belki de gerçekten Felix Felicis tüketmişimdir bilmeden ki önümdeki ahmağın daha insani ve sevdiğim versiyonu beni kurtarmaya geldi adeta.

"Neden ikinizin tartışmalarına şaşırmıyorum artık?" diyerek iç çekti karşılaştığı klasik manzara karşısında. "Selam Chas." 

Bana döndüğünde yüzünde minik bir tebessüm vardı.

"Selam George," diye aynı şekilde karşılık verdikten sonra uyuz ikizini işaret ettim, "Bu salak yine bana sataşıyor!"

Fred ellerini masum olduğunu söylercesine havaya kaldırdı, kitabı hala tutuyordu.

"Sadece dediğimiz kitabı aldım, senin manyak arkadaşın kendi kendine kuduruyor. Kafasında her zamanki gibi birkaç tahta eksik."

Gözlerimi kısarak ona hayali hançerler fırlattım. 

Elimde olsa dünyanın öteki ucuna da fırlatırdım onu...

"Sen mi ders çalışacaksın? Kendi dediğine inandın mı cidden?" diye tısladım havuç kafaya.

"Evet."

Bizim kedi-köpek tartışmamız alevlenemeden George aramıza girerek,

"Gerçekten kitap lazımdı, işimiz biter bitmez sana getiririm ben, merak etme Chas." dedi.

Bir önümdeki George'a bir de omzu ardından çakmasına baktım,

"Salazar'ın sakalı adına yemin ederim muadilinden yana sıkıntı çıkarsa bu sefer onu Astronomi Kulesinden sallandırırım. Bir bakarsın elimden kayar-"

"Sen o bidicik bacaklarınla kuleye tırmanana dek yarım asır geçer zaten merak etme."

Dedikleri sonrasında derin bir nefes aldım ve ciğerlerimi doldurdum, gülümseyerek gözlerimi kırpıştırdım, "George, zaten beş kardeşin daha var, izin ver ben bunu öldüreyim!"

"Onu maalesef yapamayız, biz bir alana bir bedavayız." diyerek güldü. Omzunun ardından kitaba göstermelik bakan kardeşini kontrol ettikten sonra eğilerek kulağıma, "Fred seni sinir etmek için öyle yapıyor sadece, onun eline yürüdükçe daha da fazla yapacak. Umursamıyor gibi yap."

"Söylemesi kolay." diye homurdandım ona göz devirerek. "İkizin ömrümü çiğ çiğ tüketiyor. Hayat kalitemi düşürüyor- ki düşün, bu benden geliyor. Hani zaten nedensizce sizin binadan günlük zorbalanma kotası olan biri."

"Binan yüzünden yargılıyorlar işte, önyargı-"

Kitabı çarparak kapatıp ikizinin omzuna yasladı başını,

"Flörtleşmeniz bittiyse artık gidebilir miyiz? Şu yer-cücesine daha fazla vakit harcamak istemiyorum."

Sözleri üstüne George kızarıp alakasız olduğuna dair bir şeyler derken ben de George'un ardındaki Fred'e saldırmaya çalışıyordum.

"Zıpla zıpla," dedi sırıtarak, bir yandan da kitabı başının üzerinde tutuyordu. "Belki boyun uzar."

Teker teker o turuncu tüylerini yolup burun deliklerine tıkmak istiyordum, biraz da ağzına ki sussun! 

Çok ses çıkarmış olmalıyız ki Madam Pince hışımla bizi doğduğumuza pişman etmeye adımlıyordu.

"Doğruca dışarı!"

İkizlere doğru el salladım.

"Hepiniz."

Ben ne alakaydım ki şimdi?

George "Kitap alacak-" diye başlasa da Pince ikiliyi iteklerken,

"Kütüphane adabını öğrenince almaya gelirsiniz." diyerek kışkışladı.

"Ben neden arada kaynıyorum?" diye homurdandım daha önce bolca muhabbetim olan kadına. "Weasley'nin başlattığını biliyorsunuz, Madam!"

İkizleri iteklemeyen eliyle bana da hareket etmemi işaret etti,

"Kuralları biliyorsun Chasity."

Fred'i kuleden atma konusunda önceden değildiysem bile şu an fazlasıyla ciddiyim.

Oflayarak ikizlerin ardından çıktım.

"Yaptığını beğendin mi?" diye sordu Fred ters ters bakarak. "Sayende ikimiz de zarardayız!"

"İnsan gibi davransan böyle bir şey olmazdı, hem borazan sesi olan ben değilim," dedim ve George'u işaret ettim. "Biraz ikizini örnek al!"

Yine bir lanet seansına başlayacaktık sanırım ki eli asasına gitti.

Ondan hızlı davranarak Barty'nin öğrettiği lanetlerden birini sessizce yolladım.

Saçları yılana dönüşmüş Fred kendini ısıran saç-yılanlarına ters bir bakış attıktan sonra bana bir Sersemlet atmıştı. 

Barty tarafından eğitilmenin en iyi yanı da ansızın ortaya çıkan düellolara hazırlıklı olmak ve reflekslerinin gelişmesi. Sayesinde lanetleri savurmam da onlardan kaçmam da hızlanmıştı. Yine de hala geri lanet atma üzerinde çalışıyorduk...

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?"

Vaftiz babanın profesör olması hiç hoş değil, özellikle de sorumluluk sahibiyse.

Aramıza girmiş ve ikimizin asasını da elimizden almıştı bir asa hareketiyle.

"Gryffindor'dan da Slytherin'den de ellişer puan kırıyorum bu aptalca davranışınız için."

"Elli bir tık fazla değil mi, profesör?" diye itiraz etti George.

"Az bile," derken kaşlarını çattı Remus. "Ayrıca neden araya girmek yerine izlediğinizi açıklar mısınız Bay Weasley?"

"Profesör, biri ikizim diğeri de değer verdiğim bir arkadaşım. İnanın bana daha önce denedim ve nasibimi aldım, araya girmemem daha kârlı." diye yanıtladı. "İkisi de kızın boğalar gibi..."

Elde olmadan ikimiz de aynanda itiraz ettik söylemine,

"Hey!" 

Remus bizi takmaksızın George'a döndü,

"Nasıl hissettiğini inan bana çok iyi biliyorum." Bir anlık bana baktı sanki bir şey ima edercesine.  "Yine de gerektiği zaman arkadaşın da olsa kardeşin de olsa araya girebilmelisin. Hem kendi hem de onun iyiliği için."

Bir süre sessizlik çöktü üstümüze. 

Gergince bakıştığımız belli bir sürenin sonunda Remus iç çekerek bizi adeta yangına attı ve,

"En azından iki ideal öğrenci gibi davranabilmeyi öğrenmeniz için ikinize ceza veriyorum," dedi.

"Nasıl yani ben ceza almıyor muyum?" diye sordu George şaşkınlıkla. "Benim de almam gerekmez mi?"

Remus elini sallayarak onu geçiştirdi,

"Hayır, bu seferlik sorun yok, uyarımı yaptım; eğer bir daha aynısını yaptığına tanık olursam ancak o zaman ceza alırsın." 

"Bize ayrı ayrı ceza verseniz olmaz mı?" diye sordum acım sanki mental değil de fizikselmişçesine yüzümü buruşturarak. 

"Olmaz, amaç zaten birbirinizi ne kadar sevmeseniz de birbirinize insan gibi davranmayı öğrenmeniz ve bir öğrenciye yakışır davranışlar sergilemeniz." dedi sertçe. Remus'ın bana kızmasını sevmiyordum, herhangi birinin azarlamasını da sevmezdim çünkü çocukluğum boyunca nerdeyse hiç azar yememiştim. Babam sakin bir dille anlatırdı yanlışım olduğunda, gerçi ona da çok gerek kalmazdı, uslu bir çocuktum. "Size bir grup ödevi vereceğim, yarın sabah kahvaltıdan sonra ofisime gelin, konunuzu belirleriz. Herhalde o zamana dek beladan uzak durmayı başarırsınız?"

Senkronize bir şekilde başımızı salladık süt dökmüş kedi misali.

"Bay Weasley'nin saçlarını düzeltir misiniz Bayan Black?"

Bir Fred'e bir de Remus amcama baktım.

"Onu maalesef yapamam. Lanetin belli bir süresi var ve kendi kendine yok oluyor, karşı büyüsü yok..."

"Nerde buldunuz bu laneti acaba?" diye sordu gözlerime "Umarım düşündüğüm haltı yemedin" dercesine bir bakış atarken.

"Rakunumla bulduk." dedim gülmemek için kendimi zar zor tutarken. O anlayacağını anlamıştı.

"Sonra tahtaları eksik dediğimde olay çıkıyor..." diye mırıldandı Fred ikizine.

"Sonra lanet yiyince mızıldanıyorsun."

"Tekrar başlayacaksanız yüzer puan alacağım."

"Tamam tamam, susacaklar. Değil mi çocuklar?" diye atıldı George ikimize imalı bakışlar atarak. Zihninde attığı bıkkın çığlıkları zihinefend olmadan da duyabilirdim.

"Tabii."

Remus bizi süzüp saldıktan sonra George kulak mesafesinde olmadığına emin olurcasına ardından baktı, bize döndü ve,

"İki bina tarafından cadı/büyücü avına uğramayı mı istiyorsunuz siz?" diye hırladı. "Bu gidişle puanları sıfıra indireceksiniz. Kendinize gelin artık, biriniz dört, diğeriniz beşinci sınıf. Çocuk değilsiniz."

Sessizce ters bakışlar attık.

"Umarım şu ödev olayı azcık aranızı düzeltir de bu saçmalık sona erer, ikinizin arasında kalmaktan bıktım."

 

***

 

"Ne o, yüzün beş karış?" diye sordu Theo kurulduğu uzun, terapistlerin ofisinde bulunan dramatik koltukları andıran koltuktan.

"Ne olmadı ki..." diye homurdandım şömineye en yakın tekliye kurulurken. 

Sözlerimle Draco ve Pansy de dikkat kesilmiş, biri yattığı yerde doğrulmuş, öbürü de başını ödevinden kaldırmıştı.

"Ceza yemedin ya yine?" diye sordu Draco umutla.

"Elli puan gitti..." Üçünün de gözleri irileşirken odaya bu sözümle giren Blaise tükürüğünde boğularak öksürmeye başladı. "Ama olay bu değil!"

"Daha ne olmuş olabilir?" diye ciyakladı çatlayan sesiyle.

"Fred Weasley ile grup ödevine çarptırıldım! Hem de amaç iyi geçinmek."

"Tamam daha kötüymüş." dedi Draco gözlerini irileştirerek.

Pansy kahkahasını bastırmaya çalışırken zar zor sordu,

"Nasıl kazandın bu ödülü?" 

"Sen benim acımdan keyif mi alıyorsun?"

"Hem de nasıl! Çok komik..."

Biz Pansy'yle şakayla karışık atışırken Theo araya girdi,

"Tam olarak ne oldu?"

Çok da detaya girmeden olaylar silsilesinin özetini geçtim, Madam Pince'in beni de kovması kısmını da azcık atlamış olabilirim. Gurur meselesi sayılır.

"Peki ne kadar sürecek bu ödev fiyaskosu? Hiç mi bir şey demedi Profesör Lupin?" diye sorguladı Blaise.

"Hayır, yarın sabah kahvaltıdan sonra ofisine çağırdı, orda belirleyecekmişiz." dedim bacaklarımı toparlarken.

"En azından iyi anlaşma tişörtü falan giydirmiyor adam, onu da yapabilirdi." diyerek omuz silkti Pansy. Tuhaf bakışları toplayınca da, "Ne var? İyi yanından da bakmak lazım bazen."

"Sen pozitif, Chasity negatif konuşunca tuhaf oluyor." diye yanıtladı Draco tuhaf bakışlarını üzerinden çekmeden. 

"Neyse ne, geçmiş ola, yapacak tek şey o havucu her gün görmek zorunda kalmayacağımı umut etmek." diyerek kısa kesmeye çalıştım konuyu. Konu konuşuldukça daha çok düşünüyor, düşündükçe geriliyordum. Sylvan'a da anlatasım geliyordu bir de, fakat gece gece Ravenclaw kulesine gitmek pek de akıl kârı değildi. Böyle anlarda keşke Sylvan her açıdan çektiği babasına bina açısından da çekseydi diye düşünmeden edemiyorum.

"Yaptığın lanetin süresi ne kadar bu arada?" 

Hınzır bir sırıtış yavaşça yüzüme oturdu,

"On altı saat."

Ortak Salon'da kahkahalar çınladı, belki de Fred'in kulakları da aynı şekilde çınlamıştı.

"Bana da öğretmen lazım bir ara!"

"Bana da, bana da!"

"Tamam tamam," diye güldüm. "Hepinize gösteririm bir ara."

Theo kafasını yasladığı koltuğun kolundan hesabını dile getirdi,

"On altı saat etkisi sürüyorsa kahvaltıdan biraz önce gibi normale döner, vah vah, çok üzüldüm(!)"

"Yılanlar ona saldırdığı için büyük ihtimalle uykusuz olacak," diye açıkladım. "Neyse, kendisi kaşındı."

 

Chapter Text

 

 

Sabah kahvaltıya gitmek ayrı bir işkence, tabağıma koyduğum bir - iki şeyi yutmaya çalışmak apayrı bir işkenceydi. Üstüne üstlük Theo, az yiyecek olduğunu ve çabuk acıkacağımı söyleyerek tabağıma eklenti yapmıştı.

Açıkçası kahvaltıdan sonra öz vaftiz babam tarafından ateşe atılacak oluşum ve cehennem çukurunda beni bekleyen, tırpanlı zebaninin Fred Weasley olacak olması iştahımı kapatıyordu. Kim bilir nasıl bir ceza vardı kafasında Remus amcamın...

 

 

"O tabak bitecek Chas," diye uyardı Theo kendisi ceza almayacağı için hafta sonunun bütün rahatlığıyla. "Gergin olsan da yemen lazım, yoksa öğle yemeğinden önce acıkırsın."

Homurdanarak omletime onu öldürmek istercesine bir çatal daha batırdım.

"Omletin Fred Weasley değil," diye bir ses geldi arkamdan. Kafamı kaldırdığımda Sylvan'ın masamıza yine kaçak geldiğini fark etmiştim. Binadaki herkes Sylvan'ın buraya kaynamasına alışmış olsa da profesörler hala ensesinden Ravenclaw masasına sürüklemeye alışamamıştı. Hafta sonu olduğundan olsa gerek profesörlerden karışan ya da ters ters bakan yoktu. "Haberin olsun dedim, öldürmeye çalışıyor gibiydin de."

"Bak işte," diye atıldı Theo, Sylvan'a laf sokma fırsatını kaçırmayarak. Çok hoşuna gidiyordu bu eylem. "Slytherin'i seçmiş olsan hiç bu kadar zahmete girişmezdin."

Sylvan boşta bulduğu çatalla tabağıma dadanıyor, Theo'nun eklediği pastırmalı böreklerden yiyordu.

Babasından aldığı buz mavisi gözlerini devirdi ağzındaki böreği çiğnerken,

"Ne alaka? Ayrıca hani Seçmen Şapka ya, o seçiyor. Demek ki zeki görmüş beni ki Ravenclaw'a gönderdi."

"Yoo," diye itiraz etti Theo hemen. "Şapka senin ne istediğini de umursuyor. Babam n'olur n'olmaz diye söylemişti. Kim bilir ne kadar yalvardın da gittin Ravenclaw'a, yoksa o kalın kafanla hayatta seçilmezdin!"

Dipnot geçeyim, Theo Sylvan'ın zeki olduğundan haberdar, sadece ikisi de bir diğerini zorbalamayı seviyor.

"Diyene bak sen!"

Onlar hararetle dalaşmalarına devam ederken önümde Barty'den edindiğim alışkanlık sayesinde seçtiğim çayı kafama diktim, ılınmıştı.

"Ben gideyim artık," dedim Theo tabağımı bitirmediğimi, daha da ötesi tabağımdakileri Sylvan'ın bitirdiğini fark etmeden sıyrılmayı hedefleyerek. Hem ne kadar erken gidersem o kadar çabuk hallolmaz mıydı? Korkunun ecele faydası yok sonuçta... "Size afiyet olsun."

Sylvan boştaki eliyle koluma yapıştı,

"Ben de aslında seni gaza getirmeye ve şans dilemeye gelmiştim şu garkenez araya girene dek."

Hitabı üstüne kaşlarını çatsa da bu olayı ben gidinceye saklayarak bana döndü Theo da,

"Kafana takma, dediğim gibi altı üstü bir ceza. Hem sinirini bozarsa onu zevkle temizlerim, biliyorsun."

"Aynı şekilde, denemek istediğim lanetler var ve çok iyi deney faresi olur Weasley'den." derken yüzünde şeytani bir ifade vardı sarışının.

Omurumdan bir ürperti geçti, ellerine bıraksam kim bilir kaç parça halinde toplardım Fred Weasley'yi.

"Bol şanslar." dedi ikisi de bir ağızdan yüzlerinde cesaret verici gülümsemelerle.

Teşekkür ederek yolumu Büyük Salon'un kapısına çevirdim, bu sene yeterince ders alıyor ve üstüne üstlük ileri yıllar için de çalışıyordum her zamanki gibi, bir de bu havuca mı zaman ayıracaktım?

Kapıya yaklaştığım sırada arkadan Theo'nun sesi duyuldu, tabağımın halini fark etmiş olmalıydı,

"Chasity, tabağın!" diye kükrediyse de duymazlıktan gelerek fıtı fıtı hızlı adımlarla topukladım.

Midem, bir avuç kadar olsa da kahvaltıda yediklerimin ağırlığı ve gerginliğimle kasılıyor, soğuk terler dökmeme sebep oluyordu.

Kendimi sıkarak, zorla ayaklarımı sürüye sürüye Remus'ın ofisine varmıştım, kapıyı tıklattım,

"Girebilir miyim?" diye seslendim.

Keşke cevap alamasaydım da ofiste kimse yok diye gitmek zorunda kalsaydım.

"Girebilirsin Chasity."

Tabii öğretmenimiz Remus Lupin olduğu sürece bu imkansızdı.

İçimden isyan çığlıkları atarak kapının kulpunu çevirdim, Remus amcam masasının köşesine kalçasını yaslamış, kollarını çaprazlayarak beklerken Fred Weasley de koltuklardan birinde oturuyordu.

"Lütfen otur sen de," diyerek Fred'in karşısındaki koltuğu işaret etti. "Konuya direkt atlamayı kaba buluyorum, o yüzden, nasılsınız?"

Yüzümde alaycı bir ifadeyle gülümsedim,

"Harikayım, profesör." diye yanıtladım. "Cezamı öğrenmek için sabırsızlanıyorum."

Remus uyaran bir bakış attı.

"Black'ten daha da harikayım, varlığımla bile rahatsız edebilmekten gurur duydum açıkçası." derken yamuk bir sırıtış suratına yayılmıştı havuç kafanın.

"İyi, madem sadede gelelim," diyerek aceleyle sandalyesine oturdu olası bir tartışmayı engellemek için. "İlk başta Madam Pince'ten öğrendiğim, hakkında tartıştığınız iksir kitabından ilham alarak size bir iksir ödevi vermeyi düşündüm, bunun için profesör Snape ve McGonnagall ile konuştuğumdaysa isimlerinizi beraber duymaktan baya bıkkın bir şekilde bunun yeterli olmadığını söylediler. Anladığım kadarıyla üç senedir aranızda bir savaş var. Her neyse, profesör McGonagall harika bir öneride bulundu ve profesör Snape de Chasity'nin derslerini etkilemediği sürece hiçbir sakınca görmediğini söyledi." İkimizin de nabzını yoklamak istercesine bir an sessizce yüzlerimizi inceledi. "Bir sene boyunca birbiriniz hakkında günlük tutmanızı istiyorum. Her hafta yazdığınızı bana teslim edeceksiniz ve ben de kontrol edeceğim."

İkimiz de şaşkınlıkla bir diğerimize baktık.

"İyi de aynı yılı bırakın aynı binada bile değiliz, birbirimizi sıkça görmeyiz bile." diye itiraz etti Fred.

"Orası size kalmış. Bu haftayı geçirin, ilk raporunuzu alayım ona göre eleştireceğim. Ne yapmanız gerektiğini daha iyi anlamış olacaksınız bu sayede."

Birbirimize sudan çıkmış kappa gibi bakıyorduk. Bu da neydi şimdi?

"Başka sorunuz yok herhalde?"

Sorum değil de sorunum var, desek daha doğru.

Bir şekilde Remus'ın kibar hareketleriyle kendimizi kapıda bulmuştuk. Onunla konuşmaya çalışsam da meşgul olduğunu belirtmiş ve "Fred'le kaynaşmamı" önermişti.

Kapının önünde bizi ikizlerden arkadaş olarak benimsediğim, George bekliyordu. Cebinden bir parşömen çıkıyordu - ki hala bana göstermedikleri, şu ilk senemde üstüne kavga ettiğimiz parşömen olduğuna emindim.

"Selam Chas," derken kollarını çaprazladığı yerden örme kazağıyla oynuyordu. Annesi örmüş olmalıydı. "Nasıl geçti, cezanız ne?"

Ben oflarken onun kötücül yansıması da omuz silkiyordu.

"Günlük tutmamızı istedi bir diğerimiz hakkında." diye yanıtladı Fred.

"E, kolay baya."

"Her hafta kontrol edecekmiş."

"He... o biraz sıkıntı gibi."

"Neyse ne," diyerek yaslandığı duvardan güç alarak doğruldu Fred. "Bir şeyler özetler, kişisel düşünceler ekler veririm işte. Olmadı büyülü tüy kalem diye bir şey var." Son sözüyle ikizine göz kırpmıştı.

"Remus yemez onu yalnız," derken yüzümde eğlenen bir gülümseme oluşuyordu. "İnan bana senden daha fazla numara biliyordur, o."

Fred bir süre beni süzdü, sonra gülerek,

"Tabii, neyse." diyerek önden yürümeye başladı. Büyük ihtimalle Gryffindor Ortak Salonu'na dönüyordu. "George, geliyor musun?"

Egosunun söneceği bir zaman illa ki olacak.

George ona eliyle gitmesini işaret etti yerinden kıpırdamadan,

"Sen git, sonra gelirim ben."

Fred'in göz devirdiğine yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Sanırım altıncı his tarzı bir şeydi benim bu Weasley detektörüm.

Fred yeterince uzaklaşmıştı George konuşmaya başlayınca,

"Cezanız o kadar kötü değil, gerekirse yardım ederim... Gerçi zaten çoğu şakamızı görüyorsun."

Kafamı salladım, binam her Merlin'in gününde onların şakalarına maruz kalırken bir tık imkansız gibiydi habersiz kalmak.

"Neyse ceza faslını boş verelim, yeterince kabak tadı vermiştir zaten." dedi ve bahçeye doğru yürümeye başladık. "Nasıl geçti yaz tatilin?"

Çok detaya girmeden yaz boyu Sylvan'la yediğimiz haltları anlatmaya başladım, Theo'dan uzun süre haber alamamamız ve diğer şeyler.

O da bana Mısır'a gidişlerini, abisi Percy'yi nasıl az daha ifrit ikiziyle bir piramide hapsettiklerinden bahsetti.

"Nerdeyse başarıyorduk," dedi heyecanla. Kahverengi gözleri Percy'nin hapsoluşu fikriyle parıl parıl parlıyordu. "Sonra annem bizi fark etti ve plan boşa gitti."

Tepkisine gülmeden edemedim.

Percy Weasley ile alıp veremediğim yoktu aslında, Slytherin'de 'genelde' kurallara uyan nadiren kişilerden olduğum için aramız insani düzeyde diyebilirdim bile. Onu daha çok George ve Ron'un anlattıklarından tanıyordum; sinir bozucu, annelerinin favorisi olan abi figürü. Öğrenciler Başkanı olması da tuzu biberiydi şimdi.

"Rozet olayı ne bu arada?" diye sordum bahçeye çıkan yolda önümüze gelen dalları kenara iterek. "Bir Percy'nin rozeti yok başkanlardan."

Sorumla birlikte yüzünde sinsi bir sırıtış oluştu, öyle ki bir an ikiziyle benzerliklerini tekrar anımsadım. Farklılıklarına çok odaklanınca tek yumurta ikizi olduklarını unutmuş gibiydim.

"Yazın sonlarında ondan kaptık Fred'le," derken gururla gözlerini kısmıştı. "Tabii, zavallı bastıbacak Ron'un üstüne kaldı suç ama yapacak bir şey yok... Üstünde biraz-" duraksadı ve doğru sözcüğü aradı. "-kişiselleştirme yaptık. Sonucunda Öküz Başlı yazıyor artık."

Yaptıkları eşek şakasına gülerken bahsi geçen Weasley ikimize de ters bakışlar atarak önümüzden Penelope Clearwater'la geçti.

Dayanamayarak beraber gülmeye başladık bu sefer.

"Sence beni de kara listesine eklemiş midir?" diye sordum sırıtarak.

"Ah, kesinlikle!" derken o da sırıtıyordu. "İlk beşe girdin derim."

Bahçede daha önce de birkaç kez karşılaştığım siyah, dev gibi bir köpek yanımıza yaklaşmış, benimle aynı hizada yürüyordu. Elimle kulaklarının ardını kaşıdım George'a cevap verirken,

"Tüh," dedim şakayla dudak bükerek. "Annene diğerleriyle beraber beni de şikayet ederse tatilde size davet edilmeyeceğim."

İngiliz halk efsanelerindeki Ecel'e benzeyen köpek sözlerime gülercesine (belki de sadece kulaklarının ardını kaşımam hoşuna gitmişti) ağzını açmış, dilini çıkarıyordu, gri gözleri yarı kısıktı.

"Yok canım," diyerek omzunu omzuma çarptı, "O benim anlattığım şeyleri gölgelemeye yetmez. Hem Harry ve Hermione'nin de burnu boktan çıkmıyor ama hala annemin gözünde melek gibiler."

Şakacıktan nefesim kesilmiş gibi yaptım iki elimi ağzımın üstüne koyarak,

"Demek annenle oturup dedikodumu yapıyorsunuz!"

"En sevdiğimiz hobiyi öğrenmen yazık oldu..." diyerek cık cıkladı. "Neyse, diğer sefere yeni dedikodu malzemesi çıktı!"

 

 

***

 

 

George'la laflarken herhalde bir - iki saat yemiştik, gerçi iyi olmuştu. Ne zamandır hiç doğru dürüst zaman geçiremiyorduk. Bir Sylvan ya da Theo olmasa da George'a da fazlasıyla değer veriyordum. Duygusal zekası parlak olduğu için dertleşmesi çok keyifli biri. İnsanın halinden anladığı gibi çözüm üretmeye de yardım eder, hem çoğu zaman değişik hikayeleri de oluyor anlatacak...

Onunla zaman geçirirken Harry'yle karşılaşınca fırsat bu fırsattır diyerek vicdanımı rahatlatmaya adımladım. George'la geçiremediğim zamanın bir iki katını da öz kardeşimle geçirememiş, üstüne üstlük bir de şu hala şişirme olayını tam olarak öğrenememiştim.

Kardeşimi Ron ve Hermione'nin yanından sıyırıp alırken bahsi geçen cadıyla da ters bakışma yarışına girmeyi ihmal etmemiştik.

Bu kızla yıldızımın barışacağını hiç sanmıyorum...

"Eee," dedim ellerimi hava serinlediği için üstüme geçirdiğim asker yeşili, Kreacher'ın ördüğü hırkamın ceplerine sokarak. "Nasılsın?"

Kendimi bir an ailenin bekar, dünyayı gezen, şarap sevdalısı büyük halası gibi hissettim. Çocuklarla başa çıkmayı bilmiyor ve şu an evin en küçüğü olan Harry'ye bakmakla sorumluydum.

Harry anlık garip bir bakış atsa da hemen yanıtladı,

"Çok da iyi değil, sevgili kuzenin yine ortalığı karıştırıyor sivri zekasıyla."

Eh, Draco bu sonuçta, diye düşünsem de dillendirmedim.

"N'aptı yine?" diye sordum bütün içtenliğimle. Akşam Ortak Salon'da gayet de kakari- kikiriydi.

"Fark etmedin mi?" dedi hayretle.

"Neyi?"

"Kolu bandajda ya hani."

Ah. Şimdi düşününce aslında kolu sanki sargıdaydı hem dün akşam hem de bu sabah kahvaltıda. Zaten uzun kollu giydiği için bir de acıdığına dair tek bir mimik bile oynatmadığı için fark etmemiştim işin aslı.

Biraz da pişmanlıkla yanıtladım,

"Anımsar gibiyim, hiç sormadım ama. Sıra gelmedi."

Harry'ye olduğu kadar Draco'ya da az vakit ayırıyordum. Bir ara kendime çeki düzen vermem lazımdı... Özellikle Harry'nin de bir sene içinde bizimle yaşamaya başlama ihtimali varken!

Harry bilmememden tuhaf bir zevk duyarak olayı heyecan ve öfkeyle anlatmaya başladı. Draco'nun insanlar kadar yaratıklarla da sidik yarışına girdiğini öğrenmek niyeyse şaşırtmıyordu.

"Seni kıskanmış," dedim omuz silkerek. Bana yönelttiği şaşkın bakışlar üzerine, "Hiç öyle bakma bana, en başından seninle arkadaş olmak istiyordu zaten. Her ne kadar çarpık bir düşünce şekli olsa da kuyruk acısından yaptığı her şey."

"Cidden arkadaşı olmadığım için mi bunların hepsi?" diye sorguladı. Bir yandan da göle doğru ilerliyorduk. "Ne kadar da mantıklı bir sebep(!) Bunu sana kendisi mi söyledi?"

"Söylemesine gerek yok ki," dedim on bakarak. "İç dünyalarınızı okumak çok basit. Tabii bir de Draco'yla beraber büyüdük sayılır."

Son dediklerimle göz devirdi.

"Sen de çok kıskançsın mesela Harry," dedim. "Her insanın negatif bir yanı vardır."

Tepeyi aşmış, yokuş aşağı iniyorduk çimenlikte. Nemli toprakta kaymamak için bütün varlığımla ayaklarıma odaklanıyordum.

"Senin peki?" diye sordu. "Her şeyi geç fark etmek mi?"

"O da var," derken pes etmiş, kirleniyor olan eteğime aldırış etmeden yokuş aşağı oturarak iniyordum artık. "Bencillik de sayılabilir bence, garip olduğumu söyleyen de var bak. Hem taze taze yanından geliyorum o kişinin de- ay dur onun taze değil, aradan iki saat geçti doğru... O kişinin ikizinin yanından taze geliyorum ama!"

Harry alışagelmişin dışındaki iniş yöntemime tuhaf bakışlar atmayı keserek,

"Sahi," dedi. "Fred'le cezanız varmış? Nasıl başardınız yine?"

Yuvarlanmadan inebilmenin galibiyetiyle ok gibi fırladım havaya. Asamın basit bir hareketiyle eteğimi temizlerken sorusuyla yüzüm buruştu.

"Kitabıma sulandı, sonra salaklık yaptı. Ben de sinirlendim, tam yine lanet yarışına girecekken Remus fark etti. Sonucunda da dünyanın en lanet cezasına kaldık."

"Bir cezalık mıydı yani? Bu kadar kısa cezalar vereceğini düşünmezdim Profesör Lupin'in... Ayrıca neden adıyla hitap ediyorsun ona?"

Remus'ın vaftiz babam olduğunu bilmediğini fark ettiğimde açıklama gerekip gerekmediğine emin olamadım. Remus kendisi mi isterdi yoksa babamızın en yakın arkadaşlarından olduğunu? Pot kırmak istemedim -tabii kırılacak bir pot vardıysa, olup olmadığını da bilmiyordum ne de olsa. O yüzden konuyu geçiştirmeye ve merak ettiğim soruyu sormaya karar verdim.

"Onu bunu boş ver şimdi-" derken eteğimi ellerimin yardımıyla topladım, göl kenarındaki büyük kayalardan birine kuruldum. "Şu hala şişirme olayını tamamıyla anlatır mısın? İstasyonda George gelince konu kaynadı, duyduğum bir - iki şeyden de bir şey anlayamadım."

Aynı benim gibi o da dev gibi duran kayalardan birine oturdu, bacaklarını kendine çekti ve parmaklarıyla oynarken anlatmaya başladı,

"Aslında baya dayandım," diye konuya giriş yaptı. "Vernon eniştenin kız kardeşi beni hiç sevmez, sevmesin zaten, ben de ona bayılmıyorum."

Araya girdim, "O kadarını fark etmemek elde değil."

Muzip bir gülümsemeyle omuz silkti,

"Hosmeade izni için dört gün kadar bekledim, yalan söyledim muggle okulunda olduğuma dair. İşte hoşuna gidecek şekilde davrandım kısaca, her lafı yuttum. Bana hakaret ederken Süpürge El Bakım Kitabı'nın satırlarını hafızamda yokladım. Yine de en son annemle-" Kendini kesti ve düzeltti, "Annemizle babamız hakkında sözleri bardağı taşıran son damla oldu."

Oturduğum yerde sallanarak onu dinlemeyi sürdürdüm,

"Sen de iyi dayanmışsın ama..."

Suratını buruşturdu,

"En son gecesine dek dayandım ama sonra her şey mahvoldu..." Ardından telaşla yüzümü aradı. "Yanlış anlama, pişman değilim onu şişirmekten, kesinlikle hak etti. Pişman olduğum şey yanan Hogsmeade iznim."

Bu sefer de dizime kolumu yasladıktan sonra kafamı elime koymuştum, yerimde duramıyordum.

"Yani reşit değilim ve vasin hiç değilim ama bazı profesörler kim olduğumu biliyor... Ben imzalasam olur mu acaba?"

Rüzgarla omzunu dürten dala uzanarak yapraklarından yoldu, teker teker ince parçalara ayırmaya başladı sıyırarak.

"İyi de velinin işlerini sıkıntıya sokmaz mı bu?"

Harry hala Regulus'un gerçek kimliğini bilmiyordu birkaç kez konuşmasına rağmen, Regulus öyle olmasının daha iyi olacağına karar vermişti. Bilmiyorum dünyayı kurtarma planlarının bir parçası herhalde... Yine de kendine isim uydursa ne olacaktı ki sanki? Babam gerçekten çok dramatik. Belki de bina özelliğimizdir, bilemiyorum, şimdi bir düşününce çevremdeki çoğu kişi dramatik.

Dediğinde haklıydı, Regulus açısından sorun yaratabilirdi imzalamam.

"Olabilir," diye homurdandım istemeye istemeye. "En kötü ihtimalle görünmezlik pelerinini geçir üstüne, aynanda trene yürürsek sorun olmaz sanırım."

"Benim de düşüncem o yöndeydi sonra ayak izleri-"

"Sırf ben değil saftirik," dedim gülerek. "Theo ve Sylvan da yanımdayken kimse ayak izlerimize dikkat etmez."

"Yakalanırsam çok kötü olur ama..." diye düşündü. "Bütün geziyi pelerin altında geçiremem ya."

Omuz silktim,

"Sen bilirsin," dedim. "Kötü örnek olmak istemem ama ben olsam denerdim. Zaten öyle ya da böyle hep burnun belada, öyle ya da böyle başın derde girecekken en azından eğlen."

"Okuldan atılırsam Hermione beni gebertir."

"Şu an hiçkimse seni dışarı salmaz, merak etme. Sirius Black'ten yeterince korkuyorlar." diye onu yatıştırdım. "Ayrıca Hermione annen değil, bu kadar korkmana gerek yok." Göz devirdim Gryffindor'lu kızın bahsiyle.

Hemen savunmaya geçti,

"Theodore sen ve Sylvan için nasılsa Hermione de Ron ve benim için öyle."

Onu takmadan kayadan inerek gölün sığ başlangıcına adımladım, kurutma büyüsü bildiğim için gölde yüzmeyi bile göze alırdım göl halkı olmasa.

Bilek hizama kadar girdiğim suda eğilerek sektirmelik taşları eteğime toplamaya başladım.

"Kadını şişirdikten sonra?" diye sordum asıl konumuza geri dönerek.

Soruma soruyla yanıt verdi,

"Beni sorguya çekmek için mi çağırdın?"

"Hayır hayır," diye inkar ettim. "Hep bir işim çıkıyor ya da senin okulu, bazen de dünyayı kurtarman falan gerekiyor. Pek de düzgün vakit geçirdiğimiz söylenemez, o yüzden hazır vaktimiz varken abla - kardeş günü yapalım dedim."

Eteğimde beş - altı taş birikmişti, en son elime aldığım taşı incelerken kriterlerime uymadığına kanaat getirerek onu gölün çivi gibi suyuna geri yolladım.

Hak verircesine sesler çıkardı.

"Hedwig'i zaten yollamıştım, o yüzden eşyalarımı ve Hedwig'in kafesini alarak evden kaçtım. Bir de artık onlardan bıktığıma dair bir şeyler dedim galiba, çok hatırlamıyorum, anın siniriyle her şey bulanık..." Sıyırdığı jülyen 'yaprak dilimlerini' havaya doğru üfledi. "Sonra... panik yaptım." Tereddüt etse de devam etti, "Kanun kaçağı olduğuma emindim yaptıklarımdan sonra, geçen sene Dobby yüzünden yediğim uyarıdan sonra Marge'ı uçan bir balinaya çevirmem kim olursam olayım eğitim hayatımı da direkt hayatımı da bitirmiştir dedim. Weasleyler tatildeydi, eminim George değinmiştir, o yüzden onlara gidemezdim. Hermione de aynı şekilde. Pelerin altında Nimbus 2000'imle Londra'ya uçmayı düşündüm bir ara. O sırada da zaten- buna ne kadar inanırsın bilmiyorum ama bir şey... gördüm. Karanlıkta, çalıların ardında bir çift göz vardı. Köpekti herhalde fakat çok büyüktü. O kadar büyük bir sokak köpeği de ilk kez gördüm."

Bir süre susup tepkimi ölçtü.

"Devam et." dedim titrek bir nefesle. Elimdeki taşların sayısı gözümü anca doyurmuştu, Regulus'un gösterdiği gibi sektirmeye çalışıyordum.

"O anın korkusuyla düştüm, asamı havaya kaldırdım galiba çünkü Hızır Otobüs geldi. Neville'ın adını kullandım ve yara izimi sakladım, dediğim gibi kanun kaçağı olarak adlandırıldığıma emindim. Bakanlık yakalama kararı çıkarmıştır bile diye düşündüm. Daha da detaya girmeden özet geçersem Çatlak Kazan'a gittim ve bakan beni karşıladı. Böyle sorunların olabileceğini zırvaladı, hancı Tom'la orda kalmamı konuştular. Sonucunda kitaplarımı da aldıklarını gördüm, yazın geri kalanını orada geçirdim. Muggle kesimlerine gitmem yasak gibi bir şeydi, o yüzden Diagon Yolu'nda takıldım. Kendimi çok para harcamamak için fazlasıyla tutmam gerekti, som altın Tükürenbilye takımından vazgeçmem gerekti, bir de Ateşoku'ndan... Ödevlerimin geri kalanını bitirdim, Florean Fortescue yardım etti. Zaten sonra Weasleyler ve Hermione'yle karşılaştık. Bu kadar."

Sektirmeye devam ettim, üç - beş kez sekip batıyordu çoğu.

"Olayın tamamı beni endişelendirse de en çok endişelendiren aklına benden önce herkesin, hatta kanun kaçağı olmanın bile gelmesi, Harry." diye itiraf ettim sakin bir sesle. Aramızda kardeş bağı düzgün oluşamamış olsa da aklına hiç gelmeyişim canımı yakmıştı. Özellikle de tatilin son demlerinde biz de Londra'daki evdeyken Harry'nin burnumun dibinde olmasına rağmen durumdan haberdar olmayışım...

"Aramızdaki bağ kötü derken bu kadar da rezalet olduğunu düşünmemiştim."

Sessizliğini korudu, belki ne diyeceğini tartıyor; belki de ne diyeceğini bilemiyordu.

Bir süre bu sükunet devam etti, ardından konuyu değiştirdi,

"Sirius Black olayı tam olarak ne?" diye sordu. "Ron'un babasıyla konuştuk ve bir şeyler dedi, Muggle haberlerinde de bir seri katil olduğunu söylediler. Büyücü gazetesinde Azkaban'dan kaçtığı yazıyordu... Sanırım benim peşimde."

Gülmemek için kendimi sıkmam gerekti, babam abisi üstüne konuşmaktan kaçınsa da Sirius'un masum olduğunu biliyordum en azından. Tabii işin Remus ayağı da vardı. Regulus onunla Sirius'un durumu üstüne konuşmamamı, bunun Sirius ve onun halletmesi gereken duygusal bir tiyatro olduğunu homurdanmıştı. Birkaç kez de Sirius'a hakaret etmişti aynı cümlede.

"Sirius Black Azkaban'dan kaçan ilk canlı," Yalan da söylemiyordum. "Şimdi hakkını da yiyemem, helal olsun adama, tarihte bir ilk. Kim bilir nasıl yaptı... Tam olarak olayı bilinmese de bir sokakta muggleları havaya uçurduğu söyleniyor, karanlık olaylar. Ben Sirius'un mahkemeye çıkmadan ve Veritaserum verilmeden içeri atılmasında bir bit yeniği seziyorum yine de."

Açık açık demesem de aklına karpuz kabukları serpiştirmem işleri kolaylaştırırdı Sirius için. Evet, bu durumda Harry bir eşek oluyor.

"Nasıl yani? Masum olduğunu mu düşünüyorsun?"

"Öyle bir şey ağzımdan çıkmadı," dedim ve eteğimde biten taşların yerine yenilerini toplamaya koyuldum. "Yine de bir düşün Harry, sence de bu kadar aktif mahkemeler varken o dönemde birinin son dakika doğum günü hediyesi gibi gelişigüzel paketlenip postalanması normal mi? Derin devlet işleri..."

Yok, Dumbledore'un işleri. Gerçi o da derin devlet sayılır.

Paçalarını sıvayarak yanıma adımladı, o da taş toplamaya başladı,

"Kafam daha da karışıyor." diye mırıldandı.

Islak elimle asla şekil almayan kuzguni saçlarını karıştırdım.

"Sen beladan uzak durmaya çalış yeter," dedim. "Hem ben senin tehlikeye düşmene izin verir miyim sence?"

Ağzını açamadan atladım,

"Sencesi yok işin, vazgeçtim, soru değil bu. Bilmeni isterim ki sana asla zarar gelmesini istemem."

Konuşmanın parlaklığıyla karalar bağlamış yüzü aydınlanmaya başlarken beceriksizce kollarını etrafıma doladı.

"Çok kısasın." diye mırıldandı belli bir sürenin ardından.

"Hayır, sadece çevremdekiler dev soyundan geliyor."

Ağaçlığın arasında daha önce sevdiğim siyah köpeği kendi kuyruğunu kovalarken görür gibi oldum.

 

 

***

 

 

 

Chapter Text

 

 

Sararmaya başlayan yapraklar artık kızıldan kahveye çalmaya başlamış, düştü düşecek, rüzgarla dans ederek dallarına bağlı son günlerinin tadını çıkarıyorlardı.

 

 

     Bir - iki haftaya kuruyarak toprağı battaniye gibi örteceklerdi ve ben bunu büyük bir keyifle bekliyordum, çatır çutur üstlerinde tepinmek en sevdiğim mevsimin en sevdiğim aktivitesiydi.

Bugün de Theo'yla dışarda yürüyüşümüzü yapmış, bir yandan da Sylvan'ın okul sınırlarına nerden geldiği belirsiz siyah köpekle enerjisini atmasını sağlıyorduk.

"Bir ara bu köpeği yıkamamız lazım." demişti kötü kokusunun ellerine de bulaştığını fark edince.

Köpek de onu anlamışçasına ters ters bakmış, pantolon paçasından çekerek kıçının üstüne düşmesine sebep olmuştu. 

Tabii biz de Theo'yla harika arkadaşlar olduğumuz için kahkahalarla gülmüştük.

Mevsimin en sevdiğim demlerine yaklaştıkça bahçede geçirdiğim süre de artıyordu gittikçe. Sylvan arada sırada götünün donduğundan şikayetçi olsa da Theo'nun kıyafet azarı sonrası ağzını bir daha açmıyordu.

Oğlanlarımla geçirdiğimiz bu kaliteli vakit sonrası kendimi son birkaç günde Fred Weasley hakkında şikayetlerimi yazmaktan topladığım negatif yüklerden arınmış hissediyordum.

Büyük ihtimalle Remus bu haftanın raporunu beğenmeyecekti, farkındaydım. Yine de Weasley de aynısını yapacakken neden onun hakkında dert yanma fırsatını kaçırayım ki? Tabii, nefret ettiğim huylarını ve hareketlerini liste yapmıyordum, gün içerisinde yaptığına tanık olduğum olayları özenle betimliyordum o kadar.

Bugün perşembe olduğu için kafam rahat sayılır, cumartesi Remus'a rapor edecektik ne de olsa. Weasley'yle irtibata geçmek zorunda kalmama daha hala az da olsa zaman vardı. Tadını çıkarmak lazım özgürlüğün...

Özgürlük demişken Barty ve babam pazar günü gelip benimle görüşmeyi düşündüklerini yazmışlardı dün elime geçen mektupta. Bu pek de alışıldık bir durum değildi, özellikle de Sirius sayesinde ortalıkta cirit atan seherbazların varlığı böyle bir eylemin ne kadar mantıklı olduğunu sorgulatıyordu bana. 

Tek sıkıntı seherbazlar olsa yine iyi, bir de başımıza Ruh Emiciler çıkmıştı! Bana musallat olmamış olsalar da Harry göl kenarında nasıl annemizin feryatlarını duyduğunu ve yaratıkların üstünde bıraktığı etkiden geçen seferki konuşmamızdan daha uzun uzadıya bahsetmişti utana sıkıla.

Şu anlık sorun yaratacaklarını sanmıyorum Ruh Emicilerin, ne de olsa binaya girmeleri de öğrencilere yaklaşmaları da yasak. Sorun olacaksa yaklaşan Quidditch sezonuyla olurdu ancak. Daha Ekim ayına girmemişken bunu düşünmek de yersizdi. Yine de Oliver Wood'un anlık bir zihnimde canlanmasına izin verdim. Konudan alakasız olsa da Oliver Wood'u ilk senemden beri hoş buluyorum. Asla bir adım atmam, son yılında zaten. Bu daha çok koridorda nadiren denk geldiğin ve konuşmayı düşünmediğin halde hoşlandığın kişiye besleyeceğin tarzda bir histi. Veya ünlü bir yıldıza olan o geçici hisler gibi...

Düşünceyle yanaklarımın kızarmasına izin verdim. 

"Üşüdün mü?" diye sordu Theo şaşırarak. Kızarmamı yanlış anlamıştı. Ellerimi kapıverdi, "Sana eldiven al diyorum da dinleyen yok!"

Sylvan da burnunu yanağıma değdirmiş, vücut ısımı ölçmeye çalışıyordu. Gerçi onun burnu da buz gibiydi, nasıl anlamayı düşünüyorduysa artık.

"Annenin lafını dinle bak hıı çok ayıp!" dedi yüzünde şakacıktan kızgın bir ifadeyle.

"Peki ya sen ne oluyorsun bu durumda?" diye sordum alayla. Bir yandan arka planda Theo ikimize de kızıyordu.

"Ben havalı, dünyayı gezen evin büyük halasıyım," derken annesinin ördüğü ponponlu beresini çıkarıp dramatikçe sallıyordu. "Üzüm şarabına zaafım var, özel günlerde görüşürüz yalnızca. Gittiğim yerlerden otantik hediyeler getiririm hep." Ponponun ucuyla burnuma vurdu yüzümün buruşmasına neden olarak. "Ah, bir de üç koca gömdüm. Paramı da onlara borçluyum, sağ olsunlar."

Yaptığı espriye ikimiz de kıkırdarken Theo ellerimi elleri arasına alarak ısıtmaya çalışıyordu.

Sylvan'a attığı ters bir bakış ponponlu beresini geri giymesine yetmişti. Aynı berenin siyahından Theo'da, yeşilinden de bende vardı. Annesi takım olmamızın çok sevimli olacağını düşünmüştü.

Benimki şu an sandığımda bir kenarda duruyor, bir ara çıkarmam lazım. Theo'nun beresi de benzer durumdadır diye tahmin ediyorum.

"Hogsmeade gezisi ne zaman acaba?" diye mırıldandı Theodore bir yandan ellerimi kavramış, arada bir sıcak nefesini üflerken.

"Yakında olur herhalde," dedi Sylvan durduğu yerde yaylanarak. "Geçen sene Ekim gibi olmuştu di mi? Bu sene de aynı civarda düzenlenir..."

"Hem Theo'nun doğum günü yaklaşıyor!" diye atıldım heyecanla, nerdeyse ellerimin Theo'nun ellerinin içide hapsolduğunu unutarak. Theo da karşılık olarak ellerimi kendine doğru çekti. "Gezi Ekim sonu gibi olursa doğum günü hediyelerini almaya da vaktimiz olur."

Bahsi geçen kumral, "Hediyeye gerek yok, biliyorsunuz değil mi?" dedi ikimizi de süzerek.

Sanki hiçbir şey duymamış gibi Sylvan'la hediye alma planlarımızı konuşmaya devam ettik. 

Theo her ne kadar önemsemiyor gibi davransa da hediyeleri seviyordu. Önemli olanın düşünce olduğunu söylüyordu ama zaten düşündüğümüz için hediye almıyor muyduk? Hediyelerini aldıktan sonra yanından ayırmıyordu, bu yüzden hoşuna gittiğine emindim. Gözlerinin içi gülüyordu onlara uzanırken.

"İyi madem ben de gitmişken senin için alırım." diyerek omuz silkti.

"Benimki Haziran'daydı ya."

"Sana üşümemeni tembihlerken kendisi kafayı üşüttü galiba." diye fısıldadı Sylvan komik bir yüzle.

Sylvan'ı duymazdan gelmeyi tercih ederek, "Ne zaman olduğunu tabii biliyorum," derken alınmışçasına kaşlarını çattı. "Bu yaz ortada olmadığım için kutlayamadım. O yüzden şimdi hediye alarak telafi etmek istiyorum."

Her sinir olduğundaki gibi yine İtalyan aksanı cümleleri ilerledikçe kendini ortaya çıkarmıştı. Kendisi ne kadar sevmezse sevmesin birden değişen ses vurgusu ve kökenini ortaya seren diğer unsurları sevimli buluyordum. Kendinden bahsetmeyi çok sevmediğinden Theo'nun iç dünyasından anca kırıntılarla besleniyorduk. Ve bu da o nadir kırıntılardandı. Arada bir cümleleri arasına serpiştiriyordu, biz de elimizden geldiğince yakalamaya çalışıyorduk onları.

Yüzümde geniş bir gülümseme yayıldı, ellerimi kurtarmaya çalışmadan sarılmaya çalıştım, nerdeyse kollarımı sakatlıyordum bu sırada.

"Ama sen çok tatlısın!" derken üstüme bir ağırlık çökmüş, Sylvan da üstümden sarılmamıza katılmıştı.

"Seni koca şapşal!" dedi Sylvan abartıyla, "Kalbin altın gibi aslında, ne diye saklıyorsun ki?"

Theo, ikimize de garip bakışlar attıktan sonra bir elini çekerek el  hapsimi bozdu ve pat-patlayarak üstünden çekilmemizi işaret etti, kendinden uzaklaştırdı.

"Sylvan konuşmasa anın içine etmeyecekti." dedi ters ters, yine de yüzünde minik, muzip bir tebessüm vardı.

"Aman be!" diye itiraz etti hedefteki sarışın. "Nefes alsam laf edecek bu da."

"Tüh, nasıl anladın yeni planımı?"

Böylece tekrar tutuşmuşlardı laf dalaşına. 

Bahçenin ortasında durmuş, son her ne kadar dakika geçtiyse o süreç boyu dikiliyorduk. Komik bir görüntü olsa gerek uzaktan.

"Hadi hadi," diye sürükledim ikisinin kollarını da yakalayarak. "Kök salacağız iyice. Sezonun ilk maçını ağaç olduğum için kaçırırsam hoş olmaz."

 

 

 

***

 

 

 

Sihir Tarihi ödevimin yarısını bitirmeye yakındım. Ortak Salon'a dağılmıştık her zamanki gibi.

Blaise ve Theo şöminenin yakınında yerde bağdaş kurmuş Tükürenbilye oynuyordu, Pansy oje sürüyor, Greengrass kardeşlerden hangisi olduğuna emin olamadığım kişi koltuklardan birine uzanarak kitap okuyordu. Gerçi kitabını ne kadar anladığına emin değildim, durmadan gözü daha çok şömine civarı olmakla beraber bir o tarafa bir bu tarafa bakıyordu.

Draco da her zamanki koltuğuna oturmuş, artık pek de sorun çıkardığına inanmadığım sargıdaki kolu hakkında mızırdanıyordu. 

Zemine oturmayı tercih ettiğimden dizlerim acayip kaşınıyordu, üzerine oturduğum sert halının izleri çıkmıştı. Üstüne dokunmuş kabartmalı yılanın bir kısmı boydan boya bacağımdaydı. Slytherin gerçek anlamda içime işlenmişti.

"Crabbe ve Goyle nerde bu arada?" diye sordum odadaki iki saf oğlanın eksikliğini fark ederek. Bir yandan hatur hutur bacağımda iz çıkan yeri kaşıyordum.

"Buldukları ilk Hufflepuff'tan mutfağa götürmesini istiyorlardır, ne olacak?" diye yanıtladı Draco hayıflanmaları arasından.

Pansy ellerine ojesini sürmeyi bitirmiş, üflerken sorguladı,

"Mutfağa yüzlerce kez gidiyorlar, nasıl hala ezberleyemediler şu yolu?"

"Kafalarında kalmıyor ki bilgi! Mutfağa girene kadar tamam, yemeği gördüklerinde dünya siliniyor zihinlerinden." Onun ayaklarının dibinde bağdaş kuran Blaise kafasını küçük maçlarından çevirmeden yanıtladı.

Sanırım Theo bu eli alacak gibiydi, Blaise somurtuyordu.

Parşömenimde şimdiye dek yazdıklarıma bir göz attım, daha ödevi ne kadar uzatabilirdim bilmiyordum. Profesör Binns ödevi vereli birkaç gün olmuştu ve uzun araştırma isteyen bir kompozisyon istediğinden hepimize insaflı davranarak koskoca bir hafta süre vermişti. Ödevi olabildiğince çabuk bitirip işlerimi biriktirmek istemediğimden en kısa zamanda kurtulmak istiyordum, acelemin sebebi buydu.

"Draco sana da oje süreyim mi?" diye cıvıldadı Pansy tırnaklarının kuruduğundan emin olunca.

Genelde yeşil tonlarında ya da siyah sürüyordu. Ojesi bozulmaya başladı mı beklemez, silip baştan sürerdi, parça parça durması gözüne batıyormuş.

Draco alaycı bir tavırla kızı tersledi, "Oldu istersen bir de makyajımı yap, rujumu kırmızı isterim ama." 

Oğlanlar ulurcasına kahkaha atarken Pansy sözlerine bozulmuştu. Üst dudağı öfkeyle kıvrılmış, Draco'yu boğma hayalleri kuruyor gibiydi.

"Potter'la olan buluşmana güzel gitmen için? Tabii Draco, neden olmasın. İkinci favori çiftim için her zaman yardıma hazırım!" 

Draco'nun soluk suratı patlıcan moruna dönerken şimdi de Pansy pis pis sırıtıyordu. Parkinson karşısındaki insanı nerden vuracağını çok iyi biliyordu. Slytherinler arasında en son düşman edineceğim kişi kesinlikle oydu. Tekrardan arkadaş olduğumuza şükrederken buldum kendimi.

Draco her zamanki gibi kardeşimin isminin anılmasıyla parlamış, ağzına geleni sayıyordu.

Bir yerden sonra atışmalarını izlemeyi bıraktım ve ödevime geri döndüm. Hayalet profesörümüzün ödevleri teker teker okuduğunu biliyordum, o yüzden boş şeyler yazarak uzatamazdım. Şaşırtıcı şekilde Sihir Tarihi'nden keyif alıyordum çoğu okul arkadaşlarımın aksine. Binns bir tık monotondu, evet, yine de derse olan ilgimden olsa gerek hem robot gibi anlatan öğretmenimize rağmen keyif alıyor hem de derste başarılıydım. Profesör Binns de herhalde sayılı dersi umursayan kişilerden oluşum sayesinde beni tasvip ettiğini dillendirmekten çekinmiyordu.

Greengrass yerinden kalkmış, omzumun üstünden yazdıklarıma bakıyordu, "Ne alemde ödev?" diye sordu merakla.

"Yarıladım," dedim ona dönerek. "Senin kitap ne alemde?"

Bir an afallasa da yüzüne bir gülümseme kondurdu,

"İyi, baya sardı. Sanırım yakında bitiririm."

Onaylarcasına kafamı salladım, yedim baya şu an.

"Chasity, senin tırnaklarına oje sürsem olur mu?" diye seslendi Pansy Draco'yu kenara iterek yanıma yaklaşırken. Alt dudağını bükmüş sevimli bakışlar atıyordu.

Cevap olarak iki elimi de ona uzattım. Draco ardımızdan göz devirirken Pansy sevinçle el çırptı.

"Beni de lütfen Dev Supya'yla olan buluşmam için güzelleştir." diye Draco'ya gönderme yaptım gözlerimi kırpıştırarak.

Pansy sözlerim üstüne gülerken Greengrass da kıkırdyarak bize eşlik etti. 

 

 

***

 

 

Ertesi gün Sihirli Yaratıkların Bakımı dersimizin sonrasında Theo'yu önden yollamış, çok da ağır olmayan bej çantamla artık arkadaş olduğumuz siyah dev köpeği arayışa çıkmıştım.

O köpek nedensizce bana sevimli geldiği kadar biraz da şüpheli geliyordu. Normal bir köpeğe nazaran çok daha büyüktü, Saint Bernard boylarında, belki daha bile büyüktü. Görünüşü daha çok siyah uzun tüylü Alman Çoban Köpeklerini anımsatıyordu. Davranışları insanlara alışık olduğu yönündeydi ama fazlasıyla zayıf ve bakımsız görünüyordu aynı zamanda. Belki de evden kaçmış ve uzun süredir kendi başınaydı. Gerçi Hogsmeade bu kadar yakındayken illa kasabaya inip orda beslenebilirdi. Kasaba halkı hayvanlara duyarlıydı ve bu köpeği görseler bakımını üstleneceklerine emindim. 

Bir de bunca zaman boyu okul arazisinde hiç görülmemişti, dağların arasında, hiçliğin ortasındaki Hogwarts'a kadar gelmiş olamazdı ya bir başına?

Köpekte her ne kadar bir bit yeniği (ve bir sürü pire) olsa da onu eve götüresim gelmiyor değildi. Babamın ne kadar bu duruma izin vereceği tartışılır. Özellikle Sirius'un ismini çağrıştıran bir köpek kedi olan babamın pek de hoşuna gitmezdi.

Adamın ismi bir süre beynimi karıncalandırdı. Ne yapıyordu acaba şu an?

Kafamı düşünceleri silmek istercesine sallayarak tüylü dostumu aramaya kaldığım yerden devam ettim.

Bulduğumda uyuz gibi kaşınıyor, yetmiyormuş gibi bir ağaç gövdesine sürünerek kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Pire sorununu halletmemiz lazımdı acilen.

Kendim halledebileceğime emin değildim, belki Hagrid'den yardım isteyebilirdim. Ya da Kreacher'ı mı çağırsaydım?

"Sen yine mi uyuz gibi kaşınıyorsun?" diye sordum hayvanları severken herkesin yaptığı gibi bebek sesiyle. İstemsiz oluyordu bu, cidden. Diz çökmemle koşarak üstüme atladı. "Tamam tamam, ben de seni özledim ama üstün pire doluyken çok elleşmesek mi acaba?" diyerek üstümden nazikçe ittirdim. 

Pire kelimesini duyar duymaz hırlamış, iki kez de kanını emen böceklere sövercesine havlamıştı.

"Evet, bence de pireler berbat." diye ona katıldığımı belirttim kulaklarının ardını okşarken.

Köpek olduğu yerde çakılı kalmış, bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Bu da şüphelenmemin başka bir nedeniydi, fazla insani davranıyordu.

Tabii, normal köpeklerden daha zeki olmak bazı büyücü köpeklerinde görülebilen bir özellik olsa da bu kadarı da fazlaydı sanki.

Bozuntuya vermemiş gibi devam ettim, "Ev cinimizden yardım isteyip pirelerinden kurtulsak mı acaba?"

Dili dışarda gülümser gibi bana çevirdi kafasını, kuyruğunu havaya dikmiş, sevinçle sallıyordu.

"Alet edevat getirip belki de Remus amcamdan yardım isterim, hem zaman geçirmiş oluruz. Okul başladığından beri daha az konuşur olduk." diye sesli düşündüm.

Köpek kulaklarını sözlerim üstüne dikleştirmiş yine az önceki gibi kalakalmıştı.

Aklıma çok uçuk bir düşünce geliyordu ama emin değildim.

Kreacher'ı çağırdım, tekniken aile olduğumuz için babam Blackler'e özel olan ev cinini çağırabilme durumunu Barty ve benim de yapabileceğimi söylemiş ve biz bunu öğrendiğimizden beri Barty'yle suyunu çıkarıyorduk.

Yaşlı ev cini beni görünce gülümsedi,

"Küçük efendi Chasity için Kreacher ne yapabilir?" diye sordu önümde eğilirken.

"Kreacher eğilmene gerek olmadığını söylemiştim ya," dedim ev cinine utanarak kalkmasını işaret ederken. "Seni gördüğüme sevindim, babamlar nasıl?"

Kreacher babam ve Barty'nin pazar günü geleceğini, unutmamam gerektiğini hatırlattı ve iyi olduklarını, işlerle uğraştıklarını söyledi. İşlerini anlamak için de çok küçük olduğumu tekrarlamayı ihmal etmedi.

Derslerim ve arkadaşlarımı sorduktan sonra ona köpeğin pire probleminden bahsettim.

Gözleri köpeğe takıldı bir anlığına, ardından, "Efendi Regulus'ın rezil abisine benziyor bu köpek." diye huysuzlandı.

Kendimi gülmemek için zor tuttum, Kreacher ve Sirius'un arasındaki kan davası komik geliyordu.  Sirius'un ailevi olayları bildiğim kadarıyla trajikti, ona üzüldüğüm taraflar da vardı, yine de ev ciniyle yıldızlarının hiçbir zaman barışık olmaması çok komiğime gidiyordu. 

Regulus'un aydınlık tarafa geçmesi sonucunda Kreacher da ister istemez ideolojiye katılmıştı efendisini üzmemek için. Yine de Sirius'a olan tavrı zerre değişmiyordu. Adamın yıllardır atıl vaziyetteki odasını toz tutmaması için temizliyordu arada bir, ve her seferinde duvarlara yaptığı bozulmayan tılsıma sinirlenerek ağzını açıyor, gözünü yumuyordu.

Önümdeki siyah köpek Kreacher'a havlamaya başlayınca Kreacher bir adım geri çekildi, "Davranışları da tıpkısının aynısı."

Konuyu dağıtmamak ve mümkün oldukça çabuk hallolması adına "Pirelerden büyüyle falan kurtulamaz mısın?" diye sordum umutla. "Belki pireler canını acıttığı için böyle davranıyordur."

Kreacher yemediğini belli edercesine bir bakış attı. 

"Kreacher küçük efendinin kendi söylediklerine inandığını zannetmiyor," dese de ekledi. "Yine de küçük efendi istediği için Kreacher elinden geleni yapacak."

Barty'nin hediyesi bez çantamın omzumda sallanmasına bir son vererek tek tük turuncu yaprakların kaplamaya başladığı kuru toprak zemine koydum. Ardından ben de yanına oturdum.

Köpek de kafasını dizime koymuş fakat Kreacher'a ters ters bakmayı bırakmamıştı. Kulakları hala dimdikti, kuyruğu da tehdit sezmişçesine hızlıca kesik kesik sallanıyordu, zemini dövüyordu yattığı yerden.

Kreacher'ın parmağını şıklatmasıyla dizimdeki köpek aniden yattığı yerden zıpladı. Garip sesler çıkarırken etrafında döndü, ardından tekrar yere yatıp bedenine bakmaya başladı.

"Piresiz artık di mi?" diye sordum emin olmak istercesine.

"Orda burda gezmediği sürece piresiz olacak." diyerek beni onayladı. "Kreacher Efendi Regulus'un bu köpeği asla eve kabul etmeyeceğini düşünüyor küçük efendi Chasity. Kendinizi çok bağlamamalısınız."

Köpeğin hırlamaları eşliğinde Kreacher'a köpeği eve götürmeye çalışmayacağımı, sadece okulda baktığımı temin ettim. Başka bir isteğim olmadığını belirtince babama ve Barty'ye sevgilerimi iletmesini söyleyerek onu yolladım.

Yaşlı ev cininin cisimlenmesiyle zeki köpek hırlamayı kesmiş, uslu uslu dizimde yatıyordu.

"Sana isim mi koysak?" diye sordum köpeğe bilen bakışlar atarak. "Mesela... ne olsa ki? Pofuduk mu desek? Belki de Duman diyebiliriz, gözlerin dumana benziyor." 

Köpek tembelce yatmaya devam etti, arada bir kuyruğunu sallıyor, sevincini belli ediyordu.

"Ah, buldum!" diye haykırdım. "Sana Sirius diyelim, ne de olsa köpek yıldız takımı değil mi?"

Tekrar kaskatı kesilmiş, kafasını yavaşça bana doğru çevirerek gözleriyle adeta beni delip geçiyordu.

Şansıma o sırada Cedric Diggory beni fark ederek yanımıza adımladı.

"Chas!" diye seslendi yüzünde ışıldayan bir gülümsemeyle. "Bu köpek de nerden çıktı?"

Yanıma kadar geldikten sonra o da yere oturdu.

"Bilmiyorum, senenin başından beri burda," diye açıkladım bir yandan köpeği severek. "Herhalde bir büyücü aileden kaçtı, Hogsmeade'den gelmiş olmalı. Fazlasıyla zeki bir şey."

Cedric de köpeği okşamaya başladı, "Alman Çoban köpeği mi acaba? Çok benziyor." Gri gözlerini kısarak köpeği süzdü. "Gerçi epey büyük bir cüsseye sahip. Kırma olabilir."

Köpek havladı. Sanki alınmışçasına yattığı yerden kalktı ve yer değiştirdi.

"Alındı galiba." diye düşüncelerimi dillendirdim yakışıklı Hufflepuff arayıcısına. 

Cedric'in etkileyici olduğu su götürmez bir gerçekti. Uzun boyu ve yapılı vücuduyla Yunan tanrılarına adanmış mermer heykelleri anımsatıyordu. Koyu kahverengi saçları heykeltıraş elinden çıkma yüzünü çevreliyordu, keskin hatları vardı. Yine de her şeyden öte altın gibi bir kalbi vardı ve onu bu kadar sempatik ve sıcak bulma nedenim de buydu. 

Ona gidip herhangi bir derdimi anlatsam dinler, sorunuma çözümler üretir ve bir şekilde yüzümde oluşan mucizevi bir gülücükle beni uğurlardı. Yanında gülümsememek imkansız gibiydi.

Popülerliğini güzelliği kadar kişiliğine de borçluydu.

Dudağını bükerek, "Tamam ya Alman Çoban köpeğisin, barışalım hadi." dedi trip yediği köpeğe.

Hallerine gülerken köpek tekrar geri dönmüş, kendini Cedric'e sevdiriyordu.

"Sen nerden geliyorsun bu arada?" diye sordum.  

Kafasını kaldırıp gözlerini bana diktiğinde geniş gülümsemesi bir tebessüme küçüldü.

"Aslında seni arıyordum," diye itiraf etti. "Bir süredir konuşmadık, okul başladığından beri de her karşılaştığımızda meşgul oluyordun. Şansımı deneyeyim dedim."

Cedric dediğinde haklı sayılırdı. Seçmeli derslerim, arkadaşlarım, kardeşim, Fred Weasley adındaki dağ trolü derken kendimi hep bir işin peşinde buluyordum.

Bir de ek derslerim vardı, kütüphanedeki kitaplardan da yardım alarak üst sınıf derslerine de yetişmeye çalışıyordum. Ne kadar SBD verebilirsem o kadar iyi olurdu ne de olsa.

"Bu aralar biraz yoğundum," dedim. "Burnum da boktan çıkmadı, ne yalan söyleyeyim Cedric."

"Fred Weasley?" diye sordu onay beklercesine.

Kafamı salladım. "Ne zaman başkası oluyor ki?"

Düşünür gibi yaptı ve saymaya başladı,

"İlk senenin ilk dönemindeki yatakhane arkadaşların, ikinci dönemdekiler. İkinci senenin ilk dönemindekiler-"

O parmaklarını kapattıkça bana daral geldi,

"Tamam tamam yatakhane arkadaşları diyelim özetle biz ona."

Parmaklarını geri açtı,

"Yatakhane arkadaşları," diyerek bir parmağını indirdi. "Gryffindor Quidditch takımındaki kız- neydi adı? Angelina."

"Tamam, insanlarla bazen sinirlenip olay çıkarabiliyorum. Saymayı bırakabilirsin." diye ofladım ve elini elimle iterek indirdim. "Ama hep de onlar başlatıyor."

Omuz silkti, "O konuda haklısın, Angelina zaten Fred'in arkadaş grubundan. Fred'in gazına gelmiştir." diye onayladı. "Galiba ondan hoşlanıyor, en azından öyle duydum."

Gülmeme engel olamadım, "Siz Hufflepufflar'da oluyor asıl dedikodu," Çantamı sapından tutarak kendime doğru çektim ve elimi içine daldırdım. "Sylvan'la yarışır mısınız bilmem gerçi."

Bu çantayı Barty bana aldığından beri yanımdan ayırmıyordum desem yeridir. Nereye gitsem kolumdaydı. 

Çanta klasik, sade bir bez çanta görüntüsüne sahipti, salaş bir şeydi. Ama asıl albenisi işlevselliğindeydi. Üstüne yapılmış genişletme büyüsü sayesinde Newt Scamander'ın çantası kadar olmasa da oldukça genişti. Birçok bölmesi vardı ve en sevdiğim yanı da ağırlığı hissedilmiyordu. İçine Theo ve Sylvan'ı atabilirdim ve yine de sanki iki kitap taşıyor gibi hissederdim. 

Bu mükemmel hediye fikri Barty'nin aklına benim her derse bir şeyi eksik götürmemden gelmişti. Okulun ilk gününe nasıl başladıysam öyle devam etmiştim aslında, bir bakmışsın mürekkep var ama tüy kalemim yok, bazen de tam tersi. Barty de kullanacağım bir hediye vermek (aslında daha çok unutkanlığıma bir çözüm bulmak) için bu harika çantayla çıkagelmişti.

İçine her şeyimi tepiyordum, sırası geldiğinde de rahatça çıkarabiliyordum. 

"Sylvan'ın seviyesine kimsenin gelebileceğini sanmam." dedi kafasını iki yana sallayarak.

Çantanın içinden mutfaktan sabah aşırdığım kapkeklerden ikisini çekip çıkardım, birini de Cedric'e uzattım. İronik bir şekilde bana mutfağın yerini öğreten de yine oydu.

Uzattığım keki teşekkür ederek aldı. 

"Hogsmeade gezisi Ekim sonunda olacakmış sanırım." derken çikolatalı kekten bir ısırık aldı. Bir yandan göz ucuyla bana bakıyordu.

"Ekimde olması iyi oldu, Theo'nun hediyesini zamanında alabileceğim demek ki." dedim sevinçle. "Kasımda ya doğum günü."

Anımsadığına dair mırıldandı. "Bizim de maç sezonumuz kasım başında. İlk sizin binayla Gryffindor'un maçı var."

Quidditch fanatikleri tarafından büyütüldüğüm için ben de az buçuk ilgili sayılırdım. Yine de takıma katılmayı tercih etmemiştim. Belki beşinci ya da altıncı senemde olabilirdi. 

Oynasam hangi pozisyonda olurdum ki acaba? Belki vurucu olabilir. Düşünceye mental olarak göz devirdim, kesinlikle vurucu olmaz. Arayıcı da zaten Draco'ydu. Tutucu? Yok, kovalayıcı daha olası.

"Ruh Emiciler varken zor olmayacak mı maçlar?" diye sordum. "Bence yalnız başına dışarda dolaşmak bile tehlikeli sayılır."

Sözler ağzımdan çıkar çıkmaz Cedric imalı imalı baktı. "Bunun senden gelmesi komik oldu sanki?"

Gülerek elimle geçiştirdim, "Demek istediğimi anladın işte."

Kapkekini bitirmiş kağıdını katlayarak onunla oynuyordu. "Dumbledore onlara öğrencilere yaklaşmamaları için yasak koymuşken kötü bir şey olacağını sanmıyorum. Yine de bir şey olsa bile profesörler de olacak. Olası bir felakete karşı bizi koruyacaklardır."

"Harry'ye trende bir tanesi musallat olmuş."

"Potter'a mı?" diye sordu şaşkınlıkla, oyuncak ettiği kağıt kayıp düşmüştü. Hemen el yordamıyla geri aldı. "Ben Malfoy uydurdu sanmıştım o olayı."

Draco'nun ağzına o kadar sakız olmuştu ki cidden o uydurmuş olsa şaşırılmazdı. Gözlerimi devirdim.

"Maalesef," dedim. "Güvenlik önlemleri almalarını anlıyorum da Ruh Emiciler cidden gerekli miydi? Seherbaz atasalar daha güvenli olmaz mıydı sence de?"

"Bakanlık Sirius Black'ten gerçekten korkuyor olmalı, eh, ilk defa Azkaban'dan biri kaçtı sonuçta. Bence de çok güvenli bir yöntem değil ama Potter için fazladan önlem alıyor olmalılar." diye tahmin yürüttü.

Köpek belli bir süredir ikimizin arasında uyukluyordu, buna rağmen arada sırada kulaklarını dikiyor, ortamı yokluyor gibiydi.

"Bu gidişle Sirius Black'tense Ruh Emiciler yüzünden geberip gideceğiz." diye homurdandım.

"Sahi, durum hakkında ne hissediyorsun? Yani rahatsız hissediyorsan anlatmak zorunda değilsin tabii-"

Bir an ben ne alaka diye düşünsem de onun bilmediğini hatırlayarak hemen toparladım.

Kekelemesini keserek yanıtladım, "Onu tanımıyorum, bir şey hissettiğimi söyleyemem." diye geçiştirdim. "Peşimde olduğunu da sanmıyorum zaten."

Bir süre sessizlik girdi aramıza.

Elinde bir süredir oynadığı çöpü yaprağa dönüştürerek yere attı. Geri dönüşüm.

"Eğer konuşmak istersen buradayım, biliyorsun değil mi?" diye sordu sonunda bana dönerek. "Konuşmak istemezsen de buradayım."

Yamuk bir sırıtış yolladı.

"Biliyorum Ced," diyerek kusursuz saçını karıştırdım. "Aynısı senin için de geçerli."

Tekrar sessizleşmiştik ki derin bir nefes alarak bana döndü,

"Hogsmeade'e beraber gidelim mi?" 

Bir an için sorusunu algılayamadım, ne demeye çalışıyordu ki?

Genelde Sylvan ve Theo'yla giderdik, gerçi Theo'ya hediye alabilmek için ondan uzakta olmam gerekirdi. Sylvan da kendi çözümünü bulsun artık.

"Olabilir aslında," dedim. "Theo'nun hediye işini de halletmemiz gerekir ama, sorun olur mu?"

"Aslında onu da düşünerek sormuştum, yakınında olursa hediyenin sürprizi kaçar. Hem hediye işini halletmiş olursun hem de beraber zaman geçiririz."

 

Cedric'le geçen muhabbetimiz sonrası arkadaşlarına verdiği sözü hatırlayarak gitmesi gerekmişti. Açıkçası işime gelmişti, şatoya dönmeden halletmeyi umduğum bir şey daha vardı. 

Yeniden uyanan köpekle ilgilenirken dayanamayarak alçak bir sesle söyleyiverdim,

"Daha ne kadar kedi - fare oyununa devam edeceğiz?"

Köpek masum masum bakınca seslice nefesimi verdim, "Hiç numara yapma, farkındayım işte."

Sözlerim üstüne bir süre daha sessizce bana baktı, ardından tereddüt eder gibi olsa da son sürat koşmaya başladı.

"Şaka mı yapıyorsun?!"

Zaten kısa bacaklı biriyim ben, boyum da kısa. Neden beni koşturuyorsun be adam? Eline ne geçecek?

Nefes nefese kaldığım, nerdeyse ciğerlerimin patlamasıyla sonuçlanan bir koşu sonucunda beni Yasak Orman'a sokmuştu. 

Tabii önceden aşinalığım olduğu için hemen tanımış, hiç paniklememiştim. Zaten bizim evin arka bahçesi ya. İyi ki bir kez ölüm kalım savaşı verdik burada.

Asam yanımdaydı, daha önemlisi köpeğin Sirius olduğuna neredeyse tamamen emindim. Ve onun bana zarar gelmesine izin vermeyeceğini biliyordum.

Siyah köpek gözlerimin önünde giderek uzamaya ve insanımsı bir hal almaya başladı. Sonucunda üstünde pejmürde, büyük ihtimalle çaldığı kıyafetlerle Sirius Black dikiliyordu.

"Cidden ormana kadar getirmen lazım mıydı?" diye sordum kollarımı açarak. "Ölüyordum az kalsın!"

"Biraz sporun kimseye zararı olmaz, Chasity." demekle yetindi.

İkimiz de ne desek bilemiyorduk. 

Benim açımdan tuhaftı ama onun açısından çok daha tuhaf olsa gerek. Ne de olsa en son gördüğünde iki yaşında bir bebektim ve gayet de anneme benziyordum.

"Soruların olmalı," diyerek sessizliği bozdum. "Elimden geldiğince yanıtlarım."

Gözlerini kırpıştırdı, bir kahkaha attı.

"Bunu benim demem gerekmez miydi?"

Omuz silkmekle yetindim.

Bunca zamandır biriken sorularını sıralamaya başladı art arda, "Neden benim soyadımı kullanıyorsun? Nasıl masum olduğumu biliyorsun? Niye görüntünü değiştiriyorsun..?"

Derin bir nefes alarak ciğerlerimi şişirdim. Şimdi ben bu zavallı adamcağıza nasıl öldüğünü sandığı, Ölüm Yiyen bildiği kardeşinin aslında gizlice aydınlığa çalıştığını, aslında gayet de kanlı canlı olduğunu -bir de üstüne üstlük beni evlat edindiğini anlatacaktım?

Gerçi anlatsam ne kadarını hazmedebilecekti ki? O da vardı...

"Şey, oturmak isteyebilirsin." diye uyardım. Bayılırsa onu toparlayamazdım. 

Tuhaf bir bakış atarak yere çöktü.

"Öncelikle tekniken senin değil, erkek kardeşinin soyadını kullanıyorum. Üç soru da birbiriyle bağlantılı olduğu için hepsini tek seferde yanıtlasam daha iyi." Önünde volta atarak komedi skeçlerini anımsatan tuhaf hayat öykümü anlatmaya başladım. Önceden Kreacher'la konuşmama şahit olmasına rağmen bu kadar şaşırmasını da on iki yıllık Azkaban tatiline veriyorum. 

"Özetle Regulus, Barty, ben, Nyx ve Kreacher çok mutlu bir çekirdek aileyiz. Tek sıkıntımız aramızdan iki kişinin resmi olarak ölü ve birimizin de kayıp listesinde olması."

Sirius ağzını Japon balıkları gibi açıp kapıyordu, sindirememişti. Bakışları bomboştu.

Kendini anca toparlayabildiğinde sordu, "Regulus aslında aydınlığa çalışıyor ve ölmedi yani?"

"Öyle."

"Regulus bir kedi."

"Evet."

Katıla katıla gülmeye başladı. Dizini dövüyor ve kahkahaları arasından kesik kesik harikaymış diyordu.

Şimdi neden annemin vaftiz babam olması için Remus'ı seçtiğini anlamıştım. Sirius kesinlikle Harry'yle çok iyi anlaşacaktı!

Gözlerinde biriken yaşları elinin tersiyle sildi, "Chasity, ben bunları sindirmek için senden süre istemeliyim." diye itiraf etti. "Ne desem bilemiyorum- yani Regulus- pfff... Mutluyum, gerçekten çok mutluyum öğrendiklerimden. Regulus için isteyebileceğim her şey olmuş ve hiçbir şeyi ruhum duymamış. Gözümün önünde kardeşim benim yapabildiğim ya da yapabileceğimden kat ve kat fazlasını yapmış. Hiçbir şey bilmiyormuşum ben!" Eliyle sakallarını sıvazladı. "Ayrıca şu sakallardan kurtulmam lazım."

"O iş bende," dedim göz kırparak. "Sana yemek, kıyafet gibi şeyler ayarlayacağım en yakın zamanda. Eminim babam da mutlu olacaktır içten içe."

Baba kelimesine hafif kaşlarını çatsa da o konuda bir şey demedi. "Bunu hiç sanmam işte."

"Öyle deme, kardeşsiniz siz. Evet, sana hala kırgın ve kızgın. Adını anmayı tercih etmiyor ve sana hala biraz kin güdüyor ama yine de hala kardeşsiniz. Sana ister istemez değer veriyor. Vermese seni bulup ihbar etmez miydi sence de?"

Dudak bükerek gözlerini kıstı, 

"Eh, yani. Sanki haklısın."

"Pazar gününe kadar seni toparlayalım en iyisi." Baştan aşağı süzdüm kanun kaçağını. Sylvan ve Theo'ya da haber vermem lazımdı ama şimdi sırası değildi. Yine de bir şekilde tıraş bıçağı, temiz kıyafetler ve bir çift ayakkabı bulmam lazımdı. Yemek ve şampuan kolaydı. Kendi şampuanımı getirebilirdim, yemeği de her zaman yaptığım gibi mutfaktan araklardım. "Nerede kalıyorsun? Bahçede uyumadığını varsayıyorum."

"Bağıran Baraka'dayım, kimse girmeyi tercih etmez." diye açıkladı.

Şaşırarak haykırdım, "Oha oraya kadar gizlice nasıl geleceğim?"

Onun köpek olması benim her gece görünmezlik pelerinini Harry'den alıp da onca yolu tazı gibi koşabileceğim anlamına gelmiyor.

Pis pis güldü, "Tabii sen şimdi bilmezsin gizli girişi. Regulus'cuk onu öğretememiştir!" 

Mimik oynatmadan yüzüne bakmayı sürdürünce ciddiyetini geri kazandı.

"Tamam, her neyse. Şamarcı Söğüt'ün orda geçit var, annenin zekasını aldığın için oraya girmenin yolunu zaten bulursun bence." 

Cennetten babamın Sirius'a laf soktuğunu resmen hissedebiliyorum.

"Ağaca Immobulus yapabilirim sanırım." Aklımda ağacı canlandırırken tahmin yürüttüm. "Animagus olsam çok daha kolay olurdu herhalde."

"Öyle."

"Bilmek güzel Sirius amca."

 

 

***

 

 

Theo ve Sylvan'a daha anlatmamış olsam da köpeğe Bay Pofuduk adını verdiğimi söylemiştim. Sirius'u sinir etmek için elimden geleni yapıyordum, çok zevkliydi. 

Immobulus şaşırtıcı şekilde işe yaramıştı, bu sayede bez çantama aldığınca doldurduğum yiyecekleri Sirius'a ulaştırmış, stok bile yaptırmıştım. Kıyafet işini de bazı legal olmayan yollardan hallettim desem yeterlidir.

Maalesef cumartesi sabahının kahvaltı sonrası bütün kargaşanın arasında gelivermişti. 

Remus ikimizin de parşömenlerini almış, ikimizi de karşısına oturtmuş, bir yandan okurken bizi de göz önünden ayırmıyordu.

Gözleri satırlar arasında dolaştıkça kaşları mümkünse daha da çatılıyor, somurtması derinleşiyordu. 

Ben masumum! Weasley kadar vahşi bir üslup kullanmış olamam. Hem neler yaptığını da yazdım sayılır. 

Remus, Fred'le yoğun bir bakışma yarışına girdiğimiz belli bir sürenin ardından yazıları masaya koymuş, ikimize de anlamlandıramadığımız bakışlar atıyordu.

Konuşmadan ikimizi inceledi. Gerici bir andı.

Ardından derin bir iç çekti ve, "Birbirinize adeta nefret kusmuşsunuz." dedi.

Nefret kussam bu kadar estetik durmazdı bence. Ben sadece betimledim.

"Ödevinizin amacı birbirinizin iyi yanlarını fark etmenizken nasıl oluyor da biriniz aklına geleni sıralarken öbürünüz de ana karakterini yerden yere vurduğu bir hikayeye çeviriyor işi?"

Bakışlarımı masanın üstündeki boş akvaryuma diktim. Herhalde yakın zamanda sınıfa göstermek için sihirli bir yaratığa ev sahipliği yapacaktı bu fanus.

"Yapacağınız şeyi açarak anlatacağım. Anlamamışsınız." derken kağıtları düzenleyerek çekmecesine yerleştirdi. Bu adamcağızı bile sinir edebiliyorsak McGonnagal iyi dayanmış. "Günlük yazdığınızı düşünün. Ne yaparsın? Günün başından sonuna dek yaşadığın olayları sıralarsın. Önemli gördüğün olayları gerekirse betimleyerek, kendi düşüncelerini de ekleyerek anlatırsın. Kafandan bir şey uydurmazsın ya da gidip ağzına geleni saymazsın." Son sözlerinin arasında bir bana bir de Fred'e dikti gözlerini. "Gerekirse gününüzü beraber geçireceksiniz. Beni alakadar etmiyor bu kısım. Fena mı olur hem? Binanız dışında zaman geçirmiş ve başka insanlar da tanımış olur, ufkunuzu genişletirsiniz. Ne olursa olsun düzgün raporlar bekliyorum. Uydur kaydır yazacaksanız bina başkanlarınızla görüşüp şimdiden yaptırım uygulanmasını sağlayabiliriz. Ne dersiniz?"

Bir an için korkmamız için blöf yaptığını düşünsem de kahverengi gözlerindeki o bakışı görmemle ciddi olduğunu anladım.

Ayın o zamanı yaklaşıyor sanırım ve biz de tam o döneme çattık.

 

Remus tarafından işittiğimiz azarla boynumuz bükük çıktık ofisinden. 

Fred'le konuşasım yoktu doğruyu söylemek gerekirse şu an. Çok da kaçamazdım  gerçi, ne de olsa ajancılık yapmam lazımdı artık. 

Ona bakmaya bile tenezzül etmeden Sylvan ve Theo'nun olduğunu umduğum yerleri aramak için uzun koridorlarda adımlamaya başladım. Sirius'a anlattığımda çok uğraşacaktı.

Sirius demişken, Theo ve Sylvan'a da ne zaman anlatacağımı kararlaştırmam lazım. Belki de onu babamlarla görüştürdükten sonra anlatmam daha doğru olurdu. Bu kadar dramaya alışık değilim, bünyeme fazla geliyor.

Koridorda peşimden gelen ayak seslerini duyar duymaz topuklarımda dönerek Fred Weasley'yi karşıladım.

"Ne diye peşimdesin?" diye sordum sertçe. İşim başımdan aşkın bir de onunla tekrar kavga edip ceza yemeyi göze alamazdım. Hele Remus'ın ofisine bu kadar yakınken intihardan farksız olurdu.

Kollarını çaprazlayarak soruya soruyla cevap verdi, "Duymadın mı Profesör Lupin'i? Bundan sonra sen nereye ben oraya."

"Bu kadar hevesli olduğunu bilmiyordum Weasley," Kaşlarımı kaldırdım ona doğru adımlarken. "Daha yeni çıktık ofisten. Ne de çabuk özlüyormuşsun meğer beni!"

Sözlerime gözlerini devirdi,

"Ya ne demezsin, gözümde tütüyorsun senden her uzak olduğum an. Senin eksik tahtalı kafana ölüp bitiyorum." Eliyle yürümemi işaret etti. "Bu adamın normal cezası buyken daha çok sinirlendirmeyi göze alamam. Büyüsüz kazan bile temizlerim bir ay boyu ama Lupin'in sınırlarını daha çok zorlamam. Hadi devam et yoluna. Arada düşüncelerini falan da belirt de kuru kuru "şunu yaptı, bunu yaptı" yazmayayım."

Ben kardeşimle bu kadar vakit geçirmezken bu dağ trolüne nasıl katlanacaktım? Ötesi, Theodore ve Sylvan'la aynı ortama nasıl sokacaktım bu havucu? Bir de Sirius sorunu vardı bu denklemde...

Aniden Beauxbatons gözüme çok hoş göründü nedense.

 

***

 

 

Chapter Text

 

 

Fred'in kuyruğumdan düşmemesi yüzünden Sirius'un yanına uğrayamadığım bir günün sonunda Harry'den görünmezlik pelerinini alarak şatodan sıvışmam gerekmişti. 

Sanırım o dağ trolü yüzünden bir sene boyu Sirius'un yanına geceleri sıvışmam gerekecekti. Geceleri dolaşmak hoş olsa da yapılmış tılsımlar sayesinde sıcacık olan şatodan ayrılarak kendimi buzullara fırlatmak pek de iç açıcı değildi. 

Başka çarem yoktu, yarın babam ve Barty geliyordu ve Sirius'u daha insanımsı bir hale sokmam lazımdı. 

 

Boyumun verdiği avantajla pelerine çok da zorlanmadan sığınıyordum, ne ayaklarım açıkta kalıyordu ne de cebelleşmem gerekiyordu. Çantamın içine şampuan, makas ve benzeri elzemleri tıkıştırmış, üstümde bir şapıdık terliklerim eksik halde, pofuduk pijamalarımla zangır zangır titreyerek ilerliyordum Şamarcı Söğüt'e.

Resmen rezil rüsvaydım, kanun kaçağı amcama yardım etme olayımı bir kenara koyalım, resmen üstüm başım dökülüyordu.

Şu halimle kimseye denk gelmek istemezdim. Aynalar da buna dahil.

 

Öğlen sonrası yağan yağmur sağ olsun yerler vıcık vıcık çamurdu, bu da çimenlikten ilerlediğim halde bile nerdeyse kovuktan içeri kayarak girmeme sebep oluyordu. 

Çamurda bile yürüyorsam hayli hayli Quidditch oynarım, diye düşünmekten kendimi alamadım. İyice aklımı çeliyorlardı bu aralar.

 

Kovuktan geçene dek pelerinimi indirmedim, ne olursa olsun Hogwarts'taydım ve Dumbledore'la aynı ortamda bulunduğum sürece tedbiri elden bırakamazdım. O adamın ne yapacağı belli olmazdı. Tam olarak detayları bilmesem de babamın konuşmalarından çıkarabildiğim üç - beş bir şeyden biriydi bu ve kulağıma küpe etmiştim.

Bağıran Baraka'ya giden yol üşengeçlikte çığır açan bana gereksiz uzun geliyordu. Ne vardı sanki bu yolu büyüyle kısaltsalar? Ne bileyim, üç beş adım attığım gibi oraya ulaşayım. 

Yolun çilesi uzunluğuyla bitmiyordu, bir de ağaç kökleri vardı - ki sayelerinde yüzüm yere yapışıyordu az kalsın!

Barakanın kapısına vardığımda nefes nefese kalmıştım. 

Pelerini el yordamıyla çantanın içine tıkarken ayağımla asla düzgün kapanmayan aralanmış kapıyı açtım.

"Sirius amca, ben geldim!" diye seslenerek Ecel Bey'in paniğini söndürmeye çalıştım.

Olduğu yerde sıçrasa da iyiydi.

"Bu saatte okulun dışında ne işin var Chasity? Aklını mı kaçırdın sen?!" diye haykırdı beni görmesiyle. 

Sık adımlarla elips çizerek volta atmaya başladı antika evin gıcırdayan tahtaları eşliğinde.

Ne sıcak karşılama ama...

Onun sinirli tavrına aldırış etmeden çantadan eşyalarımı çıkarmaya başladım sakince,

"Fred Weasley bana kuyruk oldu adeta, sayesinde anca gelebildim."

Önümde durdu ve bakışlarımı yakaladı, 

"Ya Ruh Emicilere yakalansaydın?"

Beni o kadar da saf sanmıyordu ya?

"Ay, n'olcak," diyerek elimi geçiştirmek istercesine salladım. "Bir Patronus atsam yeter."

Şaşırarak geri çekildi. 

"Size bu yaşta öğretiyorlar mıydı onu?"

Bir yandan eşyaları dizmem bitmişti. Şampuanın kapağını açarak ona uzattım.

"Sence eğitim sistemi bize gerekecek bir şey öğretir mi? Tabii ki babamlar sayesinde biliyorum."

Bakışları şampuan ve benim aramda gezinince iç çeker kafasını işaret ettim.

"Saçını yıka da keseyim, şekle girsin biraz Rapunzel."

Sanki ben işaret edene dek varlığından bihabermiş gibi omzunu aşalı epey olmuş siyah tutamlarını parmakları arasında tutarak inceledi. Kendi saçı değil de birisi kafasına zamkla eklemiş gibi bakıyordu.

"Harbi uzamışlar..." diye mırıldandı. Biraz daha saçlarını içli içli izledikten sonra uyarırcasını parmağını salladı, "Sakın çok kısa kesme, omuz hizası yeterli."

Ellerimi pes edercesine kaldırdım,

"Kesemeyecek olsam direkt kazırdım, ayıp ediyorsun ama..." Kaküllerimi işaret ederek ekledim, "Bu şaheserleri kim kesti sanıyorsun Pofuduk?"

Animagus formuna verdiğim isimle yüzünü buruştursa da sözümü dinleyerek şampuanı elimden kaptı. 

Saçına sürmeye başlarken ben de Aguamenti yaparak asamdan su fışkırmasını sağlamıştım. Şatoya onu sokamazdım, köpek formuyla yıkarsam insan haline etki edeceğine emin değildim. Elimizde kalan son seçenek de kendi imkanlarımızla derme çatma bir duş deneyimi kazandırmaktı. Eminim ki bu kadarı bile Sirius'a iyi geliyordu.

 Sirius, Barty kadar olmasa da bana kıyasla uzundu, bu da saçını durulamamda zorluk çıkarıyordu. 

Eğilmesini işaret ettim boştaki elimle. Birkaç sefer daha şampuanlasak daha iyi olurdu sanki. Yılların yağı ve kiri gidiyordu sonuçta...

Temizliğinden tatmin olana dek saçını bir köpürttüm bir duruladım. Ne kadar kollarımı sıvamış olsam da bir şekilde pijamamın yeni ıslanmıştı yine.

Kuru kesmeye açıkçası götüm yemiyordu, o yüzden kurutmadım. Rapunzel'i ayakta kalan taburelerden birine oturtarak elime aldığım makas ve tarakla işe başladım.

"Eee," diye sorarken sessizlikten rahatsız olmuş gibiydi. "Şu Weasley niye kuyruk oldu sana? Anlat bakayım."

Saçını omuz hizasının üç parmak altına gelene dek gelişi güzel kesiyordum. Zaten gereksiz kısımdı bunlar.

"Cezadan bahsetmiştim ya, sevgili vaftiz babam ağzımıza öyle bir etti ki!" diye başladım belki de yüzüncü kez aynı olayı anlatmaya.

Ballandıra ballandıra şikayet ettim kızıl dağ trolünü. Üç parmak bıraktığım saçı da kat vererek kesmeye başladım aynı zamanda, elimden geldiğince volüm vermeye, hareket katmaya çalışıyordum zaten yeterince renklerinden soyulmuş adamcağıza. 

Kıkır kıkır gülerken araya sıkıştırdı, "Babana düşündüğünden daha çok benziyorsun. James'e yani.."

Yüzümde minik bir tebessüm yayılırken göğsümde bir delik oluşmuş, gittikçe gelişirken o boşluk beni de yutuyordu. Babamı tanımıyordum, babam olduğu için en ufak bahsinden bile mutlu oluyordum elbet, yine de bir yabancıdan bahsedermiş gibi geliyordu insanlar adını ağızlarına aldıkça. Bir açıdan öyle değil miydi?

Sesimin çıkmasını umarak boğazımı temizledim,

"Eh, babam değil mi sonuçta." demekle yetindim. Ne diyecektim ki başka?

Saç kesiminin devamı ağır bir sessizlik eşliğinde gelişmişti. Ne o bana alışabilmişti ne de ben ona alışabilmiştim. Bu rahatsız edici sükunet gayet normaldi. Yine de rahatsız edici olduğu gerçeği değişmiyordu.

Saçını yıkamak için nasıl büyüden yardım aldıysam kurutmak için de aynı şekilde büyüden yardım almıştım. 

Omuz hizasında kestiğim siyah, her şeye rağmen benimkinden bile gür saçları kurumanın etkisiyle omzundan iki parmak kadar yukarıda bitiyordu. 

Bence ilk kez bir erkeğin saçını kesmeme göre olağanüstü bir iş çıkarmıştım. Kuaför mu olsaydım? Diagon Yolu'nda mütevazi bir dükkan açar, her saat başı aynı şarkıları başa sarardım, kendi çalma listemi müşterilerin beynine empoze ederdim. Bu sayede kötü kessem bile kaçabilmek için parayı verdikleri gibi ardına bakmadan topuklarlardı.

Bu kariyer planımın çok uzun süreceğini sanmıyorum, bir - iki aya iflas eder babamın evine tıpış tıpış dönerdim. 

Zavallı adamcağızı vitrin mankeni gibi bir o yana bir bu yana çevirerek "Çok güzel kesmişim!" diye cıvıldadım neşeyle.

"Kontrol edeyim, hoşuma giderse kişisel kuaförüm olabilirsin belki." derken göz kırpmıştı. 

Sözlerine gülümsedim. Umarım Sirius aklanırdı ve babamla arası düzelirdi. İkisi de çok zor şeyler yaşamıştı ve bence mutlu olmayı hak ediyorlardı. Normal (bir Black'e göre ne kadar normal olabilirse artık) bir kardeş ilişkileri olsa ikisi de psikolojik olarak nasıl da rahatlarlardı!

Sirius su boruları ve elektriği çalışmayan banyoya gitmiş, daha önce getirdiğim el fenerinin yardımıyla aynada kendini izliyordu.

Onu rahatsız etmek istemeyerek kapıdan bir metre kadar uzakta bekliyordum. On iki yıl boyu kendi yansımasını bile görememişken ona izin vermek istiyordum. Çok zor olmalıydı...

Düşünsene, yirmilerinin başında aniden Azkaban'a atılıyorsun, on iki yıl boyu yaşam ve ölüm arasında dans ettikten sonra anca kaçabiliyorsun. Gençliğin, hayatın, hislerin, ruhun.. her şeyin ellerinden kayıp gitmiş.

Onun yerinde olsam çoktan kafayı yerdim.

Sirius'un da çok aklı yerinde olduğu söylenemez ya, neyse.

Ayakta dikilmekten sıkılarak çantamın yanına döndüm. Ev o kadar bakımsız ve eskiydi ki, her attığın adımda tahtalar oynuyor, adeta acıyla inliyorlardı. 

Belki bir zamanlar kahverengiydiler, şu an ise eski günlerinin musallat olmuş hayaleti gibi açık gri, yer yer küften kararmışlardı. 

Aslına bakarsanız binanın ayakta olması bile bir mucize sayılırdı.

Barty'nin hediyesi bez çantama elimi daldırdım, herhalde beşinci göze atmıştım tıraş bıçağını. İçi koskocaman bez çantamın da tek kötü yanı buydu, o kadar büyüktü ki eşyaları bulması güçleşiyordu.

Nerdeyse üç kez tüy kalemimle elimi yardıktan sonra anca aradığıma ulaşmıştım. Sirius da sanki bulmamı beklermişçesine biraz sonra yanıma dönmüştü.

"Yaşlanmışım, çökmüşüm, rezil haldeyim." diyerek sıkıntıyla somurttu. "Ne yıllar ne de Azkaban bana acımış."

Tıraş bıçağını elimde salladım dikkatini çekmek için, 

"Sakaldandır o, ondan kurtulalım bir de o zaman değerlendiririz." diye avuttum aklıma başka bir fikir gelmediği için.

Azkaban terapi grubu kurmak belki işe yarardı, Barty ve Sirius elimizdeki tek denekler olsa da bir elin nesi var iki elin sesi var. O ses de maziden kalma husumetleri...

Bahsi geçen sakalından elini geçirdi bir yandan kıl yumağın a tiksinç bakışlar yollamayı ihmal etmeyerek.

"Çok etki edeceğini sanmam ama bakarız. Tıraş edebileceğine emin misin bu arada? İstersen ben halledeyim."

Deneyimim var diyebilirim, küçükken babamın tıraş olmasına yardım etmeyi çok isterdim. Babam mükemmeliyetçi biri olduğu için bir iki kez yaptırırdı ama Barty hevesimi alayım diye kendini kurban ederdi. 

Bacak kadar boyumla gider Barty'yi huylandığını bildiğim için belinden dürterdim. Babam aksine pijama kültürü olmadığından üstünde çekebileceğim bir tişörtü de olmazdı. Beni koltukaltlarımdan tutar, banyo tezgahına oturturdu. "Hadi bakalım sıra sende şimdi," derken elime tıraş bıçağını tutuşturur, köpüklü uzun yüzünü hizama getirirdi. 

Birkaç kez cildini kanatmanın ve birçok tıraşın sonunda sayesinde ustalaştım diyebilirim.

"Yapabilirim," dedim. "Daha önce Barty'yi tıraş etmişliğim var, hem de çok kez." Belki de kendi başına yapmak istediğini düşünerek hemen ekledim. "Tabii kendin yapmak istersen anlarım."

Tıraş bıçağını eline aldı, tutmayı denedi. Elleri yaprak gibi titriyordu. 

"Yok," diyerek aldığı gibi geri uzattı. "Ellerim fazla titriyor, sen yapsan daha iyi olur gibi Chasity."

Azkaban'ın üzerinde bıraktığı izlerin iyileşmesi epey zaman alacak gibiydi. Haksız da sayılmazdı.

Ruh Emiciler etrafta cirit atarken elleri titremese şaşardım.

Kafamı salladım ve oturmasını işaret ettim. Elimizdeki kısıtlı imkanlarla uğraştırsa da tıraş bıçağı yardımıyla bakteri dolu kıl topluluğundan kurtarabilmiştim Sirius'u.

Sevinçle ellerini çenesinde gezdirdi, "Bu hissi nasıl da özlemişim ama!" Ani bir hareketle ellerimi kavradı, avuçları içine aldı. "Sana ne kadar teşekkür etsem az Chasity..."

Dudaklarında donmuş gülümsemesine rağmen gözlerinde hüzün hakimdi. İstemsizce içim burkuldu. Acaba Azkaban'a düşmemiş olsa nasıl bir hayatımız olurdu?

Utangaç bir tebessüm yolladım, ne desem bilemiyordum yine. 

"Rica ederim," diyebildim. "Elimden daha fazlası gelse keşke..."

"Daha ne yapabilirsin ki, en büyük iyilikleri yaptın bana." dedi yüzünden hala erimeyen, hüznüne karşı bir maske gibi gülümsemesiyle. "Daha küçücüksün, on dört yaşındasın. On beş olmana aylar var. Ben on dört yaşında senin kadar faydalı bir insan değildim, inan bana..." Derin bir iç çekti. "Annen ve babanın en güzel özelliklerini almışsın."

Ebeveynlerimin bahsiyle içim yeniden tuhaf olmuştu.

Ağzımda bir teşekkür geveledim, konu onlara gelince dilim lal oluyordu sanki.

"Yarın geliyorlar," diye hatırlattım konuyu değiştirmeyi amaçlayarak. "Konuşmaya hazır mısın?"

Ellerimi serbest bırakarak geri çekildi. Kafasında dolanan bin bir düşünceyi yeterince odaklansam yüzünden okuyabileceğime emindim.

Kollarını çaprazladı, hala eski kıyafetleri içindeydi. Gitmeden önce arakladığım yeni kıyafetleri giymesini tembihlemeliydim.

"Bilmem," Yanıtlarken en azından dürüsttü. "Böyle bir duruma başka bir on iki yıl daha beklesem bile hazır olabileceğimi sanmıyorum. Yine de önemli olan korkmana rağmen bir şeyi yapabilmektir, gerçek cesaret budur; korkunun üstüne gitmek."

Söylediklerine kafamı salladım. Aptalca her şeye koşmak kesinlikle cesaret değildi, sanırım çoğu günümüz Gryffindor'unun kaçırdığı nokta da buydu. Gerçek cesaret tam da dediğiydi.

"Saat epey geç olmuştur," dedi dışarıyı işaret ederek. "Şatoya dönmelisin artık."

Şakacıktan şaşırmış gibi yaptım,

"Ne o öyle, yoksa beni kovuyor musun?" diye şakıdım yüzümde silemediğim aptal bir sırıtışla.

"Hmhm," Bir yandan çantamı elime tutuşturuyordu. "Seni kovuyorum."

Çantamı kaparak koluma astım. "Tamam tamam, istenmediğim yerde kalmam ben zaten, hıh!"

Burnumdan bir makas alarak güldü, "Büyüsen de pek değişmemişsin aslında. Hadi bakalım daha da oyalanmadan dön artık şatoya, babanın pelerinini de unutma."

Uyarısıyla anlık duraksasam da bilmesine şaşırmadım. Kim bilir ne biçim olaylara vesile olmuştu bu pelerin, ne haltlar yemişlerdir sayesinde...

Onaylayarak pelerine uzandım, tembihlemeyi de unutmadım. 

"Sana yeni kıyafetler getirdim, onları giy. Hem daha sıcak tutar hem de temizler. Ayrıca yarın kasabada Domuz Kafası'na gitmelisin. Babamlarla eminim orda otururuz. En güvenli yer orası ne de olsa."

Kıyafetleri çantamdan çıkartıp eline tutuşturdum. Hangi bahtsız Slytherin'in kıyafetlerini çalmıştım acaba?

"Saat kaç gibi ineyim kasabaya?" diye sordu eline tutuşturduğum kıyafetleri incelerken.

"Öğlen gibi gelirler, sen de onlar gelmeden bir yarım saat kadar önce orda olsan fena olmaz."

Seslice derin bir nefes aldıktan sonra yavaşça o nefesi oflayarak verdi. Yüzüne yorgun bir ifade oturmuştu yine, biraz da bıkkın duruyordu. Sanki üzerine uzun süredir uğraştığı iksir bir türlü tarife uygun ilerlemiyor, o da artık olayı akışına bırakmış gibiydi, ben de yapsın diye çabalayan profesördüm adeta.

"İşe yarayacağını cidden düşünüyor musun?" Kollarını çaprazlamış, kafasını köhne evin yıkıldı yıkılacak hissi veren ahşap duvarına dayıyordu. "İşin aslı, ben Regulus beni görünce Avada çakmazsa şükrederim."

Husumetlerinin derinliğini bilemeyeceğim için omuz silkmekle yetindim,

"Dediğim gibi seni umursamasa çoktan yakalayıp ensenden tutarak Azkaban'a geri postalamıştı seni. Hem böylece adını temizlemiş olurdu..." Gözlerini gözlerimle yakaladım, "Sence de öyle değil mi?"

Bir beş on dakika onu uyardıktan sonra kıçımın iyice donmasıyla çoktan geciken şatoya dönme kararımı aldım. Isı tılsımlarına çalışmam lazım sanırım...

Yine geldiğim gibi pelerinin altına sığınmış, asam tetikte, etrafımı kolaçan ede ede bir kolumda çantamla şatoya doğru yol aldım.

Şatonun içi her ne kadar sıcacık olsa da zindanlara kadar ses çıkarmamak için zangır zangır titreyen dişlerimin arasına dilimi sıkıştırarak tin tin yürüdüm. Kendimi nasıl kapıdan içeri attım bilmiyorum ama girdiğim gibi ilk işim şöminenin önüne adeta uçmak oldu. 

Taş zemini umursamaksızın hala yanmakta olan odun ateşinin önüne oturmuş, iki elimi alevlere doğru uzatarak kendimi elimden geldiğince ısıtmaya çalışıyordum.

Beynimdeki dişliler fırıl fırıl çalışıyor olsa da ateşin verdiği o pek bir hoş rahatlama duygusuyla (içimde resmen buzdan oluşan o ince tabaka ısındıkça çatlıyor ve bedenim tekrar bir insana dönüyordu) kulaklarım da aklım gibi başka bir yere gitmiş gibiydi ki omzuma yerleştirilen battaniyeyle anca kendime geldim.

Kafamı hızla ardıma çevirdim beni yakalayanın kim olduğunu görmek umuduyla.

Şansıma Theo'dan başkası değildi. 

Ben ağzımı açmaya yeltenemeden ağzından tek bir ses çıkarmadan yanıma oturdu. 

Bu sefer başını omzuma yaslayan oydu, genelde tam tersi olurdu.

Hiçbir şey demedi. Ben de demeye cesaret edemedim.

Öylece oturduk, gece on bir buçuk civarıydı saat. Alevlerin birbiriyle dansını izlemeye daldık, en son korların cızırtısı duyulabiliyordu sadece ve biz gölden yansıyan loş ve gizemli ışığın aydınlattığı odada uyuyakalmıştık. 

 

 

***

 

Uyandığımda beklediğimin aksine Ortak Salon'un kadife koltuklarından birinde kıvrılmış, üstümdeki yünlü battaniyeye sarılıyordum. Görünürde ne Theo vardı ne de battaniye haricinden ondan kalan bir iz..

Kafamı kaldırıp bir akvaryumun içinde hissetmeme sebep olan, gölün derinliklerine pencere görevindeki dayanıklı camlara bir baktım. Sabahın ilk ışıkları gölün dibine kadar iniyordu, odayı da oradan yansıyan loş ışık aydınlatıyordu. Slytherin Ortak Salonu yine her zamanki gibi bu sabah da serin ve yapış yapış garip bir his uyandırıyordu. Bu his tuhaf bir şekilde hoşuma gidiyordu.

Gerinerek kalktım, üstümdeki kıyafetler çok da koşullara uygun olmadığından titreme gelmişti, tekrardan battaniyeyi etrafıma sardım, ancak bu sefer kendi yatakhaneme adımladım.

Hafta sonu olduğundan bu saatte kimse uyanık olmazdı, tahminimce altı - yedi civarıydı. 

Kendi odama vardığımda ses çıkarmamaya özen göstererek kapıyı açtım, yere sürümemeye dikkat ettiğim battaniyemi sol kolumun altında toparlarken sağ kolumla kapıya uzandım ve girdiğim gibi kapattım.

Yatakhaneye gitmekteki ilk amacım her ne kadar hazırlanmak olsa da odanın verdiği sıcaklıkla tekrardan uyku çökmüştü üstüme. Gece gece giriştiğim aksiyon dolu akşam gezmem sağ olsun hala üstümde ağır bir yorgunluk vardı.

Battaniyeyi üstümden atmadan bozulmamış yorganımın altına girdim. Kedim Nyx de ayakucumdan silkelenerek kalkmış, sahibinin sonunda gelebildiğine sevinerek yanıma kıvrılmıştı.

Onun siyah tüylü bedenini de yorganın altına aldım. Mırıldamalarını dinlerken tekrar uykunun kollarına teslim olmuştum.

Battaniye aynı Theo gibi kokuyordu.

 

 

 

***

 

Pansy'nin hunharca sarsışları eşliğinde uyanmıştım, Nyx bile korkup ciyaklayarak yatağın altına saklanmıştı. Zar zor hazırlandığım yarım saatin ardından Büyük Salon'a teşrif edebilmiştim.

Theo erken gitmişti, gecenin köründe uyanıp beni koltuğa yatırdıktan sonra oturup düşüncelerinde boğulmuş olmalıydı, belki de kafası daha dingindi ve kitap okumuştu. Hayır hayır, resim çizmiş olmalıydı. kitap okuyacak olsa yanımda yapardı. Kesin oturup geçen yılbaşında Sylvan'ın hediye ettiği eskiz defterine bir şeyler karalamıştı her kapana kısılmış hissettiğinde yaptığı gibi. 

Kulağımın dibinde dün nereye kaybolduğumu soran Pansy eşliğinde masada yerimi aldım, bir yandan bir şeyler uydururken Theo'nun delici bakışları altında içten içe ezildim.

Sabret, diye geçirdim içimden, babamlarla halledeyim hele şu işi, o zaman anlatacağım ikinize de.

Kahvaltıda tek kelime etmedik ama yine de her zamanki gibi tabağıma yiyecek ekledi. 

Konuşma havamda olmasam da Pansy'nin anlattıklarını elimden geldiğince dinlemeye çalıştım. Dinlediğime emin olmak istercesine her kaşını çatışında onaylayan mırıltılar çıkarmıştım ya da kafamı sallamıştım.

Draco benim kalkmama yakın, Blaise de ondan beş dakika kadar önce katılmıştı aramıza. Crabbe ve Goyle da Draco'nun ardından gelmişti.

Babamlar kaçta haber yollatırdı bilmiyorum ama öğlen gibi orda olacağımı düşünürsek daha öldürecek epey vaktim vardı. Dün gecemi zaten fazlasıyla Sirius'la geçirdiğimden biraz kendime vakit ayırmak istiyordum. Önümdeki birkaç saat zaten yeterince gerici geçecekti, bence bunu hak ediyordum.

Ayaklanmamla Theo bana sorgularcasına bakınca Pansy'lerin hararetli sohbetini bozmamak adına kulağına fısıldadım yapacaklarımı.

İçinden tonlarca soru geçirdiğini ve onları nefesi yettiğince sıralamak istediğini adım gibi biliyordum, buna rağmen kendini tutuyordu. 

Yanağına bir öpücük kondurdum ve ona afiyet diledikten sonra Ravenclaw masasını geçerken bina arkadaşlarıyla sohbet eden Sylvan'a da selam vererek Büyük Salon'dan çıktım.

Ardımdan yankılanan koşma seslerini ilk başta bana acil bir şey söylemeye gelen Sylvan sansam da gelen kişinin Gryffindor masasından geldiğini ve Sylvan'ın aksine (maalesef babasından fiziksel olarak aldığı tek özellik gözleriydi) kızıl bir kafası olduğunu fark edince yüzüm düştü. Fred Weasley yine kuyruğum olmuştu.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordu yüzünde aptal bir sırıtışla. Keyif alıyordu basbayağı!

İçimde zar zor bastırdığım yüzüne yumruğumu indirerek o aptal ifadeyi silme isteğiyle dişlerimi gıcırdattım.

"Kütüphaneye." dedim kuru kuru. 

Abisi Charlie gibi benek benek çillerle bezeli ellerini uzun süredir ütülenmeyi bekleyen pantolonunun ceplerine attı ve yaylana yaylana yürümeye başladı ardımdan.

Muzip bir bakış vardı suratında. 

Fred Weasley dünyanın en absürt insanlarından birisiydi. Bunu ikizler burcu biri olarak söylüyorum ama bir günü diğer bir gününü asla tutmuyordu. Kafasının içindeki çarklar kendi keyiflerine göre çalışıyordu sanki.

Daha dün birlikte bulunmamız gerektiğinden şikayetçiyken bugün adeta cıvıldıyordu. 

Aklında kesin sinir krizleri geçirmeme sebebiyet verecek fikirler dört dönüyordu.

Kütüphaneye varan yol boyu ikide bir yüzüme bakıp durmasını görmezden geldim elimden geldiğince. 

Raflar arasına girene dek yüzüne dikilmiş bir çift kahverengi düğmeye benzeyen gözlerini üzerimden ayırmadı. Ne zaman kitapların arasında kayboldum, o zaman o da ilgisini çevresine yöneltmeye başladı. İlk başta kitaplara baktı o da benim gibi, sonra sıkılmış olsa gerek etraftaki kişilerle uğraşmaya başladı. Madam Pince'ten uyarı alması çok uzun sürmedi, kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırmış, yine bulunduğum bölmeye dönmüştü.

"Seçemedin mi hala?" diye sordu dayandığı rafa kafasını yaslarken. 

Seçmediğimi belirten bir ses çıkardım üst raftaki başlıkları okurken.

Elini rafa yöneltti, "Hangisi?"

Gözlerimi devirdim hareketiyle, "İsimlerini okuyorum sadece, daha seçmediğimi belirteli yirmi saniye olmadı, Weasley."

"Sanki boyun yetecek ya!"

Cebimdeki asayı işaret ederken dalga geçercesine tebessüm ettim, "Neyse ki muggle değilim o zaman."

Yüzü muşmula gibi buruştu, bir süre göz teması kurdu, ardından homurdandı her zamanki gibi, "Cidden çok zor bir insansın."

Sanki küfür eder gibi tükürmüştü sözlerini.

Alayla sırıttım, "Ya öyle mi?" diye sordum. "Bana verecek gibi yapıp kitabımı alan da Kanlı Baron'du ya zaten(!)"

Bahsi geçen hayalet şans eseri yanımızdan süzülerek ilerliyordu, dönüp bana ters ters bakınca ellerimi teslim olurcasına kaldırdım. "Alınma lütfen."

Cıkcıklasa da laf etmeden yoluna devam etti.

Şansımı babamdan aldığımı hiç söylemiş miydim?

Yaşanan komedyaya tepki vermeden arkasını döndü, yakınlardaki bir masaya kuruldu.

En azından ayağımın altından çekilmişti.

Önümüzdeki boş geçirebileceğim süre boyunca biraz keyfi kitap okumuş, kalan zamanda da çalışmalarıma devam etmiştim. Bir kanun kaçağına suç ortağı oluyor oluşum okulu ve eğitimimi asacağım anlamına gelmez.

Fred Weasley de şekilden şekle girerek bana eşlik etmişti.

Canının sıkıldığını görebiliyordum ve nedensizce sadist bir zevk alıyordum bundan. Hedonizmin vücut bulmuş hali Fred Weasley kendine acı çektirirken sanki dünya da bana Paris Opera Evi'nde özel bir gösteri sergiliyormuşçasına kıkır kıkır gülesim geliyordu.

Her ne kadar acı çekip kendini üstüne tuz dökülmüş sümüklüböcek gibi oradan oraya atsa da bir yandan beni gözlemlemeye devam ettiğini hissedebiliyordum. 

Neyse ki babamlarla görüşmem için beni götürecek kişi Profesör McGonnagall'dı. Aksi takdirde Weasley'nin beni gölgem gibi takip edeceğine şüphem yoktu.

 

 

Chapter Text

 

 

McGonnagall beni kasabaya kadar indirmiş, babamın gelmesinin en güvenli olacağı yer, yani Üç Süpürge'ye kadar geçirmişti. Tabii, evcil rakunumuzdan bihaber.

 

         Barın tenha kuytu köşesine geçerken mekanda bulunan her canlı ne işim olduğunu sorgularcasına tuhaf bakışlar atmaktan çekinmiyordu. Haksız da sayılmazlar, benim yaşımda Hogsmeade gezileri olmadıkça buraya giren pek kişi olduğunu sanmıyorum. Madam Rosmerta'nın da kaçaklara nasıl yaklaşacağına emin değilim. Ayrıca eklemeliyim ki bu harika kadın yaşının hayli ilerlemesine rağmen güzelliğinden ve ihtişamından ödün vermiyordu. Dağınık sarı buklelerine griler karışıyordu ama parlak gözleri benden daha genç ışıldıyordu.

 

Babam bir kapüşonun altına sığınırken Barty kılık değiştirmeyi tercih etmişti. 

"Burada buluşmamız güvenli mi?" diye sorguladım babamın kollarına atılırken.

"Şu an okula yakın buluşabileceğimiz en güvenli yer burası," O da kollarını etrafıma sardı, gerçekliğime emin olmak istercesine beni sıktı. "Madam Rosmerta'ya güvenebilirsin."

Ağzım bir karış açıldı. Ne yani kimliklerini biliyor muydu?! Bana naif olmamamı söyleyen adamlardan bahsediyoruz değil mi?

"Japon balığı gibi aval aval bakma bücür, bizimle aynı tarafta. Herhalde bizimle çalışan kişiler olduğunu biliyorsundur?"

Barty'nin bilmiş sözleriyle kendimi toparladım, bu sefer de ona atıldım. Huysuz rakunumu nasıl da özlemiştim!

"Yapıştı yine," diyerek homurdansa da kafasını omzuma yaslamış beni sarılmaya itiyordu. "Sağlam olduğunu görmek güzel baş belası."

 

Yüzümde minik bir sırıtışla geri çekildim çok uzun sarılırsam sinir olacağından çekinerek. Bana ayrılan meşe ağacından yapıldığını varsaydığım sandalyeye oturdum. Gacur gucur sesler çıkarsa da hala işe yarıyordu.

 

"Nasılsın?" 

Babam her zamanki gibi nezaketinden ödün vermiyordu.

"Biraz yorgunum ama idare eder. Weasley ruhumu sömürüyor." Barty'nin içeceğine atılarak bir yudum aldım.

"Ateş viskisi o-!" demesine fırsat kalmadan alkolün yakıcı hissi boğazımı karıncalamaya başlamış, tat almaçlarım buruk tatla spazm geçiriyordu. 

 

İğrendiğimi belirten sesle ona geri uzattım temizliğinden şüphe ettiğim kupayı.

 

"Her önüne geleni içiyor musun sen Chasity?"

"Kaymakbirası falan sandım." diyerek elimle geçiştirme işareti yaptım. Her saçma hareketimi bilmelerine gerek yoktu sonuçta, Theo yeterince ağzıma ediyordu geriye kalan konularda.

Barty çıkıştı, "Çok Özlü iksir için de aynısını demiştin."

"Hala yaşıyorum."

"Mucizevi bir şekilde, evet."

Bir yudumda bile insanı çarpmaya yeten bu müthiş içecek Sirius konusunu açmak için bana müthiş bir gaz vermişti. Kaymakbirası'ndan bile çarpılan birisi olarak tabii içtiğim şeyin ne olursa olsun alkol olduğunu ve beni etkileyeceğini biliyordum.

"Weasley konusu?" Sorusuyla konuyu hatırlattı babam. Barty'nin yeterince konu üzerine tepki verdiğine karar vermiş olacak ki kendisi bir yorum yapmadı. Beki de başımda zaten Theo olduğu için bir çukura düşüp gebermeyeceğime emindi. Haklıydı da.

"Ha, şey. Bildiğiniz üzere ceza aldım." diye konuya girdim, zaten bildikleri detayların üzerinden tekrar geçtikten sonra yakın süreçte gelişen olaylar ve dağ trolünün ayağımın altından çekilmeyişine değindim.

"Sen seneye dek sabret," dedi Barty kısık gözlerinin ardından. "Ben halledeceğim."

 

Dediğini anlamadığımı belirten bir bakış atsam da cevap vermemesiyle üstünde çok durmadım, ne de olsa Barty bu.

Konunun dağıldığını fark ediyordum. Ya şimdi ya hiç diyerek atlamazsam toparlayamazdım. 

Şansıma Pofuduk da tam o anda dükkana girmişti.

 

"İçeri köpek almak yasal mı?" diye sordu Barty kaşlarını çatarak.

"Rakun soktular ya, köpek neden olmasın."

 

Acaba o köpeğin abin olduğunu bilsen yine aynısını der misin baba?

Atışmalarına vakit bırakmadan bir Muffliato'nun ardından başladım anlatmaya.

Bu süreç boyu Sirius'un dili dışarda sevimli sevimli babama bakması durumu bir hayli komikleştiriyordu. Elimden geldikçe gülmemeye çalışıyordum.

Babam bir bana bir de animagus formundaki Sirius'a baktı.

 

"Hayvan haklarını ihlal etmiş olur muyum?" diye sordu Barty'ye dönerek. 

Adı geçen adam omuz silkmekle yetindi.

"Biliyorum çok riskli bir şey yaptım ama cidden yardıma ihtiyacı var ve sanırım gerçekten suçsuz. Black aile dramasını bir kenara koyarak ilk başta kaçağı kurtarsak mı?"

Barty sahte bir öksürükle ekledi, "Öhöm orijinal Azkaban Kaçağı benim, öhöm."

Ona tepki vermeden bakmamız üzerine göz devirdi, "Sadece minik bir hatırlatmaydı."

"Doğum gününde özel bir çelenk hediye etmeyi unutmayacağıma emin olabilirsin Barts."

"Siktir git, Regulus."

 

Babam bir süre beni korkutmaya yetecek kadar sessiz kaldı. 

 

Detaylarına girmek istemeyeceğim kadar can sıkıcı bakışmalar ve imalar dolu bir tek taraflı konuşma sonucu (Hoş, havlamaya kalksaydı bile oturma odamıza köpek kürkü olarak dönerdi.) bana dikkatli olmamı ve en kısa zamanda işi halledeceğimizi söyledi. 

Şimdilik yaptıklarıma okulumu aksatmadan ve dikkat çekmeden devam edecektim, ancak bir sorun olursa derhal Kreacher'a haber verecektim, böylece babam duruma el alıp Sirius'un kıçını kurtarabilecekti.

Şimdilik içinde tutuyor ve ailevi olaylar üzerine konuşmuyordu ama adım gibi eminim ki işler yoluna girince Sirius'la arasında muazzam dehşet verici bir kavga çıkacaktı. 

Konuşmanın onu ilgilendiren kısmı sonrasında Sirius bacaklarının arasına kıstırdığı kuyruğuyla dükkandan çıkmıştı. Uzaktan ilginç bir manzara olmalıydı.

 

"Peki Sylvan ve Theo'ya söyleyebilir miyim?" diye sordum dayanamayarak. Onlardan sır saklamak beni yiyip bitiriyordu. 

"Açıkçası şu ana dek söylememiş olmana şaşırdım." diye itiraf etti. "Söylemende zarar olacağını sanmıyorum, malum kişi neyse ben ve Barty de aslında aynı kefede sayılırız." Duraksadı. "Aslında ben aynı kefede sayılmam ama Barty öyle. Ne de olsa ilk kaçan oydu Azkaban'dan."

 

Barty'nin yüzünde zaferle bir gülümseme oluştu, gözleri parladı.

Konuşmanın geri kalanı normal aile buluşmasıydı aslında. Her ne anlatacaklardıysa anlatmamışlardı, üstüne varmadım. Gerekli olsa söylerlerdi. Ayrıca eteğimde yeterince taş varken bir de Everest'i alamayacağım, sağ olun.

 

***

 

Dönüş yolunda Sirius'a uğramadım, fazlasıyla kafasını meşgul edecek şey vardı zaten. Bir de bu haldeyken benimle konuşmaya ihtiyacı yoktu.

Doğrudan şatoya ilerledim. Üstü duman tüten taze haberlerim vardı ne de olsa.

Theo'nun nerede olacağına dair pek fikrim yoktu ama Sylvan'ın bu saatte Tükürenbilye oynadığına emindim.

Nitekim tahmin ettiğim gibi ön bahçede birkaç Hufflepuff ve Ravenclaw'la yarışma yapıyorlardı. Antrenman da olabilir pek bilmiyorum. Tükürenbilye o kadar ilgimi çeken bir oyun olmadı hiçbir zaman. Oyunun temellerini babamın isteğiyle oynadığımız zamanlardan bilsem de okuldaki takımın varlığı dışında turnuvalarıdır, yarışlarıdır vesaireyle alakasızdım.

Kenarda heykel gibi dikilerek beni fark etmesini bekledim Sylvan'ın. Tanımadığım bir grup fanatiğin içine atlayarak onu sürüklemem pek de grubun hoşuna gitmeyebilirdi. Kendimi riske atmak için bir sebep göremiyorum.

Beni fark etmesi yaklaşık on - on beş dakikasını almıştı. Suçlayabileceğimi sanmam, çekişmeli bir rekabet vardı. 

Fazla dikkat çekmemeye özen göstererek yanıma adımladı.

 

"Chas? Bir şey mi oldu? Erken dönmüşsün."

Üstümdeki kıyafet seçimi havaya uygun değildi, esmeye başlayan rüzgarla kollarımı çaprazladım. "Anlatmam gereken bir şeyler vardı aslında."

Sanki başıma musallat olmuş gibi ortaya çıktı yine o ses,

"Dönmüşsün."

 

Sylvan'la gözlerimiz buluştu. Aynı şeyi düşündüğümüze eminim...

 

"Yatıya kalacaktım da olmadı." diye yanıtladım ters ters. Dağ trolü olan Weasley olduğunu bilmem için dönüp bakmama gerek yoktu. Sinir bozucu sesi şu son birkaç günde iyice beynime kazınmıştı.

"Kalsaydın keşke." demekle yetindi. 

Onu kaale almadan sarışına döndüm, "Theo nerde biliyor musun? Onu da bulalım da öyle anlatayım. Teker teker anlatmaya sabrım yetmez. Aynı şeyi üçüncü kez anlatırsam kusacağım sanırım."

 

Rosier dudağını büktü, gün içerisinde geçen konuşmaları hatırlamaya çalışıyordu herhalde ki düşünürken hep yaptığı gibi mavi gözlerini kısmış bir oraya bir buraya bakarak hafızasındaki hayali arşivi kurcalıyordu.

"Galiba ödev yapacaktı bu saatlerde, emin değilim." diye itiraf etti. "Sanırım birisi ders mi çalıştıracaktı öyle bir şey."

 

Neden birisi ders çalıştırsın ki Theo'ya? İstese ben anlatırım. Çoğu dersi de iyi aslında... Sylvan yanlış anlamış olabilir miydi?

 

Arkamdan bir dağ trolü sesini duyurdu, "Yine kütüphaneye dönüyoruz yani?"

"Sen ne alaka?" diyecek oldu Sylvan yüzünü buruşturarak. 

"Ceza."

"Sanki bahane etmeye başlıyorsun artık?"

Kızıl trol kahkaha attı her desibelinden alay akarak, "Ben?" diye sorarken eliyle kendini işaret etti. "Sizin saçma sapan beş yaş grubu dramanız neden ilgimi çeksin?"

Omzuma yasladığı kolunu silkeleyerek homurdandım, "Ben de onu sorguluyorum ya!"

 

Sylvan'la göz göze gelmeye çalıştım. Nitekim başardım da.

Bakışlarımla koridoru işaret ettim, o yokmuş gibi davranalım, boş ver.

Kafasıyla yarım bir selam vererek onayladığını belirtti.

Fred'in mızmızlanmaları eşliğinde kütüphaneye yola koyulduk.

 

Hafta sonu olmasına rağmen canım çıkmıştı, yıldızlarıma tekrardan teşekkür etmek istiyorum. Sayenizde bir türlü dinlenemediğim için, duygusal denizlerde beni nerdeyse her hafta en az bir kez boğdunuz ve en önemlisi çığ gibi ödev yağdırdığınız için canı gönülden minnettarım sizlere.

 

Kütüphaneye vardığımızda Weasel-bee hala kuyruğumdaydı. Kabul etmem lazım raporu yazarken kolay olurdu gerçekten, 'Kıçımın dibinden ayrılmıyor ve sinir olmuş numarası yapıyor ama aslında beni sinir etmekten zevk alıyor' demek daha doyurucu gözüküyordu parşömende.

Yine de bu onu insani olmayan düşüncelerle bazı fiziksel sınırları zorlayan eylemlere sürükleme isteğimi bastıramıyordu.

 

Kapıdan Daltonlar gibi girerken Madam Pince uyarıcı bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Normalde çok iyi anlaştığım kütüphane görevlimizle bu dingil yüzünden arayı bozmuştum. Sanırım ceza sonrası yaşanan en acı şey de buydu.

 

Theo'nun genelde oturmayı tercih etti belli bir alan vardı, insanların gözünün önünde olmayan ama çok ücra bir yerde de olmayan küçük, şirin bir masa. Üçümüz de bu masayı kullanırdık, sandalyeler diğer masalardakinden daha rahattı, ışığın açısı çok güzeldi ve en önemlisi masaya isimlerimizin baş harflerini kazımıştık. Başımızı derde sokacak kadar büyük ya da göze çarpan bir yerde değildi ama nerede olduğunu bildiğimiz için alışkanlıktan olsa gerek elimiz oraya gidiyordu.

Başka bir yerde ders çalışacağını düşünmediğim için ayaklarımın beni her zamanki rotaya götürmesine izin verdim.

 

Sylvan omzuma yanaşarak fısıldadı,

"Bu albızlar alasıca dağ trolü bizi her yerde takip edecek mi? O da mı dinleyecek anlatacağını?"

 

Bir şekilde onu savuştururum diye hesap etmiştim ama nasıl başaracağımı da bilmiyorum. İnsan gibi sorsam özelimize saygı duyup gider miydi acaba? Bir ihtimal?

Yok ya, Voldemort'un götünden kanat çıkarak havalanma ihtimali bile daha yüksekti.

Yine de büyüklük bende kalsın.

 

"Weasley," diye seslendim. "Bizi biraz yalnız bırakır mısın?"

Dudağını yukarıya doğru büktü, pislik bir gülümseme sundu. "Rapora aroma katacak olayları kaçırmak istemem."

"Özel bir şey konuşacağız."

"Raporu Profesör Lupin'den başkasının göreceğini sanmıyorum."

Yanağımı ısırdım, "Sorun Lupin değil zaten, sensin."

Abartılı bir şekilde iki elini de kalbinin olması gereken yere bastırdı, yapay bir dehşetle bana baktı, "Bunu bana nasıl dersin!" diye fısıldayarak bağırdı. Madam Pince'ten son olaydan beri bir tık da olsa çekiniyordu. "Bana bana biricik Fred'ine!"

Sylvan kusma sesleri yaparak hızla önden gitmeye başladı, "Midem kaldırmayacak sanırım."

Ardından hüsranla baktım, beni lütfen bu dağ ayısıyla bırakma!

"Dünyada en son sen ve şu Karagöl'deki dev supya kalsa yine seni seçmem." diye belirttim baygın bakışlarımın ardından. "Gerçekten raporu önemsediğine inanmıyorum ayrıca."

Omuz silkti ve ellerini pantolonunun cebine gömdü, "Ben sanki bayılıyorum sana, cüce." Kafasını yana eğdi, "Lupin raporumu seninkinden daha çok beğenince ne kadar önemsediğimi görürsün ayrıca."

Cıkladım.

"Sizin şu spiker çocukla ya da ne bileyim ikizinle falan işin yok mu?" diye şakıdım fazlasıyla sevimli bir tonda. "Beki de Angelina." 

Bakışları bir an anlamlandıramadığım bir şekilde donuklaşsa da gözlerini devirmesiyle o tuhaflık ortadan yok oldu. 

"Neyse git hadi konuş, daha önemli işlerim var zaten."

Azat ettiğin için minnettarım.

"Görüşmemek üzere." dedim ardından kışkışlarcasına bir el hareketiyle.

Benzer bir şeyler mırıldandı ve rafların arasında yok oldu.

Seke seke sarışınımın yanına döndüm, koluna girdim, "Yok ettim onu!"

Olduğu yerde sıçradı, "Öldürmedin di mi??"

"Abartma canım, okuldan atılırsam babam beni gebertir."

"Bu sana daha çok takmış sanki," dedi bana dönerek. "O çocuğu sevmiyorum."

Kafamı anlık koluna yasladım "Eline koz geçti sevgili Sylvancığım. O da en verimli şekilde değerlendiriyor. Başka ne olsun?" 

"Bilmem, ondan her şey beklenir." Koluna kenetli kolumda el yordamıyla parmaklarımı buldu ve kendininkilerle kenetledi. "Başına bir iş açacağından endişeleniyorum. Çok da tekin biri değil ne de olsa."

"Yine de bir Slytherin değil, fazla ileri gidemez." dedim. "Beni düşündüğün için teşekkür ederim Syl, dünyanın en sevimli civcivisin sen!"

Kafasını kafama tokuşturdu gülerek, "En yakın arkadaşımı düşünmeyip de kimi düşüneceğim? O dağ trolünü mü?"

 

Kütüphanenin büyük olması hem güzeldi hem de bir azaptı çünkü masamıza anca gelmiştik. 

Sylvan'la çene çalmamız sağ olsun masadaki yabancı silüeti fark etmemiştik öteden. Sylvan ne zaman ağzını açsa benim de susasım gelmiyordu ve konuşmanın içinde kayboluyorduk.

 

Kaşlarım hafif çatıldı, Greengrass ne arıyordu burda?

Arkası dönük olan Theo bizi fark etmemişti, Greengrass'ın dediği bir şeye gülüyordu. Gerçi kız da bizi fark etmişe benzemiyordu. Elindeki tüy kalemle notlarından bir yeri işaretledi yüzünde boğazımı yakan sıcak bir gülümsemeyle.

 

Sylvan da en az benim kadar şaşkındı.

"Bizim masamızda ne işi var onun?" diye fısıldadı kulağıma. "Hiçbir zaman başkasını getirmeyeceğimizi söylememiş miydik? İyi madem, biz de kafamıza göre kullanalım."

 

Ne kadar çocukça duyulsa da dediğine birebir hak veriyordum. Burası bizim yerimizdi ve başkasını getirmezdik. Tabii, biz yokken isteyen oturabilirdi ama birimiz bile olsa başka biri orda oturamazdı. İlk senemizde oluşturduğumuz sözsüz bir kuraldı bu. 

Neden kuralı çıkaran o olduğu halde Theo bu kurala ihanet etmişti? 

 

Boğazımı seslice temizledim. İkisinin de gözü üstümdeydi.

Far görmüş tavşana dönmüştü Nott, Greengrass da onun kadar olmasa da şaşırmıştı, yine de yüzüne bugün sinir olmaya başladığım gülümsemelerinden birini yerleştirdi.

 

"Selam, oturmak ister misiniz? Nasılsınız?" diye sordu nezaketen.

 

Normal şartlar altında görgülü bulacağım bu hareket şu an bana küstah bir gövde gösterisi gibi geliyordu. O kendi masamıza mı davet etmişti bizi?

Belki de büyümeyecek bir çocuktum, Var Olmayan Diyar'a hapsolmuş kalmıştım, yine de içten içe rahatsız olsam da o masa bizimdi.

 

Sylvan cıvıldadı, "Harikayız!" Beni biraz daha kendine çekti kol yardımıyla. "Asıl siz nasılsınız, onu sormalı?"

Greengrass biraz alınmış gibiydi, "Yanlış bir şey mi yaptım?" diye sordu.

 

Theo kaşlarını çatarak bize sert bir bakış attı, ardından kıza döndü. İlk defa bana öyle bakmıştı. Daha önce çok kez azarlamış olsa da hiçbir zaman bu kadar sert bakmamıştı.

 

"Yanlış bir şey yapmadın Daphne," derken onu temin etti. "Sanırım bir sorun var, biz seninle sonra devam etsek olur mu?"

 

Kız put gibi Theo'nun arkasına dikilen bize baktıktan sonra kafasını salladı. Eşyalarını hızlıca derledi topladı ve kolunun altına sıkıştırdı. Theo'ya kuru bir veda ettikten sonra yanımızdan geçerken özellikle gözlerimin içine bakarak,

"Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum ama eğer yaptıysam da özür dilerim." dedi ve rüzgar gibi gelip geçti.

Daphne olduğunu öğrendiğim Greengrass kulak mesafesinden çıkana dek ses etmeyen Theo ayağa kalkarak hışımla bize döndü, "Bu neydi şimdi?" diye sordu şok olmuşça. "Çocuk gibiydiniz!"

Sylvan göz devirdi, " 'Masaya birini sakı getirmeyin' diyen de ebemdi, değil mi Theodore."

Burnundan güldü, "Cidden sorun bu muydu? On bir yaşındayken koyduğumuz saçma bir kural yüzünden mi kıza öldürecek gibi baktınız?"

Bakışları altında ezildiğimi hissettim, babası da ona böyle mi bakıyordu?

"Ona aşık falan mısın?" diye sordu Sylvan sakince. 

Theodore tuhaf tuhaf bir bana bir Sylvan'a baktı, "Hayır, ona karşı romantik bir his beslemiyorum." diye mırıldandı. "Sadece yaptığınız son derece kabaydı. Bana ders anlatması için yardım istediğim birine bu şekilde davranmanız hiç hoş değildi." 

"Sen mi ders aldın ondan?" dedim hayretle. "Derslerinin nerdeyse hepsi mükemmel, mükemmel olmayanlar bile ortalamanın üstünde. Sylvan ya da benden istemek yerine başkasına mı sordun?"

"Aritmansi anlatabilirsen zevkle dinlerim Chasity." 

 

Ah.

 

Bir süre sessizce durduk. Kızardığımı hissediyordum ve eminim Sylvan da benden farksızdı.

 

Sonra Theodore sessizliği bozdu, "Anlamadığım bir yer vardı, riske atmak istemedim. Aritmansi'de en iyi olan da Daphne olduğu için ondan rica etmiştim. Masa olayına gelirsek," dedi ve derin bir nefes aldı. "Masayla alakalı kuralı bilmiyor- Merlin, tabii ki bilmiyor, neden bilsin ki? En rahat yer olduğu için ben getirdim. Hala uymamız gerektiğini düşünmemiştim."

"Yine de bizim masamız..." diye mırıldandı Sylvan. 

"Artık çocuk değiliz," Eşyalarını toplamaya başladı. "Seneye beşinci sınıfa başlıyoruz, iki sene sonrası da mezuniyet. Bu masaya ismini kazıyan birinci sınıflar ve şu anki biz aynı kişiler değiliz."

İçten içe yine yazın Theo'nun yapmak zorunda kaldığı şeyleri suçlarken buldum kendimi. O yaz olmasaydı hala böyle konuşur muydu?

"İyi o zaman," Kendi sesimi duyana dek konuştuğumu fark etmemiştim. "Bundan sonra isteyen istediğini masaya getirsin. Saçma bir kural, boş versene."

Sylvan'ın bana inanamayarak bakan gözlerine döndüm. Yorgun bir bakış attım. Bir bakımdan haklıydı Theo, çocuk değildik, büyüyorduk ama hala on bir yaşında davranıyorduk.

Dediği gibi olsun madem.

 

"Neyse," dedim. "Gelme amacımız bu değildi. Size bir şey anlatmam lazım."

Deri çantasına eşyalarını tıkıştırırken kafasını kaldırdı, "Burda konuşabileceğimiz bir şey mi?"

Bir an düşündüm, "Bahçeden daha güvenli." diye kanaat getirdim. Ruh Emiciler dedikodu dinlemeyi sever mi bilmiyorum ama riske atmaya değmez.

Theo ciddi bir ifadeyle hizama eğildi, gözlerini gözlerime dikti ve alçak bir sesle sordu, "Fred Weasley'ye bir şey mi yaptın?"

 

Sylvan'la birbirimize döndük. Niye herkes Fred'i öldüreceğimi düşünüyor? Onun için neden Azkaban'a gideyim ki?

 

En sonunda dayanamayarak kahkaha attık.

"Hayır, ciddiyim. Ona göre avukat falan ayarlamam lazım-"

"Neyse ki hayatımı bir zebani için tehlikeye atacak kadar düşmedim, Theo." diyerek onu durdurdum. 

 

Etrafı kolaçan ettikten sonra asasız Muffliato yaptım. Harry'nin Expelliarmus'u benim de Muffliato'm...

 

"Hani Sirius Black birilerini öldürmüş falan filan diyorlardı ya-"

İkisi de yüzlerindeki neşeye dair bütün izleri sildi.

"Black'i buldum deme bana..." diyerek ofladı Theo.

 

Gözlerini kıstı ve Slytherin genlerini ortaya dökercesine tısladı, "Chasity, yemin ederim kanun kaçağına yardım etmekten Azkaban'ı boylarsak senin hücre arkadaşın olmayı garantiledikten sonra kafayı yemeni sağlayana dek her gündüz, her gece ve her öğlen susmak bilmeksizin Ice Ice Baby söyleyeceğim. Yavaş yavaş akli dengenin gözlerinden kaybolmasını izleyeceğim."

Yüzümü tiksintiyle buruşturdum, Ice Ice Baby gibi bir vahşeti Sirius için göze alacaktım demek? Harika, yeni kabus materyali!

 

"Tamam tamam, detaya inme lütfen daha fazla..." dedim onu susturmak için aceleyle. "Sirius'u buldum- AMA BİR SORUN! Ben mi buldum yoksa o mu beni buldu? Bir sorun, bu adam masum mu?"

"Sen bir Potter'sın, tabii ki bela seni buldu," derken omuz silkti Theo. "Dördüncü yılımız ve inan bunu biliyoruz artık."

"Yani, masum olsa da akli dengesi ne kadar düzgün olabilir ki Azkaban'da on iki yıllık tatil sonrası?" Sessizce onu izlememiz üzerine dudağını büktü, "Gerçi benim babam da çok sağlam değildi hani. Amaan! Battı balık yan gider, Regulus ve Barty'yle konuşmuşsun zaten, belli. Onlar da onay verdiyse sorun yok."

"Güvenlik kriterlerimizin Barty ve Regulus olması ne kadar doğru?" diye sordu Theo endişeyle. "Standartlarımız çok düşükmüş gibi hissediyorum nedense."

Anlamlı bir bakış atarak yanıtladım, "Ne zaman yüksekti ki Theo?"

"Orası da doğru.."

 

***

 

Sirius'un nerde kaldığına dair detaya inmeden bilgi verdikten sonra olaylar silsilesini de anlattım. Tabii kuaförlük potansiyelimi de eklemeyi unutmadım!

"Sirius'un halini görmeden bu konuda yorum yapmayacağım," demişti Theo.

Sylvan da Diagon Yolu'nda bir işletmenin striptizcilikten bir önceki yedek plan olabileceğini savunmuş, ardından ensesine Theo'nun attığı şaplağı yemişti.

Theo yine İtalyanca bir şeyler homurdanmış, ters ters bakmıştı sarışın Rosier'a. Kesin yedi sülalesine sövdü...

 

Akşam yemeği can sıkıcı ve gerici geçmişti, Daphne'nin tarafına bakmamaya özen göstermiştim. Özür dileyecek değildim tabii. O kadar da abartmaya gerek yok. 

Yine de Theo'yu yalnız yakalayıp olaylar üstüne düşüncemi dile getirecektim. Üçlü grubumuz gerginliği yeni atlatmışken Sylvan'ın yanında olayı ilerletmeye gerek yoktu. Ben gaza gelince Sylvan da geliyordu, keza o gaza gelince ben de gaza geliyordum. Aynı gidişatı tekrardan yaşamak istemiyordum, hayır.

 

Yemekte Theo da en az benim kadar sessizdi. Greengrass'la bir - iki muhabbeti dışında sesinin çıktığını duymamıştım. 

İştahı da pek yoktu, tabağına aldığı iki üç şeyi zar zor yedikten sonra kalkmıştı. Ben de pek farklı sayılmazdım ya, iki kaşık patates püresi ve ince bir dilim rosto haricinde ağzıma bir şey girmemişti. Theo'nun yemek zarfınca beni kaçamak bakışlarla izlediğini biliyordum, kendisi o anda çok da iyi bir rol model olmadığından olsa gerek gıkını çıkarmamıştı tabağıma.

 

O masadan ayrılırken ben de peşinden gölgesi gibi süzüldüm, sessizce ama kendimi gizlemeden.

 

Yaşayan portrelerin çevrelediği taş koridorlarda onu takip ettim, birkaç adım ardında olduğumun farkındaydı o da zaten. Zindanlara iniyorduk şimdi ve herkes yemekte olduğundan etrafta kimse yoktu. Kapıya ulaşamadan kolumu köprücük kemiği hizasında bastırarak onu bir duvara yapıştırdım.

Bunu beklemiyordu, gerçi ben de beklemiyordum. Anın siniriyle düşünmeden gelişen bir hareketti.

Şaşkınlık içinde yüzümü aradı loş ışıkta. Ağzını açmasına fırsat tanımadan konuşmaya başladım, yeterince konuşmamış mıydı zaten bugün?

 

"İstediğinle ders çalış, istersen onunla başka şekilde de ders çalışabilirsin Theodore," dedim sabit bir tonda, derin bir nefesin ardından tısladım, gözlerim de en az sözlerim kadar sertti. "Ama eğer bir daha benimle o şekilde konuşursan seni hayatında aldığın bütün kararlara pişman ederim."

Az önce diyeceği bir şey vardıysa da şu an kelimeleri bulmakta güçlük çekiyordu. Sessizce gözlerime bakmayı sürdürünce ben de kendimi durduramadım.

"Yazın ne yaşadın bilmiyorum ama sen sen gibi değilsin."

İncitmemeye özen göstererek kolumu üzerinden çekti, poker yüzünü bozmadan hareketleriyle bir o kadar ters bir donuklukla fısıldadı, "Büyüdüm. Yazın afaki bir olay yaşanmadı, sadece büyüdüm."

 

Kelime bulamama sırası bendeydi, Ortak Saon'a gitmesini izlerken ardından bakakaldım. Kafamda bin bir tilki dolaşıyordu, babası ne yapmıştı? Ya da aldığı eğitimler neydi? Ne olmuştu da bu hale gelmişti? Bahane mi üretiyordum yoksa cidden konuşmaktan kaçtığı şeyler var mıydı? Theo'nun her hareketine kılıf arıyor gibi hissediyordum.

Benden sakladıkları vardı, içten içe bunu bir süredir biliyorum ama ne olduğunu sormaya dilim varmıyor. Sylvan'ın da en az benim kadar habersiz olduğuna emindim bu gizlenenlerden. Öğrenebileceklerim gözümü korkutuyordu.

Söylememişti biliyorum ama o sözlerin devamında sanki bir "Keşke artık sen de büyüsen" yatıyor gibi gelmişti. Şimdilik sadece kendimi yatakhaneye zorla sürükleyip yatağımın yeşil örtüleri arasına sarmak istiyorum.

 

Chapter Text

 

 

 

 

Bir zamanlar ağaç dallarının en ucunda Yılbaşı süslemesi gibi sallanan, yaşamları bedenleriyle beraber kuruyan sarılı-kırmızılı yapraklar çoktan efendileri olan dallara vedalarını etmiş, yerleri kar gibi süslüyorlardı. Çam ağaçları dışında hiçbir ağacın üzerinde tek bir yaprak bile yoktu. Kuru bir soğuk rüzgarla birlikte zirvelerden eserek inmiş, eylül ayına dair izleri geçmişi  yok edermişçesine silmişti. Kasımın yaklaştığının habercisiydi bu havalar. Ekim ayında olmamıza rağmen Noel çanları yeterince dikkat kesilirseniz duyulabiliyordu.

 

Fred 'Dağ Trolü' Weasley'nin varlığına (maalesef) alışmaya başlıyordum. Theo'yla en son yaşananlardan beri aramızın limoni olduğunu söylemek az kalırdı, hayır asit değeri çok daha yüksekti, kezzap gibi demek daha iyi bir örnek olurdu. Sylvan'a olayı anlatmamış olsam da ortamın gerginliği gözle görülür ve elle tutulur olduğundan olsa gerek ne halt yediğimi anlamıştı. Yine de detayları dinlediğinde en az benim kadar şaşırmıştı. Theo'yu duvara yapıştırmak benim gibi tatlı bir kız için fazla vahşiceydi. İşlerimi indirekt olarak halletmeyi tercih eden biri olduğumdan olsa gerek yaptığım şeyi algılaması ve sindirmesi zaman almıştı. 

"Korksam mı gurur mu duysam bilemedim şimdi..." demekle yetinmişti afallamış bir ifadeyle gülerken.

Neden gurur duyduğunu sorduğumdaysa yüzünde 'ÇOK MASUMSUN' diye bağıran bir tebessümle ellerimi avuçları arasında kavramıştı.

"Theo'ya hayır diyecek insan azken kafa tutacak kişinin de ne kadar nadir olduğunu tahmin edebilirsin. Ayrıca insanlara kafa tutmakta pek iyi sayılmazken aniden en yüksek seviyeden bu yarışa girmen gözlerimi yaşarttı. Sende hala umut var."

Sylvan'ın her zamanki zevzekliği olarak yorumladıktan sonra ellerimi onunkilerden kurtarmış ve ona dil çıkarmıştım. 

Sössüz bir savaş ilan edilmişti Nott oğlanıyla aramda. Beraber zaman geçirdiğimiz oluyordu, üçlü arkadaş grubumuz hala ödevleri (çoğunlukla) beraber yapıyor, evcil Azkaban kaçağımızın yemek vb. ihtiyaçlarını temin etmeye beraber gidiyor, yemeklerde beraber oturmaya çalışıyorduk. Yine de aramızdaki soğuk savaş bitmek bilmiyor, aksine istemsizce vekalet savaşına dönüşmeye başlıyordu. Konuyla alakasız masum piyonlar bizim yüzümüzden heba oluyordu.

Ayrıca Daphne Greengrass'dan hala özür dilememiştim. Dilemeyecektim de.

Kıza soğuk davranmayarak yeterince belli ediyordum onunla bir derdim olmadığını. Özür dilemeye çalışsam da aciz duruma düşmeden ve kendimi rezil etmeden başarabileceğime emin değildim. O yüzden gerek yoktu.

Bütün yaşanan karmaşa arasında zorunlu olarak yapışık ikizim haline gelmiş Fred Weasley de doğal olarak en çok zaman geçirdiğim kişi haline geliyordu. Kendi hayatından fazla ödün verdiğini fark etmiş olacak artık yanımda sürüklenmek yerine beni yanında sürüklüyordu. İtiraf etmem gerekiyor ki şikayetçi değilim. Evet, çok absürt bir komedyadan fırlamış gibi görünen bu olay gerçekti. İlk defa Fred Weasley'nin yaptığı bir harekete muhalefet olmuyordum. Sebebi de Theo'yla olan soğuk savaşımızdan başka bir şey değildi.

Bir Slytherin'in korkulu rüyası olsa da Gryffindorlarla aynı ortamda bulunmaya da alışıyordum. Tabii, hala sevmediğim, tolere bile edemediğim ve belki de hiç edemeyeceğim kişiler vardı, varlıklarından da gram haz etmiyordum, ancak bazıları katlanılabilir sayılırdı. Hem en azından George vardı, Harry ve Ron'u da gördüğüm oluyordu.

Zamanımın geri kalanını Sirius'a ayırıyordum. Zaten pek de akli dengesi yerinde değilken çok yalnız kalması hayra alamet olmazdı.

Yine yeni düzenime uygun olarak Fred'in gölgesini takip ediyordum. Öğlen arasıydı ve ne olduğunu açıklamayı reddettiği bir şey üzerinde çalışıyordu, bir yandan Lee Jordan ve George da bize eşlik ediyordu.

"Oliver bu sene haşat edecek bizi." diye mırıldandı George, kollarını başını arkasında çaprazlayarak yastık yaptığı yerden.

Lee yerden yolduğu kurumuş otları suratına atarken Gryffindor kaptanını korumayı es geçmedi, "Tabii zorlar, adamın son senesi." 

Onlara kulak kabartırken bir yandan da Kehanet ödevimi tamamlamaya çalışıyordum.

Ben Kehanet kitabının sayfalarını kurcalarken Fred hazretleri sonunda konuşmaya katılmaya teşrif edebildi.

"Kupayı kazanamazsak Wood'un hepimizi diri diri gömdükten sonra depresyona girip kendini süpürgesiyle beraber Astronomi Kulesi'nden atacağına her türlü bahse girerim."

Lee vahşeti gözünün önünde canlandırmışçasına titredi, ardından yüzünde hınzır bir sırıtış yayıldı.

"Quidditch takımında olmamak için ne kadar güzel bir zaman!"

Tepkisine gülmeden edemedim.

"Sen gül gül, Oliver'la uğraşmak zorunda kalan sen olsaydın çoktan takımı bırakırdın." diye tersledi elindeki zamazingoyla uğraşmaya dönerken dağ trolü.

Keşke, diye geçirdim içimden. Oliver'ı süzmeye bolca zamanım olacaksa bütün zorluklara değerdi.

Yüzümdeki hülyalı tavrı fark etmeyecek kadar kalas olan insanların arasında oturmak bir açıdan iyiydi. 

George konu hazır Quidditch'e gelmişken atıldı,

"Sahi Chas," derken yattığı yerden çevik bir hareketle  zıplarcasına doğruldu. "Sen neden hala takıma girmedin?"

Omuz silktim, "Zaten programım çok dolu, Quidditch'i şu an ekleyebileceğimi sanmıyorum." dedim, yalan da sayılmazdı. Hem kaçak besliyor, büyütüyor, hem derslerime yetişiyor, hem Theo'yla başa çıkıyor, hem dağ trolü olan Weasley'yle uğraşıyor, hem özel derslerimi yürütüyor, bir de üstüne ablalık yapıyordum. Ah, bir de kedim Nyx'le ilgileniyordum! Hayat zor... "Ayrıca bina takımıma girebilir miyim, bilmiyorum." 

Bana Sylvan'ı anımsatan abartılı bir iç çekişle göz devirdi. 

"Saçmalama Chasity, o takımdaki tek gerçek yetenek olursun eğer Quidditch'e bir şans verirsen." Bir an durdu ve dudak büktü, "Düşmana yardım etmek ne kadar doğru bilmiyorum ama arkadaşın olarak kesinlikle Quidditch oynaman gerektiğini düşünüyorum."

Lee kızıla destek oldu, "Hem genlerinde var Quidditch oynamak," dedi beni işaret ederek. "Baban Slytherin arayıcısı değil miydi? Çok iyi bir örnek olmayacak ama . . ." Sesini alçalttı, "Amcan Sirius Black de Gryffindor vurucusuydu."

Sanki Sirius'un adı bir küfürmüşçesine yanımızda dolanan karga aniden viyaklayarak havalandı. Dramatik efektler için teşekkürler.

"Ailen ve genlerin bu kadar başarıyla doluyken kötü oynaman imkansız." diye ekledi George. "Dişli bir rakip görmeyi isterim açıkçası. Alınma ama kuzenin ve takımı berbat."

Ondan mı Quidditch Kupası'nı yıllardır kazanan bizdik? Harry olmadığı zamanlar çok da harika sayılmazdınız.

"Belki bir dahaki sene için seçmelere girebilirim, kim bilir." demekle yetindim. Bu konu bir süre aklımı kurcalayacak gibiydi. Belki de Barty'ye danışmak yardımcı olurdu. "Şimdi biriniz elini uzatabilir mi?"

İkili birbirine anlamsız bakışlar atınca göz devirdim, "Kehanet ödevi, hani el falı..."

Havada uçuşan 'he'ler sonucunda George elini uzattı, "İlk ben." dedi.

Lee elini ittirdi, "Yo, ilk ben. Bakalım ecelim var mıymış?"

George omuz attı, "Sıranı bekle Jordan."

İkisinin atışmalarını izlerken Theo ve Sylvan'ın ilk senedeki haline ne kadar benzediklerini fark etmeden edemedim. Theo'nun düşüncesiyle yüzüm buruştu. Sorunlarımı yok olana dek görmezden gelmeye devam edeceğim.

Kısa bir tartışma sonucunda Fred ikisinin de ensesine şaplağı yapıştırdıktan sonra elini uzattı.

"Madem bir anlaşmaya varamıyorsunuz, ilk benim."

Hareketiyle tuhaf bir bakış atsam da elini ellerim arasına aldım ve parmaklarımı avuç içindeki çizgiler üzerinde gezdirdim. Bir yandan el falını anlatan bölüm dizime yerleştirdiğim kitapta açıktı.

"Fred..." diye fısıldadı Lee çok da alçak olmayan bir tonda. "Bugün elini veren yarın-"

Lee'nin sözleri Fred'in bağırmasıyla kesilirken George ve ben dayanamayarak kahkahalar ardına kahkahalar atıyorduk. Fred'i ciddiye almayan Lee de bize eşlik ediyordu.

"Şimdi seni yakalarsam-!"

Lee hızla oturduğu yerden kalkarak arkama saklandı. Ben de o arada Fred'in elini yakalamış, oturmaya zorluyordum.

"Tamam dağ trolü," dedim otursun diye elinden tutarak aşağıya çekerken. "Güldük, eğlendik, abartma da şu ödevi yapayım. İki kişinin falına daha bakmam lazım."

Homurdana homurdana tekrar bağdaş kurdu.

"Çabuk ol." demeyi de ihmal etmedi.

Yanıt olarak sertçe elini çektim ve avuç içini tekrardan açtım.

Başparmağına doğru parmağımı yaklaştırdım, bileğine doğru inen çizgiyi okşarken aklım karışmıştı,

"Ne kadar tuhaf," diye mırıldandım. "Bugün ikinci kez oluyor."

"Ney?" diye sordu Fred umursamıyor gibi gözükmeye çalışsa da bariz bir şekilde merak ederek.

"Hayat çizgin çok kısa." dedim. "Ama tam kısa da değil gibi. Yarıya kadar geliyor, sonra büyük bir boşluğun ardından devam ediyor." 

"O kadar tehdit ettin çocuğu, galiba sonunda öldüreceksin." diye kıkırdadı Lee arkamdan.

Omzumdan ters ters baktıktan sonra kızıl trole geri döndüm.

"Tabii başka bir anlamı da olabilir, bilmiyorum. Derste çok basit anlattığı için emin değilim. Belki hayatının bir yerinden sonra tekrardan doğmuş gibi olacaksın, yeni bir bakış açısı falan kazanabilirsin. Çok da negatif bakmamak lazım."

"Zaten inanmıyorum, önemli değil." diye beni geçiştirdi. "Sen ödevin için bak neye bakacaksan. Hem Trelawney eminim ölüm alameti duyar duymaz sana övgüler yağdırır."

George güldü, "Zavallı Harry'nin ödünü koparmış."

Ecel konusunda aslında haklıydı kadın, sadece yorumunu yanlış yapmıştı. Ecel, Harry'nin kanına susamış, korkunç bir ölüm perisi değildi, siyah pofuduk tüyleri olan dev bir Alman Çoban Köpeği'ydi ve adı Sirius'tu.

"Çok gülme yoksa sana da Ecel veririm bak." diye alayla tehdit ettim.

Teslim olurcasına ellerini kaldırdı.

Dikkatimi Fred'e çevirdim, "Orta parmağının altından başlıyor kalp çizgin, aşk hayatında bencilsin."

"Harika iltifatların için teşekkür ederim."

"Ne demek."

"Dur burda hayat çizgisiyle ilgili bir şey daha diyor, eğriyse bol enerji anlamına geliyormuş. Seninki eğri, çok da şaşırtıcı değil."

"Hayat çizgisi kişiliği yansıtmıyor muydu?" diye sordu George. "Ben öyle biliyorum."

Omuz silktim, "Ben de öyle biliyordum ama Trelawney herhalde daha fazla drama istediği için yaşam süresine yordu."

Diğer ikilinin falını da bitirmemle öğlen arası da bitmişti. Kehanet ödevimi bitirebilmiş olmanın verdiği rahatlama muazzamdı. Sekiz kişinin çizgilerini tek bir günde yorumlamak çok yorucuydu. Tarot bak deseydi daha eğlenceli olurdu. Bir süredir okumalarımdan ayrılmayan iki karttan kurtulurdum hem belki; araba ve ay.

Ay, son zamanlarda yeterince peşimi bırakmama sebebini belli ederken Araba'yı da dağ trolünün çevresiyle sık geçirdiğim zamana yoruyordum. Altından başka bir şey çıkmayacağını umarak. En azından Araba ters değildi! İşin komik yanı, Ay ters olsa çok daha mutlu olurdum.

Bitkibilim için seraya ilerlerken Fred de bana eşlik etmişti. Sorgulamamıştım, aynı bahaneyi vereceğine emindim.

Kapıya kadar gelmiş, baş işaretiyle veda ederek ikizi ve arkadaşına yetişmek için kestirmeden şatoya adımlamıştı.

"Dağ trolü seni buraya kadar getirdi değil mi? Ben yanlış görmedim?" 

Sylvan'ın ardımda belirmesiyle sıçradım. Sessiz yaklaşmayı Theo'dan kapmıştı anlaşılan.

"Yok, yanlış görmedin." dedim seraya girerken. "Aynı bahane işte, biliyorsun. Beni sinir etmek için masraflardan kaçınmıyor."

"Ona ne şüphe."



***

 

 

Bir bakıma var olmayan sosyal hayatımın sarsılması derslerime asılmama yardımcı olmuştu. Gergin ortamdan kaçma isteği sayesinde kendime bahane ararken elimin altına ilk gelen ders çalışmak oluyordu. Snape de bu durumdan oldukça memnun görünüyordu. Dönemin başından beri ilk defa doğru dürüst kendimi derslere veriyordum, kafam beş karış havada değildi.

"Ay taşını iyice ez Chasity." diye uyardı oturduğu sandalyeden. "Toz haline gelmesi lazım. Gerekirse senin şu Weasley'yi falan düşün." Bir yandan okuduğu kitabın sayfasını çeviriyordu.

"İnanır mısın, uysallaşmaya başladı." dedim havandaki zavallı ay taşının küçülen parçalarına abanırken. 

Dudağını şaşkınca bükerken kitabını masasının üstüne yerleştirdi,

"Fred Weasley uysallaştı demek, ha?" Kollarını siyah pelerini altında çaprazladı, "Lupin'in cezasının bir işe yaramasına sevindim. Boşu boşuna ders zamanından çalmıyor o zaman?"

Havandaki toz haline getirdiğim taşa göz attım, un gibi olmuştu sanırım. Havanı ona doğru uzattım bakması için. Masasından yanıma adımlarken yanıtladım,

"Yani... Hala gereksiz bir yaptırım olduğunu düşünüyorum." diye itiraf ettim. "Sorun çıkaran Weasley, yıllardır bana bulaşan Weasley ama arada kaynayan hep benim."

Senelerdir dağ trolünden çektiklerimi düşününce tekrar negatif duygularımın arttığını hissettim. Şu ana dek hissetmemem tuhaftı zaten.

Topakların olup olmadığını ezerek kontrol ettikten sonra havanı geri uzattı,

"Biraz daha ez, tam ufalanmayan parçalar kalmış." Masasına dönmek yerine yanımdaki sıraya oturdu. "Seninle bu konuları konuşmayı tercih etmiyorum ama aynı şey babandan dolayı benim de başıma geldi. Çok kez."

Söylediği gibi ezmeye devam ediyordum, "İkinizin düşmanlık seviyesine yetişebileceğimizi sanmıyorum açıkçası, o çok ayrı bir boyut." dedim ve konuyu değiştirdim, "Kütüphaneciyle aramın Weasley yüzünden bozulması çok sinir bozucu." 

"Onun yaptığı beyinsizlikten sana neden tepki gösteriyor ki?" diye soludu. "Bir dahaki derse Weasley'nin üzerine gideceğim."

Sözleriyle kahkaha attım, "Teşekkür ederim Severus ama haksız yere derste azarlanmasına lanet olasıca adalet duygum izin vermez."

Her zaman hüzünlü duran yüzünde minik bir gülümseme oluştu, "Kim demiş haksız yere diye? Yeteneği birazcık olabilir ama derste susmayı öğrenmedikçe isterse en güçlü iksir ustasına dönüşsün, yine burnunu sürterim."

Ders işleyişine karışma hakkım olmadığını bildiğimden sessizce topakları giderdim. Ardından un gibi olduğunu ona da gösterdim.

"Güzel," dedi ve kazanın içindeki sıvıyı 

karıştırdı kıvamını görmek için. "Ay taşı tozunu ekleyebilirsin, kaşık kaşık dökmeyi unutma. İyice karışması lazım."

"Saat yönünün tersiydi değil mi?" diye sordum emin olmak için. Kafasını sallamasıyla denilen yönde karıştırmaya devam ettim. Arada bir kepçeyi kaldırıp çözünüp çözünmediğini kontrol ediyordum doğal taştan geriye kalan unumsu tozun.

"Kendini bu şekilde derslerine vermeye devam edersen sene sonuna dek FYBS konularını yarılarız. O almanı sağlayacağım, iksire yatkınlığın var zaten. İşimiz çok zor olmayacak." Yılan dillerini doğramamı işaret etti. "Meslek konusunda bir gelişim var mı?"

Alt dudağımı sarkıttım, "Birkaç bir şey vardı aklımda, hala eleyemedim çoğunu. Bir ara şifacılık aklıma girdi."

Onaylarcasına mırıldandı, "Biçim Değiştirme, İksirler, Tılsımlar, Bitkibilim ve Karanlık Sanatlara Karşı Savunma'dan en az E alman lazım onun için. Halledersin." dedi. "Zaten senin bu kadar başarıyla E'nin altında alabileceğini sanmıyorum."

Ofladım yılan dillerini doğramayı bitirdiğimde, "Sorun da o ya zaten," diye homurdanırken kesme tahtasının üstündeki ortadan ikiye ayrılan dilleri topladım, kazanın içine attım. "Her şey olabilme imkanım var. İstersem seherbaz da olabilirim, şifacı da profesör de... Magizoolog olabilecek kadar sihirli yaratıklarla tanışıklığım bile var! Bu kadar seçeneğin arasından ne olmak istediğimi nasıl kararlaştıracağım ki?"

"Kaynara çıkarman lazım, ocağı kısıktan al."

Dediğini yaptım, iksir olma yolundaki bileşenler ısının artışıyla hızla baloncuklar oluşturmaya başlamıştı bile.

"Bizim dönemimizde savaş vardı," diye söze başladı. "Kim hayatta kalacak kim ölecek emin değildik. O yüzden herkes günü gününe yaşadı. Erken evlilikler de bu günü gününe yaşama örneklerinden mesela. Ben iksire yatkın olduğumu biliyordum, seviyordum da. Bu yüzden savaş kızışana dek bir iksir ustasıyla çalıştım. İşin püf noktalarını öğrendim vs vs, kafamda kendi dükkanımı açıp iş yapmak vardı ama gördüğün üzere profesör oldum. Profesör olduğumda iksir yapmayı bir grup velede anlatamayacağımı da biliyordum, fazla kişisel aldığım bir bilimi daha annelerinden ayrıldığı için her gece zırlayan fetüslere nasıl anlatabilirdim ki? İksir konusunda fazla mükemmeliyetçiyim, evet sana karşı tahammülüm çok yüksek, Draco'ya da tahammülüm var diyebiliriz ama ikinizi de bebekliğinizden beri bildiğim için bu. O yüzden KSKS'yi istedim ama Dumbledore İksir'e daha uygun olduğumu söyleyerek başından savdı beni." Derin bir nefes aldı, "Anlayacağın hayatın ne getireceği belli olmuyor, evcil rakunun bunun en büyük örneği. 12 FYBS verdi de ne oldu? Anlayabiliyor musun? Her duruma uyum sağlayabilmen lazım. Bundan dolayı en yüksek notları alıp zamanı gelince hislerine güvenerek, en mantıklı olanı seçmelisin. Bu sınavların gerçek hayata atıldıktan sonra zerre faydası olmayacak sana açık konuşmak gerekirse."

Severus'la konuşurken bir şekilde bu tarz konulara giriyorduk, geçmişini perdeleyerek içini döküyordu. Fazla dostu olmadığı için suçlayabileceğimi sanmıyorum.

Gözlerimi kırpıştırdım, "Ne yani Barty gibi animagus da mı olayım?"

Siyah gözleriyle baygın baygın süzdü yüzümü, "İstersen savaş suçu da işle?"

"Onun yerine ben tüyleri atayım kazana, daha iyi bir seçenek bence."

"Bence de." Eliyle durmamı işaret etti. "Çok hızlı davranman lazım az sonra, tamamen kaynara çıktığında ocaktan alıp Sopophorous fasulyelerini hızlıca gümüş bıçağının yüzüyle ezmen ve iksire eklemen lazım. Son adım bu, ardından soğumaya bırakacağız. O soğuduktan sonra ben şişelerim, hatırlayacağın üzere dolunaya kadar karanlıkta bekleyecek, dolunayda da ay ışığında bekleyecek. Dolunay kısmını sana bırakacağım."

 

***

 

"Ne çalışıyoruz?"

"Aritmansi." diye tısladım.

"Sen Aritmansi alıyor muydun ki?"

 

Merlin'in otobiyografisi kadar uzun olan kitabın kapağını sertçe açtım. "Sence," diye başladım bıkmış bir biçimde. "Keyfî Aritmansi çalışacak birine benziyor muyum?"

"Tabii ki hayır, o kadar sayısal kafan yok, paralel evrenlerde bile imkansız bu dediğin." 

Kafasına kitabı indirsem hamamböceği gibi ezilir kalırdı.

"Sen çok iyisin galiba?"

Boğazını temizledi ve çenesini öne çıkardı, "Aslına bakarsan," Dramatik bir edayla kafasını hafifçe yana yatırdı, gösteri dünyasına adım atsa çok para kazanacağına eminim. "Fazlasıyla iyiyim. Sadece derslerle aramda romantik bir ilişki olmadığı için Hermione Granger'ın aksine iyi olduğum dersler bilinmiyor."

Kızın ismiyle son zamanlarda tik haline gelen göz devirme isteğim depreşmişti. Dağ trolünün yakınında fazla bulunmak bu gidişle beni felç bırakacaktı.

"İyi o zaman bana Aritmansi anlat."

Düşünür gibi yaptı abartılı hareketlerle, "Karşılığında ne istesem ki acaba?"

Şeytanla anlaşma yaparken ateşle mi oynuyordum? Evet. Hoşuma gidiyor muydu? Biraz. Aritmansi öğrenmem gerekiyor muydu? Kesinlikle.

"Saçma salak bir şey olmadığı sürece ne seçersen seç." Kelimeler ağzımdan çıktığı gibi pişman olmuştum. Kim bilir ne hinlikler geçiyordu aklından.

Elini konuyu geçiştirmek istermişçesine savuşturdu.

"Aman, buluruz sonra bir şeyler illa. Hadi gel bakalım Profesör Weasley sana özel ders versin." 

Kaşlarını indirip kaldırmasıyla kusarmış gibi yaptım.

"Soyadını lütfen böyle sözlerle kirletme," diye uyardım. "Ataların eminim ki mezarlarında takla atıyorlar şu an. Özellikle eski müdire Matilda Weasley..."

"Ha, neydi? Büyük - büyük - büyükbabamın teyzesi? Halam yüz kez bahsetmiştir herhalde. Pek ona çektiğim söylenemez gördüğün üzere."

"Orası aşikar."

Kızıl kaşlarını çattı, "Ders istiyor musun, istemiyor musun Black?"

"Oh, haşmetli yüce dağ trolü, lütfen bana kutsal sayılardan bahset."

"Tabii, sevgili küçük, sümsüklü Garkenez."

İtiraz eden bir homurtuyla bu isimden hoşlanmadığımı belirttim. Garkenez nasıl bir benzetmeydi öyle? Banshee ya da cadaloz dese bile daha az alınırdım.

"Garkenez ne ya, hiç garkeneze benzer yanım var mı benim?"

"Ben dağ trolüne benziyor muyum sanki?"

"Evet."

"Hiç dağ trolü gördün mü?"

Dudağımı büktüm, "Hayır." Senin dışında görmedim, en azından. Kafamla onu işaret ederek sordum, "Peki sen hiç garkenez gördün mü?"

"Eh, hayır. İki sene önce işledik ama Lockhart sahtekarın teki olduğu için pek de bir şey öğrendiğimiz söylenemez."

"Heh, ezik. Lupin bize gösterdi. Sanırım müfredat değişti Lockhart sayesinde, Harry'ler de bu sene görüyor." 

 

İtiraf etmem gerekirse Fred Weasley ile Aritmansi çalışmak beklediğim kadar kötü geçmedi. Hatta kabullenmesi zor olsa da Profesör Vector'dan daha iyi anlatmıştı. Belki de durumum o kadar vasat değildi... Dersi dinlemeye başlarsam bir ihtimal düzgün bir not alabilirdim.

Dağ trolüne olan nefretimin daha dingin bir hoşlanmamaya döndüğünü hissedebiliyordum. Çevresinde çok vakit geçirmek zorunda kalıyordum ve kesinlikle Stockholm sendromuna dönüyordu. Başka mantıklı bir açıklaması yoktu.

Yine de Lee Jordan, George ve dağ trolünden oluşan bu değişik grupla vakit geçirmek eğlenceliydi. Benim gibi loş, rutubetli mağaraları tercih eden bir yılan bile arada bir gün ışığının altında pullarını ısıtmayı tercih edebiliyordu.

Fred'in de bana daha iltimaslı davrandığını fark etmiştim. Eskiden saç baş kavga ettiğim kişinin şu an bana yer tutuyor ve Aritmansi çalıştırıyor olması bir hayli komikti.

Fakat Sylvan bu durumla benim kadar barışık değildi, sık sık kızıl dağ trolüne güvenmemem gerektiğini ve gözümü dört açmamı tembihliyordu. Theodore'la konuşmamı en aza indirmiş olsam bile onun da bakışları ve bazı imalarından sarışınla aynı hisleri paylaştığını biliyordum.

Yine Weasleyler ve Lee Jordan'la geçirdiğim bir günün ardından yemekte kendi binamın yolunu bulabilmiştim sonunda. Alışkanlık edindiğim gibi Theo'nun soluna oturmuş, sessizce tabağımı dolduruyordum.

Draco da durumdan hoşnut olmayan kişiler listesindeydi. Son zamanlarda sıkça yaptığı gibi burun kıvırarak, "Yine mi Weasel-bee ikizleriyleydin?" diye sordu.

Tabağıma aldığım bezelyeleri çatalımla ezerek ters bir şey söylememin önüne geçmeye çalıştım. Yüz kez açıklasam (ki galiba yüzü geçmişti açıklamalarım) yine aynı tepkiyi verecek, tekrar tekrar aynı cümleleri sıralayacaktı.

"Evet, Draco." derken Pansy'ye durumdan ne kadar bıkkın olduğumu ifade eden bir bakış attım. "Aldığım cezadan dolayı yanından ayrılamıyorum."

Daha önce çok kez yapmış olduğu gibi bu cezanın ne kadar haksız yere verildiğini, eşit olmayan kişilere eşit davranılmaması gerektiğini ve Snape'in Lupin'e karşı çıkmayarak ne kadar büyük bir hata yaptığını homurdanmaya başladı. Nutuk çekmesi bitene dek ağzımı açmaya yeltenmedim bile, konuyu uzatmaktan başka bir işe yaramayacaktı bu.

Adını artık ezberlemiş olduğum Daphne Greengrass Draco'nun haklı olduğunu söyleyerek onu geçiştirdikten sonra tepki beklercesine bana baktı. Onu tatmin etme duygusundan mahrum bırakarak görmezden geldim ve Draco'nun dırdırına kurban giden zavallı bezelyelerimden arta kalanı çatalıma doldurmaya başladım.

 

"Quidditch sezonu ne zaman başlayacak?" diye sordu bu sefer de Theo'ya bakarak. Onu takmamam özgüveninden pek de bir şey eksiltmemişti anlaşılan.

 

Theo nefesinin altından mırıldanarak yanıtladı ama bu yanıt kıza yetişmeyecekti, "Çıkmaz ayın son çarşambası..."

Gülmemek için elimle ağzımı ve burnumu kapattım, bezelyeleri fışkırtmaktan korkuyordum. 

Korumak için kıçını yırttığı Greengrass'tan sıkılmıştı demek, ah ne üzücü!

 

Anlamadığını belirterek Japon balığını anımsatan bir ifadeyle "Efendim?" diyebildi benim kriz geçirmemi görmediğinden samimi bir merakla.

 

"Cadılar Bayramı'ndan sonra başlıyor." dedi ve bıkkın bir ifadeyle bana baktı. "Chasity, iyi misin? Genzine kaçtı galiba yemeğin."

 

Bardağımdaki balkabağı suyunu kafama dikmeden onu onayladığımı belirtmeye çalıştım sözsüz olarak. Ağzımı açsam tekrar gülmeye başlayacaktım ve tam karşımda oturan Daphne bundan nasibini alacaktı. Hoş bir görüntü olacağını sanmıyorum.

Sonunda yutkunabildiğimde iyi olduğumu, çok hızlı yediğime dair bir şeyler geveledim.

İştahımdan geriye pek bir şey kaldığını söyleyemem, belki de yemekte Weasleylerin teklifini kabul ederek Gryffindor masasına gitmiş olsaydım Angelina Johnson ve Hermione Granger'ın bakışları kendi masamın rahatımı bozduğu kadar bozmayacaktı. Yarın aynı teklifte bulunurlarsa kabul edecektim. Draco'nun yaşlı kadınlarla aşık atabilen çenesi, Theo'nun gerici varlığı ve Daphne Greengrass'ın saçma gözüme girme çabaları yerlerde sürünen hayat kalitemi mümkünse ezip geçiyordu. 

Sylvan'ın yanına sıvışmak da başka bir tercihti tabii. Yine de Ravenclaw masasının tuhaf bir enerjisi vardı, kendi aralarında her türlü dedikoduyu yapar, herkesin arkasından saydırırlar, dışardan birisi gelince kitaplarından başka bir şey düşünmez gibi yaparlardı. Aklı yerinde herkes açıkça olayların farkında olsa da onlar bunu görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Masaya her gidişimde oturduğum gibi sessizlik çöker, herkes davetsiz misafir olan bana dik dik bakar, gidişim için zaman kollarken Sylvan onları umursamadan benimle muhabbet ederdi. Gryffindorlar yapıları gereği tam tersiydi bu yönden, zaten alçak sesle konuşmayı asla başaramadıklarından her kelimeleri salonda yankılanırdı, Ravenclawların aksine durumu kabullenir ve tekrar doğaları gereği düşüncelerinin ardında durarak yiğitlik gösterirlerdi. Yemekte ayrı bir samimiyet oluşurdu, senden nefret etseler bile sofraya ve kendi sofra adaplarına duydukları sevgiden bir iki kez ters ters baksalar da Ravenclaw masası kadar gerici bir ortam yaratmazlardı.

Ancak konu en iyi ağırlanma ise Hufflepuff'ın eline kimse su dökemezdi. Tanımadığın bir masa dolusu insanla sadece oturduktan birkaç dakika sonra kırk yıllık dost gibi olurdun. Yüzlerinde gülümseme eksik olmaz, bir şekilde varlığını fark etmediğin sorunlarına çözümler bulunurdu. Yeni hobi önerilerinde bulunan olurdu, konuşacak konular asla bitmezdi. Gryffindor'un ev hissi verdiğinin söylendiğini duymuştum ama bence asıl ev hissini Hufflepuff veriyordu. 

 

Yok olan iştahımla oturduğum yerden fırladım, Sirius'a yemek götürmeyeli birkaç gün olmuştu ve gidip kuş falan avlamasını istemiyordum. Cadılar Bayramı'na birkaç gün vardı- ki Hogsmeade gezisi de o zamandı- ve ben Cedric'le kasabaya inip kaliteli zaman geçirene dek daha fazla drama kaldıracak bir halde olduğumu sanmıyordum. Akli dengemin iplikleri saçak saçak dökülürken ellerimle toplamaya çalışıyordum ama Theodore adındaki sökük bir kez açılmıştı.

Sylvan ve beni gözetlemek altıncı hissi olduğundan olsa gerek anında bileğimden yakaladı, "Nereye?" diye sordu.

Aramızın kötü olması onun bir anne ördek gibi üstüme titremeyi keseceği anlamına gelmiyordu. 

Bileğimi yavaşça elinden kurtarırken aklının nerde olduğunu sorgulamadan edemedim, gerçi ben de bunu sorgulayabilecek son kişiydim keza benzer durumdaydık.

 

Anlamlı bir bakış atarken algılarının açılmasını umut ederken buldum kendimi, "Doydum Theodore, yasak başlamadan Pofuduk'a yemek götüreceğim."

 

Bugün yeterince salça olduğunu düşünmeyen Greengrass atıldı, "Pofuduk mu? O da ne?"

 

"Ecel." Yüzünde oluşan dehşetle karışık bariz soru işaretine göz devirdim, "Siyah, pofuduk bir köpek. Bahçede aylak aylak geziyor genelde."

 

"Hagrid'in değil mi, o neden ilgilenmiyor?"

 

"O, Fang." Seni gerizekalı, diye eklemek istedim. Merlin, cidden Daphne'ye karşı çok uyuz davranmaya başlıyordum, neden bu kadar gözüme batmaya başlamıştı ki? Kızın daha fazla çene çalmasını önlemek için Theodore'a gelip gelmeyeceğini sordum. Sonra geleceğini söylemesiyle zengin kalkışımı gerçekleştirdim. 

Sylvan da şansıma aynı sırada kalkmış, kapıya ilerliyordu. Sylvan'ın varlığı için her sabah şükretsem yine yetmezdi, Sylvan olmasa ya St. Mungo'da bir odada akli dengesizliğimden kapatılmış olurdum ya da evden eğitime geçerdim herhalde. O yüzden Evan Rosier, seni mükemmel adam! İyi ki o gece kör kütük sarhoş olup rezil rüsva haline rağmen Sylvan'ın harikulade annesini etkilemeyi başarmışsın.

 

"Pofuduk?" diye sordu yolumuz kesişince.

 

Onu onayladım, "Pofuduk." 

 

Başka tek bir kelime etmeden mutfağın yolunda adımladık. Nitekim mutfağa girip Sirius için yemek toplamaya başlayana dek ağzımızı bıçak açmadı.

"Yüzün sirke satıyordu yemekte." Ses tonu sormaktan öte söyler gibiydi. 

Sirius'un sevdiğini öğrendiğim Butterscotch turtasından iki dilim alıp piknik sepetine dönen, artık yanımdan bir saniyeliğine bile ayıramadığım çantama atıverdim.

"O kadar kötü mü gözüküyordum cidden?" diye sordum yüzümü buruşturarak. 

"Şu günlerde Slytherin masasında ya da Theo'nun yanında olduğun zamandansa dağ trolüyle bile daha keyfin yerinde desem yeridir." derken mimikleriyle abartılı bir ifade oluşturarak durumun abesliğini belirtti. 

"Greengrass sanki o günü unutturmak istercesine gözüme girmek için kırk takla atıyor- ki yaptıkları ona gıcık kapmama neden olmaya başlıyor git gide, Draco cezam dışında bir şey konuşmuyor, her lanet olasıca yemek saatinde aynı cümleleri sıraladığını duymak kadar sinir bozucu tek şey Greengrass'ın yalakalığı herhalde. Pansy ve Blaise olmasa yemeğe inmekten vazgeçeeceğim, o derece!"

Yaşadığım ızdırabı anlatarak ne kadar haklı olduğumu belli etmeye çalıştım. Sonuçta her Slytherin masasına oturuşumda yüzüm keyfimden limon yemişe dönmüyordu.

Theo konusuna değinmedi bile, şu birkaç haftada yeterince konuşmuştuk onu. Ne Sylvan ne de ben aynı olayı irdeleye irdeleye bir daha bakmak istemiyorduk.

"Yanıma neden gelmiyorsun ki? Çok rahatsız olursan Ravenclaw'da her zaman sana yer var, bunu biliyorsun."

Sylvan'ın yanında kesinlikle yer vardı ancak Ravenclaw'da yer olduğunu sanmıyordum.

"Kimse beni masada istemiyor, gidene dek gözümün içine bakıyorlar resmen!" diye itiraz ettim.

"Onları boş ver sen, ben varken kimse bir şey diyemez sana. İstedikleri kadar aval aval baksın ucubeler." 

Bina arkadaşlarına sarf ettiği kaba tabirle gülmemek için kendimi tutmam gerekti, "Sylvan!" diye haykırdım. "Bina arkadaşların onlar... Çoğuyla da yakın ilişkin var."

Umursamazca omuz silkti, "Salak ve kibirli oldukları gerçeğini değiştirmez."

Bu konuda tartışmayacaktım işte. 

Mutfakta laklak ederek Sirius'a bünyesine sığdırmakta güçlük çekeceği kadar yiyecek doldurduk. Theodore önden yollamasına rağmen hala mutfağa gelmemişti. Açıkçası neden gelmek istediğini de bilmiyordum; yiyecek götürmeye bir kişi yetiyordu, hadi önlem için bir kişi daha olsa yine sorun çözümleniyordu, aramız zaten limoniydi ve muhabbet edecek bir havada değildik hiçbirimiz. Geç kalarak zaman kaybettirmesi de cabasıydı. 

"Yürü," diyerek kızgın bir şekilde kazağının yeninden çekiştirdim, "Prens hazretlerini bekleyemeyeceğim daha fazla."

"Yine geç kaldı..." diye homurdansa da itiraz etmeyerek dediğimi yaptı. 

 

Sirius'un yanına varana dek akla karayı seçmiştik her zamanki gibi, etrafta fink atan Ruh Emicilere eninde sonunda bir gün yakalanacaktık ve her o günü atlatışımızda içimde rahatlamanın aksine kaçınılmaz sonun yaklaşacağına dair iğrenç bir his uyanıyordu. Keşke doğrudan Bağıran Baraka'ya ya da en azından ona yakın bir yere açılan bir geçit olsaydı. Yasak Orman'a açılandan çok daha yararlı olurdu.

Sirius uslu uslu bizi bekliyordu desem çok doğru olmazdı. Zaten sıyırdığı kafasından artanları da getirdiğim peynir ekmekle yemesini önlemek için bazı uğraşlar bulmuştuk ona. Örgü örmek de bunlardan biriydi. Azılı katil(!) Sirius Black'i elinde bir çift şiş, kucağında birbirine dolanıp durduğu için sinir krizlerine girdiği yumuşacık bir top yünle görse bakanlığın yakalama kararından anında vazgeçeceğine emindim.

Bağıran Baraka'ya yerleşmesinden bu yana köhne bina epey bir elden geçmişti. Sirius'a kalsa ellemezdi, hayatta tanıdığım en üşengeç insanlardan birisi, ancak Sylvan'la bu halde bir ortamda barınırsa ona musallat olacak illetlerin pireden daha kötü şeyler olacağı konusunda ısrar etmiş, Biçim Değiştirme dersinden öğrendiğimiz bazı basit ev büyüleri sayesinde daha hijyenik ve eve benzeyen bir yer oluşturmayı başarmıştık.

O karnını doyururken biz de etrafta ufak tefek düzenlemeler yapmaya kaldığımız yerden devam ettik. Sylvan arada bir işini bırakıp yüzüme nedensiz yere bakıyor, sonra tekrar işine dönüyordu. Aklına yine bir şey takılmıştı. Kendiliğinden söylemesini istediğim için artık meraktan dayanamayana dek sormadım. 

"Söyle hadi," dedim iki elimi belime yerleştirerek. "Ne var aklında?"

 Asasını çoktan üstünden atıp kurtulduğu cübbesinin üzerine koydu. Sirius hala bizden çok yemeğiyle ilgili görünüyordu.

"Weasley'yle aranda bir şey mi var senin?"

Ağzından çıkan sözlerle ağzım mümkünse beş karış açılmıştı. "Ne alaka?" diyebildim en fazla. Çenemin daha fazla açık kalırsa yere düşeceğinden korkarak ağzımı kapattım. Ağzımdan itiraz sözcükleri çıksa da beynim hala alakayı algılayamıyordu.

"Bilmem, sanki Theo'dan bir tepki almak istercesine hareket ediyorsun bu aralar."

"Neden Theo'dan bir tepki çıkarmak isteyeyim ki? Theodore şu an en son tepkisini çekmek istediğim kişi." 

"Onu kastetmemiştim ama neyse..." Nefesinin altından tısladı, "İkiniz yüzünden beyin hücrelerimden olacağım."

Sanki Theodore'la arası kötü olan tek benim(!)

 

"Ne o? Cennette sorun mu var?" Yemeğine odaklandığını varsaydığımız Sirius'un varlığını konuşmanın hararetiyle unutmuştuk. Sesini duyduğumda neredeyse yerimden sıçrayacaktım. İnsanlara gizlice yaklaşan kişi olmayı tercih ederim...

 

"Cenneti bilmem ama bizim grupta kesinlikle var." diye yanıtladı Sylvan, kaşlarını çattı. "Bir Rosier, bir Nott ve bir Potter'ın oluşturduğu grup da kulağa hiç de cennet gibi gelmiyor açıkçası."

 

"Cehennem daha uygun sanki." diye mırıldandım.

 

"Çapulcu sürüsü de olabilirdi." derken sanki sırf kendisinin anladığı bir şaka yapmışçasına güldü. Yalnız kalmak bu adamı iyice delirtiyordu cidden. Yakında kendi kendine konuşmaya da başlar bu.

Anlamadığımızı belirten bakışlarımızı görmezden gelerek 'hadi' dercesine bir el hareketinde bulundu. "Anlatın bakalım. Nott gelene dek belli bir zamanımız var hala."

Zaten son zamanlarda ortamın ip gibi gergin olduğunun farkında olan bu adamcağıza olayı anlatırken mimikleri gıdım oynamadı. Yüzünde adeta "İşte, biliyordum!" diyen bilmiş bir ifade hakimdi.

"Ne o kıskandın mı?" diye alay etti benimle.

Beklediğim tepki her ne kadar bu olmasa da Sirius'un ağzından çıkanlara şaşırmadım. Ne de olsa Sirius'tu bu...

"Neyini kıskanayım Daphne Greengrass'ın? Yalakanın teki."

"Greengrass'tan bahsetmiyorum, tatlım." Alnıma fiske attı. "Theo'yu kıskanmışsın, besbelli!"

İtiraz etmeme imkan vermeden devam etti.

"Ergenliğe girdiniz artık. Theo da her yaşıtı oğlanın yapacağı gibi bir kıza ilgi beslemiş. Tabii sen iki oğlanın da yanında olmasına alışıksın, doğal olarak alanın işgal edilmiş gibi hissettin. Kıskandın."

Yüzümü buruşturdum, "Hayır, yok öyle bir şey."

Kontrolcü bir psikopat olduğumu düşünmüyordu umarım. Değer versem de ne Sylvan'ın ne de Theo'nun mutluluğuna mani olmak istemem.

"Aslında-"

Sirius eliyle Sylvan'a susmasını işaret etti.

"Tam olarak anladığın gibi Sylvan ama şu an onun için çok erken."

Karşımdaki ikiliye göz devirdim, kim bilir neyin peşindeler yine. Ciddiye almasam daha iyi.

Şansımıza (ya da benim şansıma) bahsi geçen nemrut suratlı şahsiyet de teşrif edebilmişti sonunda.

Yüzünde zorlama bir neşe vardı, belki de fesatlığımdan ben zorlama buluyordum. "Neler kaçırdım?" diye sordu Sirius'a dostça bir selam vererek.

Sylvan'la gözlerimiz telepatik bir işaret almışçasına buluştu, aynı şeyi düşünüp düşünmediğimize emin değilim ama Theo'yla yaşananlar bana ölçülemeyen bir acı çektiriyordu.

Yine de şu gururum yok mu? Atmaya can attığım bütün adımlarımı yutuyordu.

 

 

***

 

Theo teşrif ettiğinde zaten fazlasıyla vakit geçirmiştik. Varışının ardından çok durmadık, yasaklı saati geçirme korkusu bizi şatoya geri sürükledi. Neyse ki en azından gün içinde şansımız bir kez daha yaver gitmişti, yasağa hala kırk dakika vardı. Benim Ortak Salon'a geçmeden önceki son durağım kütüphane olacaktı, Sylvan nereye kaybolacaktı hiçbir fikrim yok. Theo'nun da yeni arkadaşını yalnız bırakmayacağını düşünüyorum.

Nitekim Sylvan nereye gideceğini söylemedi, yanağıma küçük bir buse kondurduktan sonra sevimli bir iyi geceler ardından ortadan yok oldu. Theo ise beklediğimin aksine yol ayrımından sonra bile peşimi bırakmadı.

"Ortak Salon'a gitmiyor musun?" diye sordum düz bir sesle.

Kafasını hayır dercesine salladı ve ilerlememi işaret etti, "Kütüphaneye gideceksin değil mi? Sen işini hallederken bekleyebilirim, ne de olsa daha zamanımız var."

Yüzünü herhangi bir bahane ya da alay kırıntısına dair arasam da oldukça ciddiydi. Kafasına hipogrif mi düşmüştü yolda?

"Tamam."

Ben önden, Theo arkamda gölgem olacak şekilde ilerledik. Eşlik etmesi rahatsız etmiyordu, buna rağmen içimde oluşan kuşkuya engel olamıyordum. Ne zaman iyileşecekti aramızdaki bu yaralar?

Yaşananları düşünürken iç çekmeden edemedim. Birinci sınıf ben şu anki halimizi görse ikimizin de yüzüne tükürürdü.

Kütüphanenin kapısına vardığımızda duvara yaslandı, "Burada bekleyeceğim." demekle yetindi.

Ben de konuşmayı uzatmanın alemi olmadığını düşünerek t5ek bir kelime etmeden kütüphaneye girdim. Aramın yeni yeni düzeldiği Madam Pince'e selam verirken kadınla ilişkimizin düzelmesi için umut ettim. Resmen sevgili tribi yiyordum.

Yeni dadandığım raf üst kattaydı, bu hafta kurbanım oydu. Ölüm Yadigarları'ndan esinlenilerek yazılmış bir tarihi kurgu serisi çelmişti bu sefer gönlümü. İlk kitabın son otuz sayfası kalmıştı ve her çarşamba akşamı olduğu gibi gece on ikiye dek uyumayacağım için ilk kitabı bitirip ikinciye başlamayı amaçlıyordum. Astronomi dersimizin gecenin yarısında olmasının en iyi yanı sanırım geç yatıp işlerimi halledebilmemdi. 

Baştan üçüncü sıraya vardığımda artık gözlerimin varlığına alıştığı kızılla karşılaştım. 

"Pusu mu kurdun bir saat görmeyince?" diye sordum. 

Hareketlerine alıştığım için ciddi bir konuşma yapmama gerek olduğunu düşünmedim. Ben kitabı alırken konuşabilirdi. Kulaklarımla kitabı almayacaktım sonuçta.

"Yasaklı saate bu kadar yakın bir zamanda dışarda ne işin vardı acaba?" Kollarını bağdaştırdı, "Hayır, merakımdan değil canım. Raporuma renk katar diye."

Gözlerimle serinin olması gereken rafı taradım. Üçüncü ve dördüncü kitap ordaydı ama ikinciyi göremiyordum. Daha bu sabah gördüğüm kitabı almış olamazlardı herhalde?

"Eminim raporun içindir." dedim kuru kuru. Onu takmadan diğer rafları süzmeye başladım bu sefer.

Gecenin yarısına dek yapacak başka işim yoktu, ödevlerim zaten bitmişti. Otuz sayfayı da yarım saatte bitireceğime şüphe yoktu. Tavanla bakışmam gerekirse sonuç olarak anca düşüncelerim arasında boğulur kalırdım. 

Yeni bir kitaba başlamak da istemiyordum, bir seriye başlayınca onu bitirmem lazımdı. Kafamda yarattığım sahnelerin yeni bir olay örgüsüyle bozulmasından hiç hoşlanmazdım.

"Başka neden merak edeyim." derken yüzünde oluşan muzip ifadeyi gözümün ucuyla seçmiştim. 

Pes ederek ona döndüm. Söyleyeceğim şey tekniken yalan değildi. Kuşkulandığında Pansy'ye de sunduğum bir bahaneydi.

"Pofuduk diye bir köpekten bahsetmiştim, hatırlıyor musun?"

Kafasını salladı.

"Onu beslemeye gittim. Başka bir drama yok. Yaşattığım hayal kırıklığı için üzgünüm."

"Siyah olan köpek? Hagrid'e neden bahsetmedin? Fang'le arkadaş olabilirdi. Hagrid'in seve seve bakacağına hatta sahipleneceğine şüphem yok. Hatta bir keresinde-" Kendini kesti ve boğazını temizledi. "Neyse konuyla alakasız, sonra anlatırım onu. İnanacağını da sanmam zaten."

"İçinde sen geçiyorsan ejderhalarla alakalı bir olay çıksa bile inanırım. Bela mıknatısı gibisin." diyerek onu temin ettim.

Gözlerinden geçen ışıltı konunun gerçekten ejderhalarla alakalı olduğunu düşünmeme sebep olsa da üstüne gitmemeye karar verdim. Uluorta konuşmak istemiyorsa sebebi vardır.

"Aradığın kitap bu mu acaba?" 

Uzattığı kitabı elime alırken ne kadar naif olduğuma ve hala Weasley'nin hamlelerini öğrenememiş olmama lanet ettim. 

"Neden saklamayı tercih ettin acaba sayın dağ trolü?"

"Kitabı aramak için zaman harcamasan beni bu kadar uzun dinlemezdin de ondan."

Haklı sayılırdı. 

Sessizliğimi haklılığına yormuş olsa gerek yeni kazandığı zaferiyle konuyu değiştirdi.

"Hadi yasak başlamadan seni ortak salonuna yetiştirelim."

Bu pek de iyi bir fikir değildi. Akşam akşam daha fazla aksiyonu kaldıramazdım, ben ruhen yaşlı bir kadındım. İtiraz etmekte gecikmedim.

"Aslında Theo beni bekliyordu..."

Omuz silkti, "Tamam, madem çok ısrar ettin ikinizi de bırakırım n'olcak! Centilmenliğime sizi gecenin bu saatinde yalnız bırakmak yakışmaz."

Otuz iki diş sırıtışını görmeden de durumdan bir hayli keyif aldığını biliyordum. Birlikte geçirdiğimiz süre boyunca Weasley detektörüm oluşmuştu resmen. Sene sonunda travma sebepli kaygı bozukluğum oluşursa şaşırmayacaktım. Terapi faturamı herkes arasında paylaşabilir.

Fıtı fıtı yürüyerek Madam Pince'in yanına vardığımda Fred Theo'yu sinir edecek olmanın keyfiyle göğsünü gerim gerim geriyordu. 

Pince'le ilişkimizin düzelememe sebebi de ardımda görmeye alıştığı kızıldı herhalde. Omzumun üstünden kızıl saç yumağını görür görmez burnunu çirkin bir koku almış gibi buruşturdu, bana onaylamaz bir bakış attıktan sonra kitabın ve benim adımı listesine ekledi.

Nasıl da kıskanıyordu beni...

Kapı önüne vardığımızda Theo'nun sinirden bayılacağını düşünsem de beklediğimin aksine büyük bir olgunlukla dağ trolüne selam verdi.

Hipogrif konusunda şaka yapmıştım ama sanırım gerçekten tepesine hipogrif düştü. Yoksa onda bu sakinlik ne arasın? Dağ trolü hakkında yakınmalarımı dinlerken sakin durması onu tolere ettiği anlamına gelmiyordu. Aksine en az Sylvan- hatta belki Sylvan'dan kat ve kat daha fazla sinir oluyordu.

Gerici bir sessizlik eşliğinde zindanlara inerken Fred sanki Theo'nun varlığını unutmuşçasına büyük bir neşeyle Lee Jordan'la yemekte yaptıkları eşek şakasından bahsediyordu. Fred Weasley ya her türlü durumdan kurtulacağına emin bir hamamböceğiydi ya da şeytanla yaptığı dansı ciddiye almayacak bir aptal.

Şahsi fikrim bu ikisinin ortasında ince bir çizgide yer almasıydı.

Theo, Astronomi dersinden sonra uyuyamayacak olmama sebebiyet veren bir sakinlikle durumu alttan almaya yolun sonuna dek devam etti. Düşüncelerimde boğulmayacaktım, düşüncelerim beni boğacaktı bu gidişle.

Kapının olması gereken yere varınca Fred'le vedalaştık, ardından kulak mesafesinden uzaklaşmasıyla parolayı fısıldadı Theo.  Yoktan var olan kabartma yılanın sürünerek açtığı kapıdan geçene dek aramızda bir konuşma geçmedi.

Ortak salona girdiğimizde Draco ve diğerleri aralarında her zamanki hararetlerinde bir konuyu tartışıyorlardı. Birkaç yedinci sınıf göle bakan pencerenin kenarına kıvrılmışken Greengrass'ın kız kardeşi tanımadığım, ikinci sınıf olduğunu tahmin ettiğim bir çocukla büyücü satrancı oynuyordu.

Herkesi görmezden gelerek pencerenin önüne kıvrılarak gölden yansıyan ay ışığı ve şöminenin parlak ateşi eşliğinde kitabımı okumak istiyordum sadece. Kısa bir konuşmanın ardından belki yapabilirdim bunu. Fakat bu engelden önce üstesinden gelmem gereken bir Nott vardı.

Pansy ve diğerlerinin henüz bizi fark etmemiş olmasının verdiği rahatlıkla kafasını eğerek gözlerimi yakaladı. 

"Weasley'yi bundan sonra daha sık görmek zorunda olacak mıyız?"

Çoğul eki katsa da kendisi açısından sorduğuna adım kadar emindim.

"Eh, yani." dedim bariz değilmiş gibi. "Lupin'e yalvararak cezayı kaldıramayacağına göre..."

Belki ondan uzun olsam beni daha ciddiye alırdı, mırıldandığı bir iyi geceler dileğiyle konuyu kestirip attı.

Bir şey dememe fırsat vermeden koltuklara ilerleyince benim de herkese selam verdikten sonra planımı uygulamaktan başka çarem kalmamıştı. Zaten kitaplarım olmasa çoktan kafayı Sirius gibi sıyırmıştım.

Greengrass yine her zamanki gibi sevimsizdi, Blaise Draco'nun aptallığından beyin kanaması yaşıyora benziyordu, Crabbe ve Goyle Draco'yu her ne konuda ağzını açarsa onaylıyordu. Sadece Pansy ne olduğunu sorgularcasına bana bakıp dikkat çekmeden iyi olup olmadığımı sorma inceliğinde bulunmuştu.

Ona sonra anlatacağıma dair bir şeyler fısıldadıktan sonra Accio yardımıyla serinin ilk kitabını elime çağırdım. Kızlar yatakhanesinden şu yeni çıkan süpürge, Ateşoku gibi gelmesi bazı üst sınıfların nerdeyse kitaba çarpmasından dolayı yüzlerinde sinir bozucu bir ifade oluştururken Blaise kitabı ne kadar çevik bir şekilde yakaladığımı söyleyerek beni kutladı. Blaise'in beni Quidditch takımına sokma isteğinden vazgeçeceğini sanmıyorum. Beni en azından bir kez Slytherin takım üniformasında görmeden mezun olmama izin vereceğini- hatta vereceklerini de sanmıyorum.

Nazik bir teşekkürün ardından boşta olan tek pencere pervazına kıvrıldım. Bu yaşlı kadın dinlenmeyi hak etti.

 

 

 

Chapter 17: 17

Notes:

*trouble in paradise söylemine bozuk bir gönderme

Chapter Text

 

 

Cadılar Bayramı'nın gelişine belki de gereğinden fazla heyecanlıydım ama Cedric'le Hogsmeade'e inmek son günlerde kendimi avutmak için başvurduğum aktivitelere kıyasla kulağa gayet ilgi çekici geliyordu.

Fred, ikizi ve Jordan'la Zonko'da pineklerken sonunda kısıtlı da olsa özgürlük şarabından bir yudum alabilecektim.

 

 

Çarşamba akşamı götürdüğümüz erzak dolayısıyla pazar akşamına dek Sirius'un yanına gitmeme gerek yoktu. Buna rağmen acınası kendimi meşgul tutma çabalarım meyve vermediğinde soluğu (İki numaralı, bunu belirtmezsem Barty yoktan var olup beni çiğ çiğ yiyecekmiş gibi hissediyorum) Azkaban kaçağının yanında alıyordum.

On iki yıl dünyanın en berbat hapishanesinde kalarak akli dengesinin son kırıntılarını yitirmiş bir köpeğe göre oldukça hoşsohbetti. Bana bazı gençlik anılarından bahsederken gözünde hüzünlü bir gülümseme yakalıyordum. Babam James Potter'ın adı geçtiğindeyse sanki ruhunun çürüyen parçaları tekrardan iyileşiyor, sönmeye yüz tutmuş Sirius sonsuz boşluğunun içinde geçmişin yansıması gibi parlıyordu.

Theo mevzusu ne kadar hoşnut olmasam da birkaç kez daha geçti konuşmalarımızın arasında. Tarihi tekerrür ettiğine dair bazı imalarda bulunurken annem ve babamdan bahsettiğini sanmıyordum. Açıklamak istese baştan anlayabileceğim şekilde dillendireceğini bildiğimden sesimi çıkarmadım. Gün geçtikçe çılgın, kaçak Sirius amcama daha da alışıyordum. Davranışlarını bazen tahmin edebiliyordum ve bununla gurur duyuyordum. Remus ile aramıza giren istemsiz mesafe sırasında en azından Sirius'un varlığı beni teselli ediyordu. Annem ve babam ölmeseydi böyle mi olacaktı yaşamım? Amcalarım tarafından şımartılarak mı büyüyecektim? Herhalde şu ankinden daha bile yakın olurdu aramızdaki ilişki. Peki yine Slytherin olur muydum? Beni etkileyen yetişme tarzım mıydı yoksa ruhum bedenime girmeden şekillenmiş, belli bir kader yolu doğrultusunda mı yontulmuştu?

Sirius'un Azkaban'dan kaçışı dolayısıyla senenin başından beri çoğu diğer bina öğrencileri bana karşı kuşkucu ve mesafeliydi, öte yandan aynı çoğunluk Harry'ye sanki porselen bebekmiş gibi davranıyordu. Harry'yi asla kıskanmıyorum, aksine kardeşimin yaşadıkları için içimde canlı, berbat bir acıma ve şefkat duygusu yanıyor. Kimse gerçekte kim olduğumu bilmiyor, insanları da suçlayamam, yine de aynı geçmişe ve kana sahipken onun tam zıttı muameleyle karşılaşmak o kadar üzüyor ki! Tabii, içten içe kızdığım insanlar aslında tahminleri ve iddialarında haklı, Sirius'a gerçekten yardım ediyorum ama kötü biri değilim. Sirius da değil. Bunu içimde tutmak zorunda olmam içimi pıtırkurt gibi kemiriyor.

Bu sefer Gryffindor masasının nazik davetini kabul ettim. Kendime daha fazla gereksiz işkence çektirmemek için kendimi adeta üçlünün yanına atmıştım. Sabahları duyulan en yüksek sesleri homurtu-mırıltılar ve kahve servisleri olan Slytherin masasına kıyasla kırmızı-altın tonlarının hakim olduğu masada yüksek sesli bir kaos hakimdi. Öğrencilerinin ortak özelliğinin ses tonlarını ayarlayamamak olduğunu anlamam uzun sürmedi. Karşılıklı oturan insanlar bile bir yiyeceği isterken seslerini gürültünün arasından duyurabilmek için adeta haykırıyordu. Böylece gürültü büyüyor ve kaotik bir baş ağrısı sebebine dönüyordu. Yine de sevimli sayılabileceğini itiraf etmeliyim.

Fred ve George'un arasında benim için açılan küçük boşluğa oturmuştum, balık istifi halde kahvaltımızı yapıyorduk. Arada bir bazı öğrencilerin ters bakışlarına maruz kalsam da keyfimi kaçırmaya yetmiyordu bu boş uğraşlar.

Elden ele dolaşan tabaklardan toplayabildiğimi toplamıştım. Masanın geri kalanı aksine sessizce tabağımla ilgileniyordum. Bu kadar sosyalleşmek için fazla erkendi.

İki yanımı kuşatmış Weasley terrörleri açıkça aynı fikri paylaşmıyordu. Aralarına giren kara kediye rağmen hararetle konuşmalarını sürdürüyorlardı.

Sessizliğimi yanlış anlamış olsa gerek Lee Jordan karşıdan bana seslendi, "Chasity, iyi misin?"

Daha bariz bir şey olamazmış gibi kafamı salladım. "Kahvaltı ediyorum sadece."

Lee'nin sesini duymalarıyla konuşmalarının dışındaki varlığımı aniden hatırlayan ikizler senkronize biçimde kafalarını bana çevirdiler.

"Çok sessizsin cidden. İyisin değil mi?" diye sordu emin olmak istercesine Fred.

"Neden kötü olayım?"

Bu sefer daha yumuşak bir sesle sağımdaki George, "Eğer çok gürültülü geldiyse ya da kötü hissediyorsan belirtmen yeterli, Chas." şeklinde teklifte bulundu.

Neden bu kadar tepki verdiklerini anlamlandırmaya çalışırken aklıma Gryffindor olmanın dışında büyüdükleri ortamın da gürültülü bir neşeden oluştuğu gerçeği geldi. Üç abi, iki küçük kardeş ve birbirleri benim ve çoğu diğer Slytherin'in yetiştiği ortamdan oldukça kalabalık ve farklıydı.

O kadar kalabalık bir ailede bulunmayı uzun süre kaldırabileceğimi sanmıyordum. Barty, Regulus, Nyx ve Kreacher bana yeterliydi. Daha bu listeye eklenecek Harry ve Azkaban'dan taze çıkmış Sirius da vardı. Babam Sirius'u kapı önüne koymayacaktı herhalde? O kadar kızgın olamazdı, değil mi?

"Maalesef ki Gryffindor olmadığımı unutuyorsunuz sevgili aslan yavrularım," derken kahvaltımı sürdürdüm. "Biz yılanlar siz aslanlar kadar gürültücü değiliz, sinsice yaklaşmayı tercih ederiz."

Böylece sonu gelmeyen bir binalar arası muhabbet kılıklı tartışmayı açmış oldum. Benim çok konuşmama gerek kalmıyor, kendi kendilerine Slytherin açısından da karşılaştırma yapıyorlardı. Az da olsa sessiz kalabilme yetime kavuşmuştum kapanmak bilmeyen çeneleri sayesinde.

Kahvaltı sonrasında günüm aynı sıradanlığında devam etti, artık oturan yeni düzenime bedenim kadar zihnim de alışmıştı. Fred ve arkadaşlarıyla teneffüste takılmak, derslere girmek, derslerde Theo'ya ters ters bakmak, Sylvan'la akli dengemizi korumaya çalışmak, bu sefer Fred'in arkadaşlarımın yanına gelmesi ve onları sinir etmesi, Lee Jordan'la ikizleri zapt etmeye çalışmak, yanlış zamanda yanlış yerde bulunduğum için Filch tarafından kovalanmak...

Cuma günü öğleden önceki iki dersimin Sihir Tarihi olması sebebiyle öğle yemeği için girdiğim Ortak Salon'da amacımdan şaşarak uyuyakalacağımı düşünüyordum. Sihir Tarihi her ne kadar ilgimi çeken bir ders olsa da bazen Profesör Binns fazla uyku getirici olabiliyordu. Hayalet olmasa yaşama sevincimizden beslenen bir enerji vampiri olduğunu zannederdim.

Öğle arasında bir şekilde kaybettiğim enerjiyi geri toplamam ve iki saatten fazla uyumuş gibi gözükmem lazımdı. Şu anki görüntümün hiç de iç açıcı olduğunu sanmıyorum, gözlerimi açmakta bile zorluk çekerken anca saç rengimi siyah tutmaya odaklanabiliyordum.

Sıra sıra dizili dört uzun masaya bakarken bu sefer hangisine gitmeliyim diye kafa yormaya başladım. Kahvaltıda aslanlarlayken öğlen de oturmam yakışık almazdı, beynimin de bunu kaldıracağını sanmıyorum zaten. Kendi masam insanlar olmadan en cazip görüneni olsa da kapıya yaklaşan Greengrass'ın sesini ayırt edebiliyordum, Goyle da çoktan oturmuştu hem. Ravenclaw'a gidersem Sylvan'ı bekleyene de panik atak geçirebilirdim bütün o üzerime atılan ok gibi öldürücü bakışlar arasında.

O sırada omzuma dokunan elle sıçradım.

"Chasity, iyi misin?" diye sordu şen şakrak bir sesle. "Ayakta dikiliyorsun..."

Sesin sahibini algıladığımda yüzümü buruşturmamak ayrı bir çaba vermem gerekmişti. Ters bir şey söylememek için zihnimi kurcalarken gözüm dikkati bana yönelen Theodore ile kesişti. Greengrass'ın aksine yüzünde samimi endişeli bir tavır vardı.

Draco ve Pansy de arkalarından tartışarak Büyük Salon'a girerken boştaki omzumda başka bir el hissettim. Omzumla alıp veremedikleri neydi?

"Her yerde seni arıyordum Chas!"

En sevdiğim Hufflepuff'ı görmemle yüzümde güller açıldı. Utanmasam teşekkür edecektim beni bu durumdan kurtardığına.

"Cedric! Seni gördüğüme sevindim." diyebildim gözlerimi Theo'dan ayırabildiğimde. "Sorun nedir?"

Gri gözleri Theodore ve Greengrass'ın varlığını hatırlarcasına irileşti. Okuldaki çoğu kişinin eriyip biteceği sempatik gülümsemelerinden birini sunarak, "Kabalığım için özür dilerim, konuşmanızı böldüm sanırım."

Yüzünde karamsar bir haset okunan Theodore kuru kuru laf etmekte gecikmedi, "Evet, aslına bakarsan."

Ona "Deli misin?" dercesine gözlerimi irileştirdikten sonra en sinir bozucu yapmacık gülümsememi takınarak Greengrass'a iyi olduğumu, kafasını benim sıhhatime çok yormaması gerektiğini söyledim. Laf mı soktuğumu yoksa samimi mi olduğumu anlayamadan hızlı bir veda ile Cedric'in koluna girdim, onu çekiştirerek sarı-siyah masaya ilerledim.

"Tam olarak ne yaşandığını anlatacak mısın?" diye sordu göz ucuyla Slytherin masasına ilerlemiş arkadaş grubu kontrol ederken. "Nott'la aranızda ne yaşandı? Ne bu soğuk savaş?"

Onun aksine sonunda bir masaya geçebilmenin neşesiyle ödünç tabağımı önümdeki yiyeceklerle doldurmaya başladım. Uykulu halimden eser kalmıyordu tabağıma eklediğim her yiyecekle.

"Dediğin gibi," şeklinde adeta kuş gibi şakıdım. "Soğuk savaş."

Susan Bones'un çaprazındaki çilekli pastayı gördüğümde sevincim mümkünse üç katına çıkmıştı. Kendime engel olamadım, nefesim kesildi.

"Çilekli pasta!"

"Pardon?"

Bakışlarımı takip etmesiyle çocuk gibi tepki vermeme neden olan tatlıyı fark etti. Yüzünde oluşan sevimli, alttan alan ifadeyle nefesinin altından güldü.

"İstediğin kadar çilekli pasta yiyebilirsin Chas ama anlatacağına söz vermelisin öncelikle."

Ellerimi geçiştirmek istercesine salladım, "Yarın anlatırım, arkamız Ravenclaw, kim duyacak belli değil!"

"Hm, yarını unutmadın yani?"

Kötü amaçlı olmasa da benim sinir olmam için yapılan imaya balıklama atlayarak gücenmiş bir şekilde ofladım, "Tabii ki de unutmadım!" dedim. "Bir kez oldu bu ve o zaman da hastaydım, biliyorsun!"

Benimle uğraşmaktan aldığı keyifle kıkırdadı, "Tamam tamam, hadi öyle olsun." derken Susan Bones'tan pasta tabağını uzatmasını rica etti. Bones'un uzattığı tabağı önümüze yerleştirdikten sonra tekrar bana döndü, "Önce yemeğini ye, pasta bir yere kaçmıyor. Korumaya aldım bak. Şimdi söyle bakalım yarın neler yapacağız?"

Daha önceden planlamamıza rağmen yaklaşan, hatta ucuna geldiğimiz tarihle en baştaki konuşmalarımızı unutmamız doğaldı. Hep böyle olmaz mıydı zaten?

"Zonko'ya uğramadığımız sürece her şeye açığım."

Fred'den izinli olduğum tek günü onunla karşılaşıp onun kuyruğuma takılmasıyla geçiremeyeceğim, teşekkürler, kalsın.

Altın çocuğun gözünden hiçbir şey kaçmıyordu. "Weasleyler'den dolayı mı?"

Kafamı salladım. Pastama kavuşabilmek için tabağımdakileri yemeye başlamıştım bile. O da tabağındaki çoban turtasından bir çatal almıştı kendi sözlerine uyarak.

Hufflepuff'ın sakin ses tonlarında ilerleyen muhabbeti Gryffindor sonrası kulaklarıma masaj gibi gelmişti. Akşam kapanışı Slytherin'de yaparken normal şartlar altında iyice rahatlardım. Maalesef şartlar normal değil.

"Süpürgem için cila almam gerekiyor, oraya uğramamız lazım, senin için de sorun olmazsa tabii."

Tanıdığım diğer oyuncuların aksine yedi - yirmi dört Quidditch konuşmadığı için bazen Cedric'in Hufflepuff Quidditch takımında olduğunu unutuyordum. Tanıdığım en ağırbaşlı kaptan kesinlikle oydu, her ne kadar Oliver Wood için büyük bir hayranlık beslesem de sportmenlik konusunda Cedric üstün geliyordu. Oliver da sportmendi tabii, ancak konu Quidditch'ken kurallara göre oynamaktan ileri gitmiyordu (Ki binamın şu anki takımı ve kaptanı Marcus Flint'i göz önüne aldığımda aslında çok büyük bir farktı).

"Aslında çok iyi olur, ben de süpüre bakmak istiyorum." derken spagettimi çatalıma dolamakla meşguldüm. Domatesli makarna hep evi hatırlatıyordu. Barty'nin tek yapabildiği pişirme gerektiren yemek domatesli makarna, babam evde değilken bazen benimle zaman geçirmek için beni de peşinden sürükleyerek mutfağa girerdi. Kreacher'a mutfağı havaya uçurmamaya söz verdikten sonra beni tezgaha oturtur, beraber avaz avaz şarkı söylerken makarnayı yapardı.

Hogwarts'a başladığımdan beri geçirdiğimiz zaman gitgide azalmıştı, babamla işleri gittikçe yoğunlaşıyordu ve ben de evde nadiren oluyordum. Bazen tekrar mutfağa girip onunla makarna yapmak istiyorum. Belki de yılbaşında onu zorla mutfağa sürüklemeliyim. Tekrar şapşalca davranır, Queen'in en edepsiz sözlerini çığırırken tencerenin dibini tutturmamaya çalışırız.

"Sonunda Quidditch oynamaya karar verdin yani?" Yüzünde geniş bir gülümseme oluştu. "Seçmelere katılacaksın değil mi?"

Sonunda dillendirdiğim için kızardım, herkes bu kadar ısrar ettikten sonra kabullenmek gereksiz yere çekinmeme neden olmuştu. Utangaç bir edayla kafamı salladım. Makarnanın tadı çok güzeldi, Barty'ninki kadar olmasa da.

Cedric sevinçle kollarını etrafıma sardı, "Seni seçmelere en iyi şekilde hazırlayacağıma emin olabilirsin!"

Ravenclawların meraklı gözlerini üstümüze dikmesiyle yerin dibine girdiğimi hissettim. Onları önemsememeye özen göstererek sarılmasına karşılık verdim.

"Çok iyi hazırlarsan bakarsın seni yenerim, Diggory."

Gülerek ayrıldı, "Ha-ha! İşte bunu sabırsızlıkla beklerim, Black. Sen takıma girdikten sonra bir yarış yapmak şart oldu."

Dudaklarımda titreyen tebessümle onu onayladım.



***

 

"Yarın Hogsmeade'e kaçta gidiyoruz?"

"Yarın Hogsmeade'e gitmiyoruz."

Kavuşturduğu kollarını çözdü ve bu sefer de ellerini ceplerinde saklamaya karar verdi.

"Nasıl, anlamadım? Neden gitmiyoruz, bir sorun mu var?" Kimsenin bizi dinlediğini düşünmesem de sesini alçalttı, "Regulus ve Barty'yle alakalı bir olay mı gerçekleşti?"

Dudağımı ukalaca büktüm, "Yanlış bir açıklama oldu, üzgünüm. Tekrardan dillendireyim, Hogsmeade'e birlikte gitmiyoruz."

İtiraf etmeliyim ki ondan bağımsız olduğumu göstermek sadist bir haz veriyordu. Her ne kadar içten içe yanlış olduğunu bilsem de duygularıma yenik düşüyordum, sözlerim her konuşmamızda sanki daha alaycı oluyordu, iyice bileniyordu.

Çenesi kasılırken doksan derecelik açı oluşturuyordu ve ben de Adonis'in çenesiyle tekrardan tanışmış oluyordum.

"Sylvan'ın haberi var mı?"

"Diş macunum bitse bile ilk haberi olan Sylvan'ın bundan haberi olmayabilir mi sence?"

"Ne yapacaktın sormasam, söylemeyecek miydin?" Bana inanamaz bir bakış attı. "Kızgınsın, anlıyorum ama değerim cidden bu kadar mı senin için?"

Daphne Greengrass'la değerim bir değilken senin değerinin Cedric'ten düşük olduğunu uyduruversem nasıl da acı çekersin, değil mi Theodore?

Bunu söyleyecek kadar ne kızgın ne de acımasızdım. Hala zor da olsa düzeleceğimiz bir gün olduğuna dair inancım ölmemişti.

"Soracağını biliyordum, seni tanıyorum Theo."

"Weasley için mi bozuluyor adetimiz? Etrafın kadar zihnin de altın-kırmızıya iyice bulanmış anlaşılan."

Tısladığı sözler üzerine yumuşak cevabımı yutmuştum.

"Aslına bakarsan uzun süre önce Cedric sormuştu, fesat düşüncelerinin aksine." Eklemem gereken başka bir şey kalmamıştı, attığım hayal kırıklığı içeren bakışlar onu susturmaya yetmişti.

 

***

 

 

Ertesi sabah Cedric'le Hogsmeade'e inmemin verdiği mutluluğu Theodore'un hiçbir ters bakışı bozamazdı. Yaklaşan mevsimle inatlaşır gibi giydiğim dantelli uzun beyaz eteğimin üstüne Theo'nun sözlerine ithafen bordo bir bluz geçirmiş, siyah, Kreacher tarafından örülmüş yeleğimle kollarımı olası bir esintiye karşı korumuştum.

Yolculuk boyu trenin camına yansıyan görüntümle karşılaşırken içten içe kendi saç rengimin bu kıyafetlere daha uygun olduğunu düşünmeden edemedim. Siyah saçlarım oldukça elegant bir imaj çizse de söndürülemeyen alevlerden oluşmuş bir kasırgaydı benim asıl saçlarım. Yıllar içinde gözüm alışsa da ruhum bazen kabullenemiyordu.

İlk başta Cedric'in dediği gibi cila alacaktık ama Balyumruk'a yeni gelen tatlılardan bahseden bir grup kızın geçmesiyle ikimizin de aklı çelinmişti. Rotamızı çevirdiğimiz şekerci dükkanı tıklım tıklımdı. Anlaşılan yeni ürünleri duyan bir tek biz değildik.

Kahvaltıdan önce karşılaştığım erkek kardeşim için de bir kese dolusu şeker almayı başarmıştım insan selinin arasında. Cedric'in iri yapısı ve uzun boyu sayesinde açtığı yoldan fıtı fıtı ilerlemiş, Harry'nin geçen seneki gezilerimden getirdiğimde sevdiği şekerlemelerden doldurmuştum.

Balina Marge yüzünden Vernon enişte izni imzalamamıştı, benim imzamı da kabul etmedikleri için dönüşümü yaklaştığından ayakta zor duran Remus'la şatoda kalmıştı. En azından Remus'la bir bardak çay eşliğinde sohbet edebilirdi. Ben bir süredir onu da yapamamıştım.

Hazır kasabaya inmişken toplayamadığımız iksir malzemelerini almakta bir sakınca olmayacağına karar vererek alışverişimize devam ettik. Yanıma atkı almış olmayı dilememe sebep olacak bir ayaz esmeye başlamıştı.

Yaprak gibi titrediğimi gören Cedric Üç Süpürge'de birer bardak kaymakbirası içmemizin içimizi ısıtacağını söylemişti. Nitekim haklıydı da, daha dükkana girer girmez ısınmaya başlamıştım.

Boş bulduğumuz bir masaya yönelirken Madam Rosmerta siparişlerimizi almıştı. Hazır bir şeyler içecekken erken bir öğle yemeğinden de zarar gelmez diye düşünerek kaymakbirasının yanı sıra yemek de söylemiştik.

"Bugün, kıyafetlerinin üstünde ne kadar hoş durduğunu söylemiş miydim?"

"Hayır ama teşekkür ederim." İltifatla yüzüm ısınmıştı.

"Bordo ve beyaz değişik bir ikili olmuş, çilekli pasta gibi. Çok tatlı."

"Biraz Theo'ya inat ettiğimden oldu aslında bu bordo - beyaz kombini." diye itiraf ettim. "Söylediği bazı şeyler sinirime dokundu."

Rosmerta'nın siparişlerimizi getirmesiyle neredeyse senkronize bir şekilde teşekkür ettik. Ardından kupasını dudaklarına götürerek içeceğinden bir yudum aldı.

"Theo demişken, bugün anlatmaya söz vermiştin."

İçimi ısıtmak için onu taklit ederek kaymakbiramdan bir yudum aldım. Her seferinde olduğu gibi ilk yudumun şekerli yapısıyla vücudumdan gıdıklayıcı bir titreme geçmiş, yüzüm hafif ekşimişti. İstemsizce omuzlarım inip kalktı.

"Şu içeceğin ilk yudumu hep bu hale sokuyor beni zaten." diye homurdandım kendi kendime. Karşımdaki Hufflepuff'ın isteğini anımsayarak olayların Sirius kısmını biraz değiştirerek anlatmaya başladım. Yalan söylemiyordum, Pofuduk ve Sirius aynı kişiydi sonuçta, ayrıca Sirius da köpekti zaten; adında bile geçiyor.

Yaşananları dinlerken Sylvan'ın aksine daha sakin tepkiler verirken son kelimeme dek konuşmamı kesmemekle beraber mimiklerini kıpırdatmanın haricinde parmağını bile oynatmamıştı.

"Yanlış anlama ama kavga sebebiniz iletişim eksikliğinden ibaret." dediğinde istemsizce gözlerimi tabağıma kaçırdım. Haklıydı bir nevi. "Eminim ki oturup kafanızdaki bütün soru işaretlerini enine boyuna konuşsanız hiçbir sorun kalmayacak. Sylvan'ın senden gaza gelerek inadını sürdürdüğünü söylememe bile gerek yoktur eminim ki, bunu fark etmişsindir."

"Sylvan ve ben 'Arkadaşın uçurumdan atlasa sen de mi atlayacaksın?' sorusunun yaşayan örnekleriyiz. Gurur duyulmaması gereken bir şey olsa da bu durumdan haberdarız ve sorun olarak görmüyoruz." diye açıkladım bildiğimi ima ederek. "Ona aksini yapmasını söylesem de kafasına ne eserse onu yapacağından hiçbir şeyin değişeceğini sanmam."

Çıtır çıtır patates kızartması bol köpüklü kaymakbirasıyla o kadar hoş gidiyordu ki kendime hakim olamazsam yetişkin olduğumda beslenmemin hiç de sağlıklı ilerlemeyeceğini fark ettim. Babamlarla ölene dek yaşamak da bir seçenekti tabii. Yaşlı Barty ağzında purosuyla çengel bulmaca çözerken babamın odanın öbür köşesinden asasını kullanmaya gerek duymadan, eline ilk gelen şeyi atarak evin içinde duman istemediğini bağırdığını gözümün önüne getirebiliyorum.

"Her ne kadar Nott'la aranın bozulmasına üzülsem de bunun aynı zamanda sosyalleşmen için bir çeşit fırsat olduğunu düşünüyorum." Patateslerimden birini çaldı. "Düşünsene bir, Fred Weasley'nin nefes alışından bile rahatsız oluyordun oysa şu an tolere edebildiğini fark ettin. Demek ki önceden birbirinizi yeterince tanımıyordunuz sadece. Cezadan önce Jordan Lee'nin varlığına dair aklından tek bir düşünce dahi geçmediğine eminim, bana anlattıklarına göre gayet iyi arkadaş olmuşsunuz. George Weasley ile daha sık vakit geçirebilmek de işin artısı."

Patatesimi çalmasını görmezden gelmeye çalışarak dediklerini düşündüm. Ceza o kadar da kötü sonuçlanmamıştı gerçekten. İlk beklentim Fred'le ilk haftadan birbirimizi hastanelik etmemizdi. Oysa insanüstü bir gelişim göstermiştik. Remus gerçekten ne yaptığını biliyordu.

"Gryffindor masasında oturdukça başkalarıyla da iletişime geçtin, normalde konuşmayacağın insanlarla konuştun. Bir de bu açıdan bak, perspektifini genişlettin. Önyargılarını yıktın belki de. Bence hayatında yaşaman gereken önemli bir şeyi yaşıyorsun, belki de sana bir ders çıkartacak olaylar bunlar."

Kafamı sallayarak onayladığımı, bazen de dinlediğimi belirtirken bu sefer ben de onun tabağına dadandım.

"Bir yıl sonra haklı olduğunu anlarsam ve gerçekten bu olaylar," Son iki kelimeyi söylerken ellerimle etrafımızı gösterdim. "Ders çıkarmam içinse sana kaymakbirası ısmarlayacağım."

Yüzünde hınzır bir gülümseme yayıldı, "Şimdiden takvimimde yer açayım madem."

"O kadar hızlı davranmazdım yerinde olsam Diggory," Başımı masaya dayadığım koluma yasladım. "Ben hala bu olayların, kaderin benimle basitçe dalga geçmesi olarak görüyorum."

İtiraz edercesine bir ses çıkardı. İşaret parmağını yanıldığımı belirterek iki yana kıpırdattı, "Hayatta her şeyin bir nedeni vardır." Uzun bir açıklama yapacağının işaretçisi büyük bir yudum aldı. "Mesela büyük olayları ele alalım. Verebileceğim diğer örneklere kıyasla daha gri bir bölge olsa da bence en iyi açıklayan da büyük olayların etik değerlerinin anca göz ardı edildiğinde görülen rasyonel sonuçları.

Muggle dünyasından örnek veriyorum, İkinci Dünya Savaşı berbat bir şey değil mi? Bütün o yaşanan acılar, işlenen savaş suçları, sebep verdiği yıkımlar... Bu kısım etik ve duygusal yaklaşımlarla ortaya çıkan tarafı. Şimdi empati duygunu kapatmanı ve doğduğundan beri empoze edildiğin bütün etik yargıları unutmanı istiyorum, sadece kısa bir anlığına tabii. Günümüzdeki muggle tıbbı bu savaşta yaşanan o iğrençliklerden dolayı bu kadar gelişmiş, çoğu tedavi bu barbar çatışmalar sırasında bulunmuş. Başka bir bakış açısı, savaş sonucunda dünya genelinde büyük sıkıntılar olduğu fark ediliyor, bu sorunları gidermek için yüzyıllar sonra sonunda resmi adımlar atılıyor. Birleşmiş Milletler, NATO vb kuruluşları eminim duymuşsundur, Londra'da yaşıyorsun sonuçta, benden bile bilgilisindir eminim ki. Bu kuruluşların kurulma yıllarına bakarsan birkaç yıl farkla bahsettiğimiz savaş sonrası. Amaçları da genel olarak aynı paydada, ülkeler arası barış ya da ülkelerin güvenliklerinin temini.

Anlayacağın bazen kötü şeyler yaşanabiliyor, çok çok kötü şeyler... Ancak bu kötü şeylerin sonunda büyük dersler çıkarabiliyorsun, atom bombasının felaket bir silah olduğu ve kullanımının vahşetten başka bir şey olmadığı gibi. Bu ışıkta en azından geleceğini şekillendirerek aldığın kararların doğru olduğuna emin olabilirsin."

Cedric'le muggle dünyası üzerine çok kez konuşmuştuk, yedi sülalesi büyücü olan birine göre muggle dünyasına dair fazlasıyla bilgiliydi. Yine de tarih bilgisinin bu kadar derin olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Ağzım açık dediklerini sindirmeye çalışıyordum.

Ağzımdan bir süre çıkarabildiğim tek şey tiz bir hayranlık nidasıydı. Kendimi toparlamaya çalıştığım utanç verici bir andan sonra kelimeleri resmen püskürttüm, "Tarih bilgin ne kadar da engin!"

Tepkime gülerken, "Çıkardığın tek şey bu mu, Chas?" diye sordu.

"Hayır hayır, demek istediğini çok iyi anladım." dedim onu temin ederek. "Her zaman olduğu gibi argümanında doğruluk payı var. Sadece senin yanındayken ben optimistliğimden kaybediyorum. Salazar'ın kıvırcık sakallarına yemin ederim ki normalde bu kadar karamsar değilim."

Ciddiyetim ondan daha büyük bir kahkaha kopartırken mimiklerim önümdeki manzaraya kayıtsız kalmadı, minik bir tebessüm dudaklarıma dokundu.

"Salazar'ın kıvırcık sakallarına yemin etmesen de senin özünü bildiğimden sözüne güvenirdim. Yine de bu ilginç yemin türünü benimle paylaştığın için müteşekkirim." Sözlerini kıkır kıkır gülerek noktalandırdı. Bugün onu o kadar güldürmüştüm ki yanakları yeni açmaya başlayan, canlı renklerini kaybetmemiş gül goncalarını anımsatıyordu.

"Nasıl yani Helga'nın ismini andığınız tuhaf yeminler yok mu? Gryffindorlar'dan o kadar değişik şeyler duydum ki!.. Bizde de var tabii... Godric'in kırmızı kalpli donu üzerine dahi yemin edildiğine şahit oldum!"

Dudağını büktü, "Sanırım bir ara Hufflepuff ortak salonuna sızıp kendin deneyimlemelisin."

Şakacıktan nefesim kesilmiş gibi yaptım, sağ elim göğsüme gitti. "Cedric Amos Diggory, doğru mu duydum, yoksa beni ortak salonunuza mı davet ediyorsunuz? Ne skandal ama!"

Şapşal tavırlarımıza ilkokul çocukları gibi gülmeye başladık. O kadar çok gülmüştüm ki karnıma sancılar giriyordu.

Cedric'in doğuştan gelen sempatik bir karizması vardı ve o dünyanın en bayat şakasını yapsa bile dudaklarının kenarlarında gördüğüm gülümsemeye dair en ufak titremeyle gülmekten yerde yuvarlanabilirdim.

Sanırım mugglelar buna aynı frekansta olmak diyordu. Bir televizyon programında rastlamıştım.

Yemeğimizi kakari kikiri bitirmiş, rotamızı süpürge dükkanına çevirmiştik. Çok gülmekten beynime giden oksijen kesilmiş, başım hafif dönüyordu. Yanlış anlamayacağını bildiğimden gönül rahatlığıyla koluna girdim. Benim kadar olmasa da o da benzer bir haldeydi zaten. Yanaklarındaki pembe goncalar şimdi açmış, bütün yüzünü sarmıştı. Eminim ki yansımamı görebilsem farklı bir manzarayla karşılaşmayacaktım.

Ayaz biz dükkandayken artmış gibiydi, tepelere kar yağacak olmalıydı. Normal bir sonbahar esintisinden çok kar soğuğuna benziyordu. Nemden yoksun, kuru bir soğuktu.

"Üşüyor musun?" diye sordu Cedric kafasını bana çevirerek. Kaşlarını çattı, "Merlin saçmalıyorum, tabii üşüyorsun. Baksana nasıl titriyorsun!" Boğazına doladığı Hufflepuff atkısını uzattı, "Al bakalım, benden daha çok ihtiyacın var."

"Sen de üşüyeceksin." diye itiraz etsem de benim aksine kalın kıyafetleri olduğunu ayrıca vücut yapısının soğuğa bana kıyasla daha uygun olduğunu ileri sürdü. İşte bunu reddedemezdim. Cedric'in atletik olduğu kadar iri bir vücudu vardı, Quidditch maçlarında rakiplerini bu kadar zorlaması şaşırtıcı değildi.

Beni ikna etmek için daha fazla çabalamasına gerek kalmadan sarı-siyah atkıyı burnumun ucunu ve ağzımı kapatacak şekilde boynuma sardım. Tarçın ve vanilyayı andıran kokusu atkısına da sinmişti. Çevremdeki erkek canlıların hemcinslerine kıyasla hijyen ve estetikten anladığı gerçeğine şükrederken Cedric'e belli etmemeye çalışarak kokusunu içime çektim tekrardan. Bu gidişle herkesin parfümlerini listeleyip bir parfümerine gitmem gerekecekti.

Dükkanın sokağına yeni sapmıştık ki omzuma dolanan bir kol hissettim. Kim olduğunu sorgulamama fırsat kalmadan saçlarımı yolma hissi uyandıran sesiyle köşe bucak kaçarak uzak durmaya çalıştığım biricik dağ trolüm olduğunu anladım.

"Siz iki zıt kutbu bir arada görmek ne kadar da hoş!"

Cedric'le aramızda tuhaf bir bakışma geçti. Ortak fikrimizi dillendiren o oldu, "Neden zıt kutup olalım ki? Chasity ile benzer düşünce yapısına sahibiz, farklılıklarımız olsa da çoğunlukla ortak paydada buluşuyoruz."

Kahverengi gözlerini devirerek yanıtladı, "Hufflepuff ve Slytherin çok da yakın huylar gerektirmiyor, yanılıyor muyum?"

"Sen Tonks'u cidden unutmuşsun," diye atıldım. "Hiç sinirli porsuk görmedin herhalde."

Omuz silkerek konuyu değiştirdi, kolu hala omzumdaydı ve kavrayışı bina sembolü olan aslanın pençesine benziyordu. "Durun tahmin edeyim, güzergahımız Quidditch malzemeleri almak için çizildi?"

Omzumdaki koluna boştaki elimle kaldırıp ittim. Cedric yemek sırasında söylediklerinin hala ardında mıydı acaba? Dağ trolü kendini Zonko'da şarj edip bin beter bir dönüş yapmıştı ne de olsa.

Yüzünü herhangi bir negatif duygu için incelesem de bana kıyasla oldukça sabırlı ve sakin duruyordu. Aramızdaki en büyük fark buydu, Cedric en sinir bozucu kişiye bile peygamber sabrı ve binasının pozitif hoşgörüsüyle yaklaşırken benim için bu durum sadece seçili kişilerde ya da seçili zamanlarda işe yarıyordu.

"Evet." dedim kuru bir sesle.

Benden istediği tepkiyi almanın zevkiyle sırıttı, "Ne güzel, benim de işim vardı zaten orada! Hep beraber gitmemizde bir sakınca yok."

Kendi kendini davet edişini şok içinde izlerken tekrardan Cedric'e döndüm. Bir tepki bekledim, herhangi bir işaret. Belki bir kaş çatış, bir oflama ya da göz devirme. Keşke bir reddediş. Ancak hiçbirinden iz yoktu. Hala aynı sabırlı ve erdemli ifadesini takınıyordu.

Dükkana girene dek Fred'in hayranlık duyduğu şaka dükkanına yeni gelen ürünleri anlatışını dinledik. Ben hiçbir yorumda bulunmamayı seçerken Cedric arada bir dinlediğine dair sesler çıkararak kızılı adeta teşvik ediyordu.

Dükkana girdiğimizde Cedric'in kolunda sıyrılarak işleriyle ilgilenmesine izin verdim. Weasley burda olmasa süpürgelere yönelebilirdim ama belki de en iyisi yanında konuşacak daha fazla malzeme vermemekti.

Kollarımı çaprazlayarak vücudumun geri kalanını ısıtmayı hedefledim. Soğuktan sıcağa yaptığımız ani geçiş vücudumu şaşırtmıştı, sırtımdan bir ürperti geçti.

Sabahki yalancı baharın üstüne karlı ayazlar esiyordu şimdi. Bu saatten sonra kıyafet tercihlerimi daha yünlü yapmalıydım anlaşılan.

Dağ trolü rafta duran süpürge bakım malzemeleriyle ilgileniyor gibi yapsa da bu dükkanda beni sinirlendirmek dışında gerçek bir işi olmadığını arsız yüz ifadelerinden biliyordum.

"Eee, Fred'cim," diye sordum alaycı bir nezaketle. "Buldun mu aradığını?"

Elimi omzuna yerleştirmemle sırıttı, "Buldum."

"Weasley!"

Bu kadar yakınımdan gelen sesle bir an bayılacağımı sandım. Bunu kesinlikle planlamıştı!

Sorgularcasına yüzüne baktım, biliyor muydun. Gülümsemekten başka bir şey yapmadığında ağzından bir cevap alamayacağımı anladım.

"Wood, nasıl da karşılaştık ama!"

Büyük bir ustalıkla onu savuşturdu, ikizlerin tavırlarına alışık olmalıydı. "George nerde, ilk defa ayrı görüyorum ikinizi."

"Lee'yle Üç Süpürge'ye gideceklerdi en son. Onlara önden gitmelerini söyledim, George'la ihtiyacımız olan bir iki şey var."

Weasley'nin çillerle bezeli elinde kavradığı ürünü kısık gözlerle kaptı ve inceledi. Yüzünde ürünü tasvip etmediğinin işaretçisi bir ifade belirdi. Nefesimi tutmuş izliyordum önümdeki sahneyi.

"Onun yerine şunu al, birkaç knut fazla ama daha sağlam," Gözleri dağ trolünün ardındaki bedenimi bulduğunda ruhum bedenimi terk edecek sandım bir an için. "Ceza ortağın değil mi, o?" Boynumdaki atkıya gözü takıldı, "Slytherin olduğunu sanıyordum?"

VARLIĞIMDAN HABERDARDI DEMEK!

Cümlemi toparlamaya çalışırken Cedric işini bitirmiş, yanıma dönmüştü. Rakibini görünce resmi bir baş selamı verdi, "Wood."

Oliver aynı şekilde karşılık verdi, Cedric'in aksine daha ciddi görünüyordu. "Diggory."

"Slytherin'im zaten," diye atıldım yüzüm şekilden şekle girerken. "Yanlış kıyafet seçimimden dolayı arkadaşım bir incelikte bulundu o kadar."

Tek nefeste adeta tükürdüğüm kelimelerin ardından içimden kendimi alkışladım, en azından cümle kurabilmiştim. Bu da bir gelişme.

"Chasity'ye süpürge bakacaktık tam." diye açıkladı Cedric kafasını bana çevirerek, durumdan haberdardı. Zaten bu yüzden yüzünde bilen bir gülümseme yer ediyordu.

"Takıma girmeyi mi düşünüyorsun?"

Gözlerinin parladığına yemin edebilirim, bu adamın gerçekten gönlünden geçen yol Quidditch'ti.

"Fazla ısrar etti herkes, aslında altıncı senem gibi denemeyi düşünüyordum ama sanırım denemelere girmekten zarar gelmez."

İki kaptan aralarında sözsüz bir anlaşmayla beni süpürgelerin olduğu yere götürdü, kriterlerimi ve doğru süpürge almak için gerekli ne bilgi varsa hepsini benden kopardılar.

Wood'dan aldığım bu amansız ilgiyle sarhoş olmuştum. Kendimi çok aptal hissediyordum.

"Düşmana yardım etmeye her ne kadar karşı olsam da kaliteli bir Slytherin oyuncusu görme arzum bunun önüne geçiyor." diye kendini açıkladı. "Umarım takıma girdiğini görebilirim, nedense senin diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyorum. Yılların Quidditch deneyimi diyelim." Göz kırpmasıyla eriyerek yerde bir gölete dönüşeceğimden korktum.

"Merak etme, Slytherin olsam da Flint'in yaptığı saçmalıkların farkındayım ve davranışlarını kesinlikle yanlış buluyorum." diye temin ettim. Sesim güvendiğimden çok daha kesin çıkmıştı. Bugün ona verdiğim en düzgün cevap da buydu galiba. "Takıma girince küçük değişikliklerle başlasam bile hepsini hizaya getireceğim bir şekilde, hareketlerinin binamıza daha fazla leke sürmesine izin veremem. İyi hırs ve kötü hırs arasındaki farkı bilmeleri lazım."

Wood'u etkilemeye çalışmadan takdirini kazanmıştım. Yüzünden okunuyordu. Gülümseyerek elimi sıktı. "O zaman sahaya çıktığında seni izlemek için mezuniyetten sonra Hogwarts'a uğrayacağım."

BENİ İZLEMEK İÇİN BURAYA GELECEKTİ! SIRF BENİM İÇİN!!

Yüzüm kırmızının elli tonunu gösterime sunarken zar zor kafa salladım, "Bekliyor olacağım."

Sonra bana Nimbus süpürgelerden bahsetti, özelliklerini Cedric'le sıraladılar. Sıra son model Ateşoku'na geldiğinde sanki kutsal bir varlıktan bahsedercesine hülyalı bir ifade belirdi bakışlarında.

"Bu bebek üretilmiş en mükemmel şey olabilir." derken süpürgenin gövdesini okşadı. "Estetik güzelliği bir yana, tarihin en hızlı süpürgesi. Kullanmasını bilirsen pozisyonun fark etmeksizin sana uygun bir süpürge olacaktır. Hızından dolayı arayıcılar için daha uygun gibi gelse de doğru kişinin elinde cevher gibi parlar."

Oliver'ın Quidditch kariyeri ilerlemezse bile harika bir satıcı olabileceğine emindim. Süpürgeden öyle büyük bir ilgiyle bahsetmişti ki bir an süpürgeyi almak bir yana, direkt süpürgenin kendine dönüşesim gelmişti. Neden kaptan olduğunu görebiliyordum, insanı motive etme yeteneği vardı. Ya da ben o kadar saçmalıyordum ki dramatik gençlik dizisi ana karakterlerinden birine dönüşmüştüm. Öyle ki Wilshire'ın Bianca'ya karşı davranışlarını uyguluyor gibi hissetmiştim.

"Onu alayım madem," Sözler ağzımdan düşünmeden çıkmıştı. "Eve baykuş göndereyim, hallederler."

Babamın hayatta olduğunu bilmedikleri için "Babama aldırırım" diyemedim tabii.

"Sırf bir süpürge için bu kadar para harcamana izin verecek mi annen?"

Mezara gidip sorayım bakalım verecek mi.

"Neden vermesin ki?" Barty ve Regulus'tan bulaşan burnu kalkıklığım yine boy gösteriyordu. "Black ailesi bir süpürge almaktan etkilenecek değil ya."

Cedric tabii ki aileme dair hiçbir şey bilmiyordu. Çoğu kişi gibi o da babamın ölümüyle annemin beni yetiştirdiğini ve beraber Black evinde yaşadığımızı düşünüyordu. Bir seferinde ağzından buna dair bir cümle çıkmıştı, ben de düzeltmemiştim. O yüzden doğru kabul etmiş olmalıydı.

İki kaptan da sözlerimdeki kibirli tınıyı göz ardı ederek haklılığımı kabullendi.

Oliver da alması gereken malzemeleri tamamladıktan sonra bir sorum olursa onunla konuşmaktan çekinmememi söylemiş, üçümüze de veda ederek arkadaşlarının yanına gitmişti.

Daha önceki sorumu bu sefer sözlü tekrarladım Fred'e dönerek, "Biliyordun değil mi?!" Ağzım kulaklarımdaydı.

Çocuksu sevincime gülerek kafasını sallamakla yetindi. "Ateşoku'nda bir deneme sürüşünü hak ettim mi bari?" diye sordu muzip bir ifadeyle.

"Bakarız." demekle yetinsem de benzer bir ifadeyi taşıyordum ben de. Cedric'e döndüğümde çocuksu sevincim geri gelmişti, "Ced, varlığımdan haberdarmış!"

Yıllardır bu hallerime alışkın olduğundan sakince onayladı beni, "Seni fark etmemek mümkün mü?"

"O kadar büyük bir etki yarattığımı bilmiyordum."

"Döneminde çoğu derste en iyi öğrencilerdensin, Weasley'le her karmaşanız okulun gözü önünde gerçekleşiyor, ayrıca arkadaş grubun pek de mütevazı sayılmaz." Tek kaşını kaldırdı. "Ben adını bilmemesine şaşırdım daha çok. Dört yıldır zavallı çocuğu resmen göz hapsine aldığını da unutmamak gerek! Birisi bana o kadar baksa inan bana ben de fark ederdim."

Benden tepki almak için söyledikleri üzerine göz devirerek omzuna vurdum, "Abart abart, tek işim Wood'a bakmak sanki(!)"

"Öyle değil miydi?"

"Cedric!"



 

***

 

 

Hogsmeade gezisinin geri kalan yarısı boyunca dağ trolü yanımıza kene gibi yapışmıştı, dükkanda yaptığı incelikten dolayı sesimi çıkarmamıştım. Yine de "Hogsmeade gezisinde ne yaptığını rapora yazmam lazım." dediğinde sırf bahane üretmiş olmak için söylediğinin farkındaydım. Arkadaşımla buluşmamı baltalamak istiyorsa yapsın, zaten Cedric'le yemekten önce kafamızı dinlemiştik, kızılın varlığı çok da korkunç bir değişiklik yaratmamıştı. Aksine konuşacak konu çıkarmıştı.

Planlarımın yarısının battığı bir günün ardından Cadılar Bayramı kutlamaları sıcak bir günde denizin serin sularına bedenimi teslim etmek gibiydi. Nedenini bilmesem de Cadılar Bayramı benim için hep önemli olmuştu. Melankolik bir samimiyeti vardı, belki de bayramın oluşma sebebindendir, kim bilir.

Kendi masamın yolunu uzun sürenin ardından bulabilmiştim tekrardan. Her ne kadar kızgın olsam da Sylvan ve Harry'ye (Harry'ye almak dediğime bakmayın hem Harry hem de Ron içindi bu alışveriş, ne de olsa takım halinde geliyorlardı) aldığım gibi Theo'ya da Balyumruk'tan bir şeyler almıştım. Her zamanki gibi usulca yanına kuruldum, yerimi işgal etmeye cüret edecek biri hala yoktu. Elimdeki Balyumruk'un amblemini taşıyan kese kağıdını çaktırmadan uzattım.

Kese kağıdına bakmadan, "Bu ne?" diye sordu.

"Eline alırsan göreceksin."

Bilmiş cevabımı görmezden gelerek kese kağıdının ağzını aralayarak bir göz attı. "Almana gerek yoktu, ben de geziye gitmiştim."

Omuz silkmekle yetindim, "Sylvan ve Harry'ye de aldım. Sana neden almayayım?"

Kısa bir sessizliğin ardından teşekkür etti, göz ucuyla yakaladığım tebessümü içimde bir umudu filizlendirirken belki de yarın sabaha eskisi gibi başlayabileceğimizi düşündüm. Bana bir şey almamış olması sorun değildi, asla kırgın değildim. Onun bakışlarında benim Theo'ma yakın bir ifade vardı ve bu bana yeterdi.

Ziyafet son bir ay içindeki akşam yemeklerine kıyasla fiyaskoyu andırmıyordu. Birkaç saçma yoruma rağmen keyifli geçmişti. Draco'nun çocuksu tavırlarını gösterdiği, yaşında davrandığı, Greengrass'a olan bu tuhaf önyargımın pek yer etmediği, arkadaşlarımla uzun süreden sonra gerçekten kalite zaman geçirdiğim ve yanlarına ait hissettiğim eğlenceli bir akşamdı.

Yemeğim biter bitmez Theo'yu da kolundan çekiştirerek mutfağa yönelmiştim. Sirius'un beslenme saati geldi de geçiyordu. Besleyecek bir köpeğimiz vardı ve bu köpek oldukça şımarık bir köpekti.

Mutfağa girmeden önce ortak salona uğrayıp hızlı bir Accio ile çantamı çağırmıştım. Barty'ye tekrar minnet duyarken aynı zamanda ona mektup yazmam gerektiğini anımsadım.

Theo'nun yardımıyla çantamı erzakla doldurmanın ardından ziyafetin oluşturduğu kaostan faydalanarak şatodan dışarı sızmıştık.

Sylvan'a haber vermemiş olsak da Büyük Salon'dan çıktığımızı elbet ki görmüş olacağını düşünüyordum. Ne de olsa Sylvan'dı o. Peşimizden geleceğine şüphem yoktu, gelmese de sorun olmazdı. Hazır ortalık karışıkken girip çıkmamız kolay olurdu. Üç kişilik bir iş yoktu, hatta iki kişilik bile değildi iş. Kendim gidip gelsem daha kolay olurdu. Fakat Theo'yla aramız düzelecek gibiyken onunla vakit geçirmemiz en sağlıklı karardı.

"Eee?" diye sordu ağaçların arasına saparken, "Nasıl geçti günün?"

Sessizliği bozmasıyla içime bir sıcaklık yayıldı, o da adım atıyordu. Fred'i içeren kısımları atlamam en doğrusu olurdu, yangına körükle gitmem olası iyi şeylerin sonunu getirebilirdi. Kimse sinirli bir Theo istemez.

"Eğlenceli geçti, Cedric'le uzun süredir vakit geçirememiştik. Bol bol sohbet ettik." dedim. "Peki ya senin günün nasıl geçti?"

Bir an duraksadı, adımları yavaşladı ve çevreye göz attı. Ardından toparlayarak yanıtladı, "Fena değildi. Bizim Slytherin tayfaylaydık. Birkaç dükkan gezdik, Pansy ve Daphne çay dükkanına gitmek istedi. Hani şu pembe dükkan, adını unuttum ama anlamışsındır."

"Madam Puddifoot'un Çay Dükkanı." diye soludum. "Güzel bir dükkan."

Dolunayın ışığı çam ağaçlarının dallarının arasından sızıyor, üstümüze düşüyordu. Yolumuza devam edebileceğimiz kadar ışık saçıyor, adeta yol gösteriyordu. Bu huzmelerin arasından Theo'nun yüzüne düşenin sayesinde gecenin karanlığıyla ela ve kahverengi arası bir renge çalan yeşil gözlerini devirdiğini seçebildim.

"Sevgililerin gittiği bir yer, yanlış anlaşılmak istemedik. Oğlanlarla Üç Süpürge'ye geçtik o yüzden. Pansy ve Daphne ne yaptı bilmiyorum ama çok durmadılar orda zaten."

Uzun süredir gitmek istediğim ama gitmeye fırsat bulamadığım dükkan için söyledikleri moralimi bozmuştu. Theo'ya beraber gitmeyi teklif edecektim sözde. Aramız bozulmasaydı ve teklif etsem bana da aynı cevabı mı verecekti? Kibar bir reddediliş.

Yine de içimde şeytani bir varlık Daphne'yle gitmemiş olmasına seviniyordu.

"Şu Quidditch dükkanında Wood'la karşılaştık." deyiverdim başka bir sessizliğin ardından.

En az Sylvan kadar Wood'a olan takıntımdan haberdar olan Theo şaşkınlıkla bana döndü, şatodan çıktığımızdan beri ilk defa göz teması kuruyordu.

"Orda ne işiniz vardı ki? Konuştun mu Wood'la?"

Hızla kafamı salladım, "Cedric'in alacağı bir şeyler vardı, o ürünlere bakarken Wood'la karşılaştık. Cedric'le sohbetleri sırasında benimle de konuştu. Merlin, Theo varlığımdan haberdarmış!"

Tepkime sessizce güldü, "Bir zahmet haberi olsun, değil mi? Dürbünle dikizlemediğin kaldı Chas."

Omzuna dirseğimi geçirmemle kahkaha attı. Dayanamayarak gülümsedim.

"Onunla herhangi bir zaman çekinmeden konuşabileceğimi söyledi." diye mırıldandım.

"Ha?"

Kızararak inkar ettim, "O anlamda değil! Quidditch hakkında. İlgim olduğunu öğrendiği için dedi."

Takıma girme planlarımdan bahsetmeyecektim. Arkadaşlarımın hepsi bu kadar istekliyken onlara sürpriz yapmak istiyordum. En çok Blaise'in sevineceğine eminim...

"Hmmm. İyi bari." diye homurdandı.

Homurdanmasına kaşlarımı çatarak, "Niye ki?" dedim.

"Sonuçta o bir son sınıf, Chas." diye açıkladı. "Bizse dördüncü sınıfız. Tuhaf olurdu. Reşit olsak sorun olmaz ama daha Hogwarts'tayken üç yaş büyük birinin sana ilgi duyması rahatsız edici bir senaryo."

Gerçeklerin farkında olarak onu temin ettim, "Yok canım, zaten Wood'un gözü süpürgesinden başkasını görmez ki. İçin rahat olsun. Şansım sıfıra yakın."

Oliver'a beslediğim hisler her kızın ergenlik yıllarında en az bir kez başına gelen doğal bir şeydi. Karşılık bulması imkansız, büyüdükçe unutulacak hislerdi bunlar. Mezun olduktan sonra belki de gülecektim hatırlayınca. Kendimi heba edecek bir durum yoktu. Hayranlık duyusuydu bu. Ünlü, yakışıklı bir erkek müzik grubuna duyabileceğin cinsten. Ya da yan komşunun üniversiteye giden oğluna.

Çok fazla televizyon izlemiştim yazın.

Havadan sudan konuşarak Bağıran Baraka'ya varmıştık. Geçitten çıkar çıkmaz ayaklarım beni pencereye götürdü. Bakışlarım istemsizce dolunayda kilitlenip kalmıştı. Yüzümü ekşittim, zavallı Remus amca. Herkes şölende eğlenirken o nasıl da acı çekiyor olmalı.

Daldığımı fark ederek elini omzuma yerleştirdi, "Çok mu yorgunsun? Daldın yine."

"Sanırım öyle de diyebilirsin." diye yanıtladım gözlerimi sonunda aydan ayırarak. "Sirius uyuyor herhalde, baksana ne kadar sessiz ev."

Ciddileşerek etrafa bakındı, "Gerçekten çok sessiz."

Bulunduğumuz oda olduğu gibi duruyordu. Sirius'un tekli koltuğunun üstünde yarım kalan örgüsü şişlenmiş yumağına eşlik ediyor, bir çift terlik de ikili koltuğun önünde atıl vaziyetteydi.

Sanki evren bizimle dalga geçermişçesine geçitten tuhaf sesler duyuldu. İlk başta ayak seslerine benziyordu, ardından birisi düşünce çıkan gürültüyü anımsatan bir ses onu takip etti.

Theo'yla asalarımızı kaldırırken bakıştık. Sirius çok zor durumda kalıp dışarı çıkmış şimdi de geri dönüyor olabilirdi, belki de birisi Sirius'tan haberdar olmuştu ve seherbaz yollamışlardı veya gelen sadece Sylvan'dı.

Tespit edemediğim başka bir takım seslerin daha gelmesiyle Sylvan'ın kendini atması bir oldu.

"Nefret ediyorum şu gecitten!" diye çığırdı. "Söğüdün dalları yüzünden kaçıncı bileğimi neredeyse burkuşum bilmiyorum bile!" Ona doğrulttuğumuz asalarımızı görmesiyle kaşlarını çattı. "Ne o? Korku filmi dozunuzu mu kaçırdınız? Freddie Krueger'ı mı bekliyordunuz yoksa?"

Rahat bir nefes alarak asalarımızı kaldırdık. Sadece Sylvan'dı...

"Sirius ortada yok." diye paranoyamızın sebebiyetini verdik.

Sarışın duyduklarıyla yüzündeki şakacı ifadeyi silerek ciddileşti, "Her yere baktınız mı?"

Cıkladım. "Biz de yeni geldik zaten."

"Belki de uyuyordur, on iki yılın yorgunluğu var sonuçta. Ben yerinde olsam başımda trampet çalsalar uyanmazdım. Bence uyuyor."

Fikrinde haklılık payı olsa da onun düşünmesine gülmeden edemedim.

"Sen on iki yıl Azkaban'da yatmadan da uyanmıyorsun zaten." diye lafı yapıştırdı Theo sırıtarak. "Bir de on iki yıl hapis yesen ölüm uykusuna yatarsın artık."

Alayla yanıtladı Sylvan, "Ha ha ha, çok komik(!) Formundasın bakıyorum, Nott."

"Tabii formumdayım Rosier."

Sylvan'ın önerisine uyarak yatak odasına bakmak üzere odadan çıktık. Yatak odası -ya da ondan geriye kalanlar- dokunulmamış gibiydi. Sabah kalktığı gibi yatağını toplamış bir daha da dokunmamıştı anlaşılan. Sırayla birbirimizden ayrılmadan bütün odaları gezdik, bazıları girilemeyecek kadar hasarlıydı. Sanki içeriye bir sığın girip etrafa boynuzlarını geçirmişti. Bazı hasarlı odalarda gerçekten geyik boynuzu girmişçesine sık delikler vardı. Bu tuhaf hasarların evin bir zamanlar yaşayan sahipleri mi yoksa Sirius gibi bu eve sığınan rastgele insanlar tarafından mı bırakılmış olduğunu düşünmeden edemedim.

"İçeri sığın ya da gergedan atmışlar, baksana." diyerek elini duvarın hasarlı kısmında gezdirdi Sylvan. Her zamanki gibi aynı şeyi düşünmüştük yine.

"Nasıl sokacaklar ki o kadar kocaman hayvanları?" Alt katı Lumos yardımıyla aydınlatıyordu bakabilmemiz için. "Büyüdür, belki de sivri bir objeyle saldıran holiganlardır. Bir ihtimal aksiyon peşinde animagus olmuş bir grup genç de olabilir. Eğlencenin dozunu kaçırmışlar, biraz vandalizme bulaşmışlardır."

"Neyse, olan olmuş zaten, bize ne."

Sirius ortalıkta yoktu, nerede olduğuna dair bir fikrim olsa da bu düşüncenin gerçek olmadığını ummaktan başka bir şey yapamıyordum.

Alt katta işimiz kalmadığından her an çökeceğinden korktuğum, evin geri kalanı gibi tahtadan dizilmiş merdivenlere geçtik. Sylvan ve Theo beni ortalarına almış, Theo asasıyla yolumuzu aydınlatacak şekilde önden ilerliyordu.

"Yakalanmış olamaz değil mi?" diye sordu Sylvan ardımdan. "Yüzdü yüzdü kuyruğuna geldi, bu saatten sonra Azkaban'a geri yollanırsa kusura bakmayın ama çok gülerim. Adına üzülürüm, orası ayrı, yine de ironiye gülerim."

Theo omzunun üstünden ikimizi süzdü, "Yakalanırsa Azkaban'a geri götürüleceğini sanmam, idam en olası seçenek. Ruh Emiciler neden burda sanıyorsun? Ruhuyla ziyafet çekmek için adeta kıvranıyorlar." Kafasını çevirirken kısa bir süre için de olsa yüzünü acı bir ifadenin bürüdüğünü yakalayabildim. "İğrenç yaratıklar şu Ruh Emiciler. Bakteri gibi ürüyorlar."

Dikkatini çekmek için cübbesinin yenini yakaladım, "Theo," diye başladım alçak ve yumuşak bir sesle. "Daha önce Ruh Emicilerle aranda bir olay mı geçti?"

Bakışları tekrar üzerime düşerken beni görmüyordu, gözleri geçmişte yaşıyordu. Aklının da burda olduğunu sanmıyorum.

"Küçükken arazimize dadanmışlardı, nedenini bilmiyorum, Ruh Emicilerin başıboş görülmesi nadirdir. Hele o kadar kalabalık bir topluluk... bilmiyorum. Babamla alakalı bir şeydir herhalde." Normalin aksine cümlelerini toparlayamaması ve fazla dağılmasından belki de ona musallat olan bu melankolinin babasından kaynaklandığını düşündüm. Yine ne yapmıştı bu adam? "Bizim evin-"

Sylvan iki eliyle Theo ve benim kollarımızı kavradı ve sessiz olmamızı tembihledi. Theo'nun asasını söndürmesini işaret ettikten sonra merdiven tırabzanlarının sonuna dikti gözlerini.

Ne olduğunu sormama fırsat vermeden kolumu tutan eliyle bu sefer ağzımı kapattı. Sessizce ortamı yokladı. Ardından ikimize de yaklaştı ve fısıldadı, "Yukarda birisi var ve bu Sirius değil."

Aklımda bin bir olasılık canlanırken aramızda etrafımızı saran karanlığa rağmen gergin bir bakışma geçti. Işık kaynağımızın yokluğunda figürlerini zorlukla seçebilirken, ay ışığının içeri yansıyan huzmeleri camdan uzaklaştıkça cılızlaşsa da merdivenlerde en azından gözlerinin akını ayırt etmeme yardımcı oluyordu. Davetsiz misafirimiz seherbaz olabilirdi, herhangi bir kişi de... Hatta macera arayışında bir muggle bile olabilirdi.

Sylvan'ı taklit ederek fısıldadı, "O zaman ormandaki ses sana ait değildi."

Bakışlarım tekrardan Theo'nun olduğu yere dönerken bana neden haber vermediğini düşündüm. Önceden söylemiş olsa engel olabilirdik.

"Yakınınızda olsaydım size yetişirdim, tabii ki ben değildim." diye yanıtladı Sylvan. Yüzünü göremesem de göz devirdiğini hissedebiliyordum.

Theo'ya dönerek düşüncelerimi dile getirdim. "Neden bana bir şey demedin?" Göremeyeceğini bilsem de kaşlarımı çattım. "Söyleseydin icabına bakabilirdik!"

Ani yükselişimle iki oğlan da bana hiştleyerek elleriyle susturmaya çalıştı.

"Çünkü takip edildiğimizi düşünmedim, hayvan falandır dedim. Nerden bileyim delinin tekinin peşimize düşeceğini?" Derin bir nefes aldı, üçümüz de panik halindeydik ve aramızda doğru düşünebilen tek kişi Sylvan'dı. "Sylvan gelince de duyduğum sesin ona ait olduğunu varsaydım."

"Çenenizi kapayın da ne yapacağımızı düşünün." dedi mantığını bizim aksimize kaybetmemiş sarışın. "Emin değilim ama tek bir kişi galiba."

Sessizlik üzerimize çökerken bir süre hızlı nefes alış-verişlerimiz ve kendi kalp atışlarımın dışında bir şey duymadım. Avuç içlerim terlemiş ve boynum kasılmıştı. Yutkunurken dilimin de kurumuş olduğunu fark ettim. Sonraki sözlerimi kanıma pompalanan adrenaline bağlıyorum, "Üç kişiyiz, birimiz dikkatini dağıtır. Sonra öbür kişi saldırır, üçüncü de onu hazırlıksız yakalar. Obliviate yaparak kurtulabiliriz."

Theo teklifimi uygulamaya koyabileceğimize dair bir şeyler mırıldanırken Sylvan tekrardan koluma yapıştı, "Gizlice alt kattan sıvışmayı önerecektim aslına bakarsan. Siz ikiniz cidden delirmiş olmalısınız, Sirius'u bulmak önceliğimiz olmalı."

Konuşmanın gereksiz uzadığını hissetmiş olmalı ki sıktığı dişlerinin arasından konuştu. "Şu yukardaki dingil her kimse Sirius'tan haberdar, Sylvan." Yukarıyı işaret ederek ekledi, "Eğer temizlenmezse Sirius'u bulmamız bir işe yaramayacak, gidip birilerine ötecek."

Aynı zamanda hem dehşet, hem korku hem de heyecan hissediyordum. Merdivenlerden koşarak çıkmak ve bilinmeyen belalı şahsı yere indirmek istiyordum. Sanki Sylvan kolumu bıraksa herhangi bir şeyi başarabilecek gibiydim.

"Siz ikinizi bilmiyorum ama ben gidiyorum. Yarım saattir çene çalıyoruz zaten, bizi biliyor olmalı." der demez Sylvan'ın kavradığı kolumu kurtararak merdivenlerden uçarcasına çıktım.

Theo ardımdan uyarı çığlıkları atıyordu ama ben kulağımdaki çınlama ve göğüs kafesimi kıracak gibi atan kalbimden onu duymuyordum bile. Asamı çektim, gardımı aldım.

"Her kimsen çık." Sesim umduğumdan daha tok çıkmıştı. Babam ve Barty'nin dediği gibi en kötü anımda en güçlü gözükmeye çalışıyordum. Ha, şu an içine düştüğüm durumu görseler sözlerini geri alır ve neden aksiyon peşinde olduğuma dair nutuk çekerlerdi, orası ayrı. "Orda olduğunu biliyorum ve eğer uslu uslu sözümü dinlersen sana zarar vermeyeceğim."

Arkamda biten arkadaşlarımın ağzıma etmek istediklerini biliyordum. Odayı temkinli adımlarla turlarken ses duyduğum yerlere Bombarda fırlatıyordumÇok geçmeden Theo, ardından Sylvan da bana katıldı.

"SABRIM TAŞIYOR!" diye bağırdım en sonunda dayanamayarak. "Ya çıkarsın ya da binayı havaya u-"

"GÖRDÜM!" Sylvan çevik bir hareketle Revelio yaparken aradığımız kişiyi gözler önüne sermişti. Theo da onu bize doğru çekmiş, kapıyı mühürlerken kaçmasını engellemişti.

Karşımda gördüğüm kızıl saç yumağıyla sanki zaman donmuştu. Yutkunmaya çalıştım. Bir ay içerisinde gelişme gösterdiğimizi düşünürken nasıl da aptalmışım. Benden bilgi topluyordu kesin. Ben de saf olduğumdan resmen çuvalla dağıtmıştım.

"Weasley." diye tısladım.

Theo kızılı işaret ederek sordu, "Hala etrafında takılmazsın herhalde, Chasity?"

"Theo, sırası değil."

Sylvan atılıp da onu uyarmasa ağzımdan hoş olmayan şeyler çıkacaktı, tekrardan teşekkürler Evan Rosier.

"Sürpriz!" diye şakıdı Gryffindor. "Yalnız demem lazım ki bir işler karıştırdığınızı bilsem de sizde Sirius Black'e yardım edecek kadar yürek olduğunu düşünmüyordum, tebrik ederim, beni yanılttınız." Üçümüze teker teker baktı ve güldü. "Ne o? Hayalet görmüş gibisiniz."

Onun her zamanki laubali tavrını görmezden gelmeye çalıştım.

"Ne zamandır farkındasın?"

"Çok da zor olmadı aslında, düşündüğünüz kadar iyi ajanlar değilsiniz." Asasını parmakları arasında çevirdi. "Bir şeyler olduğunun bir aydır farkındayım - aşağı yukarı. Büyük bir şey olduğunu fark edeli bir - iki hafta oldu."

Theo sözsüz bir Expelliarmus'la asasını kaparken hiç de korkmuşa benzemiyordu. Aksine sinir bozucu bir rahatlığı vardı.

Bu sefer Sylvan sordu. "Başka bilen var mı?"

"Hayır, sadece ben. Bir de kıkırdayarak ne kadar rezil olduğunuzu yazdığım pembe, kalpli günlüğüm!"

"Chas haklıydı, Obliviate atalım yeter. Gereksiz uzadı bu iş."

Theo'nun asasını doğrultmasıyla ellerini teslim olurcasına kaldırdı, "Hey, hey! Sakin... Siz Slytherin'ler neden bu kadar acelecisiniz? Bir şey anlatmaya çalışıyorum şurda, Merlin." Göz devirerek bana döndü, Theo'yu kızdırmamak için ani hareketlerden kaçınıyordu anlaşılan. "Amma acımasız çıktın sen de Potter, cidden hafızamı silecek değilsiniz ya?"

Bu gece Ruh emici öpücüğüne yakalanma ihtimalim gerçekleşemeden kalpten gidecektim anlaşılan. Ben şaşkınlıkla Weasley'ye bakarken Sylvan ve Theo da dehşetle bana bakıyordu.

"Tamam Obliviate'i cidden hak etti!" diye bağırdı Sylvan. "Bunu nerden anladın, Chasity'yi köşe bucak takip etmiş olamazsın ya?"

Boğazımı temizledim, "Hafızanı silmemem için bir sebep ver Weasley."

"Hay-hay küçük patron."

Cebinden eski bir paşömen çıkardı. Kağıt parçasını görmemle ilk senemizde bulaştığımız bela aklıma geldi. George'un bana hala göstermediği sihirli parşömendi bu.

"Hatırlarsın ya?" Parşömeni salladı. "George neden sana hiç göstermedi sanıyorsun?"

Parşömeni elime almak için hamle yaptım ama geri çekti. "Veremem. Yine de asamı vereceğinizi sanmıyorum, o yüzden lütfen nezaketini bahşederek kendi asanı parşömene doğrultur musun? 'Tüm ciddiyetimle yemin ederim ki, hayırlı bir şey düşünmüyorum' demelisin bir de."

Theo hızla aramıza girdi, "Sen dalga mı geçiyorsun bizimle?"

"Yo, gayet ciddiyim."

İkisinin saçma kavgasına fırsat vermeden dediklerini uyguladım, George'un adını geçirmesi güvenmem için yeterliydi. Onun bana zarar vermeyeceğini biliyordum.

Hareketimle parşömenin üzerinde lekeler oluşmaya başladı, bu lekelerin bir kısmı krokiye dönerken bazıları da isimlere dönüştü. Mürekkep sarı kağıdın üzerinde turunu tamamladığında canlı bir Hogwarts haritasıyla bakışıyordum.

"Bu şey... herkesin gerçekten ne yaptığını gösteriyor mu?" Elim Harry'nin isminin üzerinde gezindi. Hala şölendeydi. Ron ve Granger da yanındaydı.

"Aynen öyle seni zeki şey. Sormadan söyleyeyim, harita asla yalan söylemez. Herkesi gerçek adıyla gösterir. Herkesi."

Sanırım hafızasını silmemem için yeterliydi bu sebep. George da biliyorken Fred'in zihnini temizlesek neye yarardı ki? Ayrıca George'a bunu yapamazdım...

Haritadan ve Weasley'den uzaklaşarak elimi saçımdan geçirdim, ter içinde kalmıştım ve üstüm tozla kaplıydı. "Yani başından beri biliyordun."

"Neden sakladığını hala bilmesem de evet, biliyorduk." diye onayladı. "George seni kim olduğunu bilerek kabullendi, ben de aynı sebepten sana güvenmedim."

"Obliviate için hala geç değil."

"Theo!"

"Sadece hatırlatıyorum."

Sylvan'a yardım istercesine baktım. O da Theo'ya bakıyordu. Çıkmaza sürüklenmiştik.

"Neden peşimizden geldin peki?" diye sordum en sonunda. "Çıkarın ne? Gammazlayıp para ödülüne mi konacaksın, yoksa sadece hayatımı zorlaştırmaktan paha biçilmez bir zevk mi alıyorsun?"

Yarısı açılı parşömenin katlanmış kısımlarını da açarak haritanın bütününü gözler önüne serdi.

"Sormana sevindim, aslında ikisi de değil." Gelmemi işaret etti. "Şu ismi tanıyor olmalısın. Hem de oldukça yakından."

Tekrar yanına döndüm, işaret ettiği isme baktım. Gryffindor erkek yatakhanesinde hareket eden, büyük ihtimalle volta atan biriydi. Peter Pettigrew.

"Sirius'un bahsettiği- bir dakika ama! Sen nerden biliyorsun?"

Sylvan ve Theo da tepkim üzerine meraklanarak haritadaki isme bakmıştı.

Bütün gerginliğin arasında bir kahkaha yankılandı, "Demek Sirius okulda olduğunu söylerken ciddiymiş, kafayı sıyırdı sanmıştım."

Sylvan'ın sözlerine biraz da sinirlerimin bozulmasından olsa gerek ben de gülmüştüm.

"Sirius ne kadarını anlattı bilmiyorum ama Ron'un faresi Pettigrew." Bombayı bırakmasıyla tepkimizi ölçercesine yüzlerimizi inceledi. İstediği atmosferi yakalamış olacak ki devam etti, "Haritada ismini bastıbacak Ronnie'yle ilk gördüğümüzde çok umursamadık, sonuçta illa kızlardan hoşlanacak değil ya. Kendi özeli diye kurcalamadık fazla. Ne zaman ki dört kişinin olduğu ortak salonda aynı ismi beşinci kişi olarak gördük- işte o zaman bir bit yeniği olduğunu anladık. Gerisi de çorap söküğü gibi ilerledi."

"Yani amacın Pettigrew'dan kurtulmak? Buna inanmamızı beklemiyorsun herhalde."

Theo'nun sözlerine içerlenmiş gibi gözüküyordu. "George dışında kardeşlerimle sık zaman geçirmemem ve onları zorbalamam onlara değer vermediğim anlamına gelmez... Ayrıca ilk Percy'nin faresiydi o, gerçekler ortaya çıkınca ne tepki verecek görmem lazım."

Belki fazla hızlı güveniyordum ama işimize yarayabileceğine emindim. Harita işimizi kolaylaştırabilirdi, ayrıca Gryffindor yatakhanesine girebilmesi en hızlı kişi de oydu. Yarına Pettigrew'u yakalayıp Sirius'u aklayabilirdik. Daha fazla kovalamaca ve tehlikeye gerek kalmazdı.

Ama Theo benim açımdan bakmıyordu olaya. Weasley'nin ihanetinin olası olduğunu tekrarlarken aklından neler geçtiğini az buçuk tahmin ediyordum. Weasleyler pek varlıklı sayılmazdı ve Fred'in bu yüzden para ödülünün peşinde olduğunu düşünüyordu, yıllardır süregelen sürtüşmemiz ve son bir ayda gerçekleşenler hesaba katılınca Weasley'ye dair olası bir güven gittikçe yok oluyordu.

Saçma bir tartışma bir kavgaya dönüştü, hızla alev aldı ve en sonunda Sylvan'ın el atmasını gerektirecek kadar büyüdü.

"Sen iyice alışmışsın bakıyorum Weasley'ye, sana yalan söylemesine rağmen hala ona güveniyorsun. Merlin, Chasity! Kim olduğunu biliyor! Ne kadar riskli bu farkında mısın?" Birbiri ardına yığdığı sözler gittikçe hızlanmaya ve fonetik olarak İtalyanca'ya kaymaya başlıyordu.

Benim için endişelendiğinin farkındaydım. Yine de bana çocuk muamelesi yapmasına ihtiyacım yoktu. Durumun ehemmiyetini anlıyordum, ne de olsa neredeyse bebekliğimden beri Barty ve Regulus haricinde herhangi bir insanın karşısına çıkmadan önce yüz kez kafama kazınıyordu. Ben ne tam olarak bir Potter ne de tam olarak bir Black'tim. Hiçbir zaman hiçbir isme ait olmayacaktım ve ben buna alışıktım. Arafta büyümüştüm ki ben!

"Her ne kadar Weasley'den en az senin kadar nefret etsem de Chas haklı, Theo." diye araya girdi Sylvan, bir elini omzuma kuvvet vermek istercesine yerleştirerek. "Pettigrew'u yakalayıp Sirius'u aklamak önceliğimiz. Hem yanlış bir hatasında Weasel-bee'yi iki bacağından tutup cart diye ayırarak kendisine üçüz çıkaramayacağımızı kim demiş? Sonuçlarından eminim haberdardır."

Tehdit ederken sesine ayrı bir keyif gelmişti, gözlerine baktığımda o meşhur Rosier parıltısı bana el sallıyordu, deli ama tehlikeli.

Herkesin unuttuğunu varsayarak hatırlattım. "Fazla vakit harcadık, yasaklı saat başlayacak yakında. Şatoya dönmemiz lazım."

Gökyüzünü kontrol ettiğimizde dolunayın ilk çıktığımız zamana kıyasla ardından doğmuş olduğu dağdan gittikçe uzaklaştığını fark ettik. Birkaç saat öncesinin aksine yükseldikçe daha parlak bir ışık yayıyordu. Gecenin abanoz karanlığını yalancı bir güneş misali aydınlatıyordu.

"Sirius'un nerde olduğunu hala bilmiyoruz."

Dudaklarımı büzdüm, "Korkarım ki gerçek olması olası bir tahminim var."





***

 

 

Şatoya girdiğimizde sakinleşen şölen sarhoşluğu yasaklı saati geçirmeden yatakhanelerine gitmeyi amaçlayarak koridorlarda ilerleyen öğrencilerde hala yaşıyordu. Pelerin bende olsa sorun etmeden şatoyu gece boyu turlayabilirdim ama maalesef şu an kendisi biricik kardeşimin sandığının derinlerinde bir yerdeydi.

Sylvan bugünlük yeterince macera atlattığımızı homurdanarak binasına koşar adım kaçmıştı. Ben de onunla aynı fikirdeydim, içten içe yatağıma atlamak ve yumuşak, ipek yorganımın altında uykunun sıcak kollarına kendimi bırakmak istiyordum. Ancak bir yandan Theo ile düzelmeye başlayan ne varsa hepsinin altüst olduğunu kendime hatırlatıyor, kendimce yas tutuyordum.

Zindanlara beraber dönerken nasıl da gergin olacaktık yine. Ortak salona girecek ve Daphne'nin Theo'ya benden daha yakın olduğunu fark ederek yine kendi kendimi üzecektim.

Bu yüzden Theo gelip gelmeyeceğimi sorduğunda Fred'e ortak salonuna kadar eşlik edeceğimi söyledim. Yeşil gözlerinde yaşanan fırtınalar bana belki de dönüşü olmayacak bir seçimde bulunduğumu işaret ediyordu. Ellerimden kayıp gitmesini korkuyla izledim, "Hemen dönerim, önemli bir şey konuşmam lazım." desem de bakışlarında bir değişiklik olmadan taş koridorlarda yankılanan adımlarıyla beraber yok olup gitti.

Weasley'ye döndüğümde yüzünde beni artık şaşırtmayan bilmiş bir ifade vardı. Belki de beni düşündüğümden iyi tanıyordu, hatta anlıyor bile olabilirdi.

"Kutuplara gittiğimizi sandım bir anda. Neydi o öyle? Cennet- pardon zindanlar cennet olamaz ya, cehennemde sorun mu var?"*

Ters bir cevap yapıştırmak istesem de kendimi tuttum, yol boyu Theo ile aramızda yaşanan olayı anlatacak değildim ona. Ne kadar az kendimden bahsedersem o kadar güvendeydim.

Sessizliğim sayesinde ağzımdan laf alamayacağını anlamış olsa gerek konuyu değiştirdi.

"Bana bir açıklama borçlu olduğunun farkındasındır umarım, Potter."

Uluorta yüksek sesle gerçek soyadımı dillendirmesiyle panikleyerek ellerimi ağzına bastırdım.

"Manyak mısın sen?!" diye tısladım. Yüzünde içinde bulunduğu durumdan bir hayli keyif aldığı okunuyordu. "Herkesin içinde bana o şekilde seslenemezsin. Gizli olmasının bir sebebi var!"

Ellerimi yüzünden yavaşça sıyırdı, "O zaman anlat."

Ah, evet. Yasaklı saatin başlamasına yirmi dakika kadar varken anlatmalıyım, kesinlikle. Hem de koridorlar öğrenci kaynarken!

"Etrafındakilerin farkında mısın?" Beyninin algılayabilmesi için çevremizi saran binalarına yetişmeye çalışan öğrenci yığınını işaret ettim. "Herkesin duyabileceği bir yer ve saat. Ayrıca sana neden anlatmak zorundaymışım ki?"

Omuz silkti, "Nott ve Rosier biliyor. Ben -ee ben ve George.. biz neden bilmeyelim?"

Baygın bakışlarımın altından onu süzdüm, "Hayatımı zorlaştırmak hobin mi? Ciddi soruyorum."

Dudakları ortaya çıkmak için çırpınan gülümsemesini bastırma çabasında titredi. "Belki."

Küstah bir 'hıh' sesiyle kafamı çevirdim, klasik dağ trolü.

"Dağ trolü..."

Hızlandırdığım adımlarıma uymaya çalışarak kolunu omzuma attı, "Efendim garkenezcim?" Bu sefer gülümsemesini bastırmaya çalışmadı bile. "Neyin var?"

Aklımdan pek nazik olmayan bir yanıt geçse de babamın yetiştirdiği prenses olarak o lafları yuttum. "Sen varken başka soruna yer kalmıyor."

"Aklından ilk geçeni söyleseydin şuracıkta erir göl olurdum bak." Cıkladı. "Nedir bu prenses ayakları?"

Omzumdaki kolunu silkerek uzaklaştırdım ve Barty'nin büyüttüğü denizci ağızlı cadı olarak yanıtladım, "Ebenin amıdır, tanışmak ister misin?"

Beklediğimin aksine yüzü kıpkırmızı kesildi, boğulurcasına sesler çıkarmasıyla kriz geçirdiğini düşündüm. Sonra ciğerlerindeki bütün havayı boşaltırcasına bir kahkaha attı.

"Fena değilsin, cidden fena değilsin." dedi ve saçımı karıştırdı. "İtiraf etmeliyim ki seninle zaman geçirdikçe beni şaşırtmaya devam ediyorsun."

Eline şaplak atarak kafamdan uzaklaştırdım. Kömür karası perçemlerimi düzeltirken ona ters bir bakış atmayı ihmal etmedim.

"Seninle zaman geçirdikçe tercihlerimi sorgulatıyorsun."

Gryffindor ve Ravenclaw kulelerinin olduğu kata çıkıyorduk. Ravenclaw kulesine giden koridora çok kez gitmişliğim vardı, hatta bir kez binaya sızmıştım. Görünmezlik pelerini sağ olsun bulaşmadığım bela, yıkmadığım kural kalmayacaktı bu gidişle. Gerçi ben masum kalıyordum Harry'yle karşılaştırınca. İlk senesinden Voldemort'u bulmuş, tekrardan def etmişti. Potter'lar her zamanki gibi şaşırtmıyor, belayı mıknatıs gibi çekiyor.

"Bunu iltifat olarak alacağım."

"Ben olsam almazdım."

Koridorun başına vardığımızda ortalık ana baba günüydü.

"Bu normal mi?" diye sordum ona dönerek. "Değişik yaratıklar olduğunuzu biliyorum ama..."

Az evvelki muzip halinden eser yoktu. Çattığı kızıl kaşlarının ardından insan selini inceledi, "Hayır... hiç normal değil." Gözleri ikiziyle kesişir kesişmez, "Sen burda kal, ne olduğuna bakıp geliyorum." dedi.

Anında itiraz ettim, "Hayır, ben de geliyorum." Burada ağaca dönmeye niyetim yoktu. Hem dramayı kaçıramazdım. Sylvan'dan önce dedikodu öğrenme fırsatını elimin tersiyle mi itecektim?

"İyi hadi gel madem ama çok dikkat çekmemeye çalış, malum Slytherin'sin." Hakaret ettiğini sanmıştım ki ekledi, "Hani doğal yaşam alanın soğuk, ürkütücü ve rutubetli zindanlar ya Chasity'cim. Neden burada olduğunu sorarlarsa ne diyeceksin? 'Evcil dağ trolümü romantik buluşmamız sonrasında centilmence odasına kadar uğurladım'?"

Sözlerine burnumdan güldüm. "Anca rüyanda görürsün."

"Hiç merak etme, fazlasını bile görüyorum tatlım."

Beni sinirlendirme çabasını duymazdan gelerek peşinden ilerledim, portrenin önünde kardeşimin kuzguni saçlarını seçebiliyordum onlarca kafanın arasından. Dumbledore birkaç adım önümüzde kalabalığı yararak ilerlerken Granger'ın feryadını duydum, "Olamaz!"

Fred elimi yakalayarak açtığı yoldan geçmeme yardımcı oldu. Kalabalığın önüne vardığımızda George yanımıza gelerek Şişman Hanım'ın ortadan yok olduğunu haber verdi.

Portrenin olması gereken yere baktığımda tuvalin vahşice yırtıldığını gördüm. Sanki bir ejderha pençesini geçirmişti. Korkunç bir manzaraydı. Babam sanat eserinin geldiği hali görse eminim kriz geçirirdi. Theo'nun da İtalyanca küfürler savuracağından şüphem yoktu.

Fred'i yakasından tutarak hizama eğdim, "Al sana Sirius. Okulun içinde herhangi bir yerde olabilir." diye fısıldadım.

"Aklaması gittikçe zorlaşıyor." dedi aynı şekilde fısıldayarak.

George ikimizi de kenara çekti, "Yolu kapatıyorsunuz."

Remus, Severus ve Profesör McGonnagall adeta maraton koşarcasına öğrencilerin arasından bize doğru yaklaşıyordu. Öyle telaşlıydılar ki bir an sanki suç işlemişim de benim peşimdeler gibi hissettim. Onlar Dumbledore'un yanına varana dek istemsizce nefesimi tuttum. Tekniken bir suçluyu saklayarak suç işlemiştim ama konu bu değil.

"Onu bulmamız gerek," dedi Dumbledore. "Profesör McGonagall, lütfen derhal Bay Filch'e gidin ve ona şatodaki her tabloda Şişman Hanım'ı aramasını söyleyin."

"Şansa ihtiyacınız olacak!" diye şakıdı Peeves üstümüzde süzülürken. Kaostan ziyafet çekerken zevkten dört köşe olmuştu.

"Bana hep Peeves'i hatırlatmışsındır." dedim Fred'e fısıldayarak. "O kadar benziyorsunuz ki..."

"Hatırlat da falındaki gibi erken ölürsem ben de sana musallat olayım bari." diye karşılık verdi sinir bozucu bir edayla.

"Yaşarken yeterince belasın, ölümden sonra sal en azından."

Dumbledore ne demek istediğini sorunca Peeves'in yüzündeki sırıtış silinmeye başladı. Müdürümüze sataşmaya bir yerleri yemiyordu. Zaten Kanlı Baron ve Dumbledore dışında kimsenin sözünü dinlemezdi.

"Utanıyor, müdür hazretleri, efendim." dedi göt korkusunun getirdiği abartılı bir saygıyla. "Görünmek istemiyor. Berbat bir durumda. Onun dördüncü kattaki peyzajda koştuğunu gördüm, efendim. Ağaçların arasına girip çıkıyordu. Fena halde ağlıyordu." Kadıncağızın halini betimlerken müthiş bir neşe bürümüştü yüzünü. Dalga geçercesine sahte bir hüzünle ekledi, "Zavallıcık."

Dumbledore yavaşça sordu, "Kimin yaptığını söyledi mi?"

O da kimin yaptığını en az benim kadar biliyordu, şu an sadece Sirius'un adını karalamak ve ona olduğundan beter bir profil çizmek için uğraşıyordu. İstese başka bir bahane bulup herkesi ikna edebilirdi. Bizleri yatakhanelerimize yollar, bir iki tatlı yalanla yaşananları unuttururdu.

Her ne plan yapıyorsa bu plan uğrunda Sirius'u bilerek feda ediyordu. Ve ben buna izin vermeyecektim, bütün senemi alsa da Pettigrew'u yakalayıp onu adalete teslim edecektim.

"Ah, evet, profesör hazretleri." dedi Peeves. Büyük bombayı bırakmaya hazırdı, "Anlıyorsunuz ya onu içeri sokmayınca adam çok kızmış." Süzülürken takla attı. "Çok öfkeli bir adam bu Sirius Black."

Onu bulduğumda ben daha öfkeli olacaktım. Eğer beyefendi kıçının üstünde oturmayı öğrenir de onu aklayabilirsek ilk işim onu öfke kontrolü için terapiye yollamak olacaktı.

Heyecanlı ve korku dolu fısıltılar bir uğultuya dönerken Dumbledore hepimizi Büyük Salon'a yolladı. Fred ve George'un arasından sıvışarak Harry'yi buldum. En az diğer herkes kadar bu durumdan etkilenmişti. Yüzünde okunamayan bir ifade vardı. Sirius, seni bir yakalayayım hele...

"Harry?" Kaburgasından dürttüm. "İyi misin?"

Sesimle sıçradı. Bakışları adeta burada ne aradığımı soruyordu. Kalabalığın dikkatini çekmemek için fısıldayarak sordu, "Abla, burda ne işin var senin?"

Arkadan birinin bizi iteklemesiyle ona ters bir bakış attım. Harry'nin koluna girerek merdivenlerden inişimizi hızlandırdım. "İnan bana Harry ben de kendime aynı şeyi soruyorum." diye homurdandım. "Anlaşılan biz Potterlar gerçekten belayı çekiyoruz."

Nefesi altından güldü, "Ona ne şüphe."

Sonunda koridorda açıklığa kavuşmuştuk. Yine de kolundan çıkmadım, normal kardeş anlarımız sayılıyken tadını çıkarmak istedim. Her ne kadar okul binada fink atan seri katilin(!) korkusuyla çalkalanıyor olsa da sevimli bir andı bu!

Dağ trolünün daha önce dediğini tekrarlayarak, "Weasley'yi kapısına kadar geçireyim dedim." diye açıkladım bulunma sebebimi.

Tuhaf bir bakış attı. "Fred'le aranda bir şey mi var?"

Bıkkın bir oflamayla kafamı geri attım. Hadi ama! Kaçıncıydı bu?

"Sen de mi Brütüs?" diye homurdandım. "

"Kapıya kadar geçirmenin başka açıklaması ne olabilir abla?" Sırıtarak sorduğu soruya yanağını mıncırarak karşılık verdim.

"Bir şey konuşuyorduk, prensesi bıraktım o kadar. İyi ki de bırakmışım, yolda ölü bulunsa benden bilecek herkes." Göz devirdim düşünceyle.

Dediklerimle kasılmıştı. O sırada Sirius'u katil olarak bildiğini hatırlayınca irkildim. Bu kadar adrenalin beynimi uyuşturmuştu anlaşılan.

"Black'ten korkuyor değilsin ya Harry?" dedim. "Senin peşinde olsa eminim çoktan halletmişti, şölende olduğunu anlamayacak kadar salak olduğunu sanmıyorum."

"Öyleyse neyin peşinde?"

Omuz silktim, "Deliye neden gerekmezmiş."

"O yüzden herkes tedirgin ya..."

 

 

 

***

 

 

Büyük Salon'a inmemizden on dakika kadar sonra diğer binalar da gönderilmişti. Dumbledore Öğrenci Başkanları'na yetki vermiş, şimdi Percy Weasley ve çoğu caka satan tip başımızda gardiyan gibi dikiliyordu. Slytherin'in odaya girişiyle yanlarına sıvışmıştım.

Draco da en az Harry kadar etkilenmişti. Burnu havada yapısının altında hala küçük bir çocuk yatıyordu ne de olsa.

"Neden hepimizi buraya topladılar ki? Black için açık büfe haline geldik resmen!" diye inledi uyku tulumundan.

Öteki tarafımda yatan Theo homurdandı, "Söz veriyorum Black buraya girerse huysuzlanmaların boşa gitmesin diye seni onun önüne atacağım, Draco."

Dedikleriyle Draco'nun sayıklamaları arttı. Draco gerçekten çok korkaktı ama suçlayacak değildim. Koca bebeğimin bu hallerine maalesef alışmıştım.

"Theo gitme üstüne, sonra gece boyu susmayacak." diye azarladım solumdaki kumralı.

Göz devirmekle yetindi.

Draco'ya dönerek onu koruyacağıma dair bir şeyler geveledim. Yanıt vermek yerine küçüklüğünde yaptığı gibi bana sokularak kafasını omzuma gömmüştü.

Işıklar kapatıldığı halde salonda uğultu dinmek bilmiyordu. Öğrenci Başkanları'nın süregelen uyarılarıyla biraz azalsa da heyecandan kimsenin gözüne uyku girmiyordu.

Bu uğultu bir yarım saat kadar devam etti, ardından herkes teker teker uyuklamaya başladı. Draco korkudan tir tir titremesine rağmen ilk uykuya dalanlardan olsa da bana sarılmayı bırakmamıştı.

Çevremde herkesin uyumuş olduğuna emindim. Büyüyle yalancı gökyüzü oluşturulmuş tavandan bir yıldızın kaymasını izlerken Theo'nun sesiyle irkilerek az kalsın doğruluyordum.

"Weasley'ye güvenebileceğimize emin misin?"

Kısıtlı hareket kabiliyetimden anca kafamı çevirebildim. "Sylvan'ın dediği gibi, en ufak yanlış hareketinde onu ortadan ikiye ayırırız. Sözümde durduğumu biliyor, hem Percy konusunda hisleri gerçek. O çocuk abisini sinirlendirmek için her şeyi yapar."

Yanımdan geri çekilerek kafasını çaprazladığı kollarının altına yerleştirdi. "Bu kadarı bana yeterli." dedi. "Onun ağzına etmeme izin varsa sorun yok, yalnız bu sözünü unutmayacağım bilesin."

Draco'nun sırtına sarılı elimi karanlıkta Theo'nunkini bulmak için uzattım. Kafasının altından bir elini indirerek parmaklarımızı kenetledi.

"İyi geceler." diye fısıldadım.

"İyi geceler."









Chapter Text

 

 

Sirius ortalığı birbirine katalı yaklaşık iki hafta geçmişti. Bağıran Baraka'da ortalığı velveleye vermemdense bir. 

Sirius'a olan öfkemden dolayı erzak götürmeyi reddetmiş, Sylvan ve Theo'yu yollamıştım yerime. Benim inadıma karşılık eşek kadar adam olması gereken ancak mentalitesi hala yirmi birde sıkışmış (Forever 21 markasının yeni reklam yüzü olmalı bence) saygıdeğer Pofuduk Bey, bahçede animagus formunda sıkıştırdığı yerde üzerime atlıyordu. Pusu kurup bekliyor, onunla konuşmam için kırk takla atıyordu. 

 

 

Ona olan öfkemin çoğalması ve Bağıran Baraka'ya dalıp evi adeta başına yıkmam bir hafta almıştı. İlk başta bağırışlarımı sessizce karşılamış, sonra aynı heyecanla bana bağırmaya başlamış, hiçbir şey yapmadan oturamayacağını söylemişti. Ben de Çin'e yollanmak istemiyorsa uslu uslu oturması gerektiği, işleri karışarak aksine yokuşa sürdüğünü belirttim. Herhalde bir saat bağrışmıştık. Sonunda ses tellerimi hissedemiyordum. Sylvan konuşamama kıçıyla gülerken Theo insan gibi konuşmak varken neden bağırıp ses tellerimi yırtmaya çalıştığımı sorup bir güzel nutuk çekmişti. Önümüzdeki üç gün boyu dilsiz gezmeme sebep olsa da yaptığımdan pişman değildim.

Quidditch sezonu kapıya dayanırken Hogwarts'ı heyecan ve coşku sarıyordu. Bahisler açılmaya başlarken ilk maçın Slytherin ve Gryffindor arasında olacağı duyurulmuştu. Kasıma girişimizle (ve Theo'nun doğum gününün yaklaşmasıyla) havalar oldukça soğumuştu. Gri bulutlar gökyüzünden kaybolmazken ruh emiciler neşeyi emdikleri gibi sanki mevsimin arta kalan bütün sıcaklığı ve eğlencesini de alıyordu. Yağmurlu havaları sevsem de Quidditch için felaket anlamına geldiği gerçeğinden içim sıkılmıyor değildi.

Draco sayesinde takımda geçen olaylardan az buçuk haberdardım. Havanın aniden bozmasından benim gibi endişeliydiler ve maçı erteleyebilmek için kılı kırk yarıyorlardı. Marcus Flint'in Draco'nun neredeyse iyileşmiş koluna musallat olacağına eminim desem yetersiz kalır. Draco'nun da hayır diyeceğini sanmıyorum gerçi. Fırtına riski yüksekken uçmayı aklının ucundan bile geçirmez, kendini güvenceye alırdı. Babasından edindiği bir huydu bence.

Fred, Quidditch konuşmalarının artmasıyla takıma girmem için sabahtan akşama dek çene çalıyor, en azından denemeye girmemi söylüyordu. "Sonuçta ne kaybedebilirsin ki?" demişti.

Flint'in yılın başında seçmeleri asla yapmayacağını biliyordum. Kurduğu takımda tek bir kız dahi olmayışından cinsiyetçi sümüklüböceğin teki olduğuna da emindim. Seneye o mezun olana dek girmem imkansız görünüyordu. Yine de Weasley beni takıma sokmakta en az Blaise kadar kararlıydı. Bazı davranışları farklılıklarını kenara koysalar ne kadar iyi anlaşacaklarını düşünmeme sebep olurken bari başka bir evrende bu saçma bina ayrımının olmamasını umuyordum.

Kendini desteklemek için Oliver ve Cedric'i de ikna etmiş, üç yandan etrafımı kuşatmıştı. Bir de Slytherin çekse safına dört yanım kuşatılacaktı. Tabii o biraz zor.

Oliver konuşunca zaten istemsizce kilitlenip farkında olmadan onaylamıştım. Ne dediğimi fark ettiğimdeyse artık çok geçti. 

Takıma girdiğime emin olmak için beni çalıştırmaya karar vermişti iki kaptan. Neden bu kadar yardım etmek istediklerine emin değildim. Belki de Marcus'un emperyalist rejimini yıkmak istiyorlardı, kim bilir?

Sonuç olarak her sabah kargalar bokunu yemeden beni sahaya çıkarıyor, böylece gizliliğimizi sağlarken Quidditch canavarı' olmam için çalıştırıyorlardı. Tamamen dağ trolünün sözleri, benim tercihim değil. Fred demişken, niye geldiğini çözememiştim ama her sabah bizimle kalkıp sahaya iniyordu. George'u da yanında sürüklüyordu. Sorduğumda menajerim sayıldığı ayrıca bludger yediğimi izlemekten keyif aldığını söylemiş, gözünden uyku akan George kafasına vurunca sessizlik hakkını kullanmayı seçmişti.

İlk antrenmanımızda yeteneklerimi sınamışlardı. Bu şekilde hangi pozisyonda oynamamın daha uygun olacağını bulabilirlermiş. Aklımda belli bir pozisyon olmadığını öğrenince bu yönteme başvurmuşlardı. Kahvaltıya yarım saat kala biten antrenman sonucunda ben de bitmiştim. Sahanın yumuşak zeminine yığılırken oğlanların gülüşü kulağıma sinek vızıltısı gibi geliyordu.

Kovalayıcı olmak için doğduğumu söyleyen Oliver kollarımdan tutarak beni kaldırmış, iyi iş çıkardığımı söyleyerek saçımı pat patlamıştı. Soyunma odasına adeta sürünerek gittim o gün, duş alıp giyinene dek akla karayı seçmiş, kendimi sahaya geri attığımda Cedric'in kollarına kendimi zor atmıştım.

"Vücudumda varlıklarından bile haberim olmayan kaslar ağrıyor, Ced!" diye inledim abartıyla. "Galiba beyaz ışığı görüyorum..."

"Aww, abartma Chas. Bu daha başlangıç." derken gülmemeye çalışıyordu. "Hadi gel bakalım geleceğin yıldız oyuncusu, kahvaltıyı hak ettin bence."

Oliver çoktan gitmişti, George ise Fred'le bir şey konuşuyordu. Onlara el sallayarak gelmelerini işaret ettiğimde kolumu kaldırmaya yetecek son enerjimi tükettiğimi fark ettim.

Dudağımı büktüm, "Beni Leviosa'lasana, Ced." diye önerdim. "Havada süzülerek gideyim, bence daha kolay olur hepimiz için."

Cedric'e benimle uğraşması için iyi malzeme vermiştim anlaşılan -ki ikizler bize yetişene dek gülmeyi kesmedi.

George zamanla alışacağımı söyleyerek sırtımı sıvazlamış, Fred ise hunharca gülmüştü. Sanırım her antrenmanıma gelme isteği de antrenman sonrası zavallı bitap düşmüş halimden gülecek şeyler bulmasıydı. 

Vücudum her geçen antrenmanla George'un dediği gibi alışmaya başlamıştı yeni tempoya. Gittikçe sabahın ilk ışıklarından önce uyanmaya alışıyordum. Uyku düzenim sağlıklı bir hal alırken Theo hareketlerimdeki garipliği ilk fark eden olmuştu her zaman olduğu gibi.

Ona ne bahane bulursam bulayım ruhumu okuma yetisine sahip olduğundan çelik kapı gibi hiçbiri üzerine işlemiyordu. Yakında kokusu çıkar diye düşünmüş olsa gerek sorguya çekmeleri sıklığını yitiriyordu.

"Hadi Black!" diye seslendi Oliver beni düşünce denizimden çekip çıkararak. "Paslarını düzeltmemiz lazım, kafanı antrenmana ver."

Süpürgesiyle solumda biten Cedric gelişme gösterdiğimi söyleyince yüzümde çocuksu bir sevincin boy göstermesine engel olamadım. "Gerçekten gelişme gösteriyor muyum?" 

Kafasıyla onayladı, "Çevikliğin işe yarıyor, boyundan kaybettiğini reflekslerin ve uçuş kabiliyetin kapatıyor." Boy konusunu söyler söylemez gözleri irileşti, "Yanlış anlama boyunla alay ettiğimden değil, sadece kovalayıcı olmak için genelde uzun boy gerekir. Kolları uzun olacağından pas çalmaları ya da Quaffle'ı yakalamaları kolaylaşır."

Oliver pas çalışmasına verdiğimiz aradan pek hoşlanmamış olmalıydı ki yüzünde büyük bir somurtmayla yanımıza uçup elini salladı. "Pas çalışmasına devam ediyoruz şimdi, çalışma bitince eksikleri konuşuruz. Antrenmanını tamamlamadıkça gelişemezsin, Black."

Azarlamasıyla kıpkırmızı kesildim. Asker selamı vererek onu onayladığımı belirtmemle eski yerine uçtu.  Oliver sahaya girdiği anda değişime uğruyor, ciddi bir disiplin yayıyordu etrafına. Uzaktan gördüğümde etkilenirdim, şu an ise hedefindeki kişiyken saygı duyuyordum. Duruşu, ses tonu, konuşması... Gerçekten kaptan olmak için doğmuştu.

"Elinden gelenin en iyisini yap, Chas." dedi Cedric benden uzaklaşırken.

Nefesimin altından homurdandım, "Yapmaya çalışıyorum zaten, Ced."

O sırada Oliver Quaffle'ı bana doğru attı. Gözümle topun gelişini kestirmeye çalışırken aynı zamanda uçuş hızımı sabitliyordum. Havada hareketsiz dururken Quaffle'ı yakalamak ayrı bir işken uçarken yapmak çok farklıydı.

Bacaklarımı sıkarak süpürgede dengemi korumaya alırken iki elimi de süpürgenin sapından çektim. Quaffle'ı açtığım kollarımın arasında yakaladığımda topun geliş kuvveti yalpalamama sebep olmuştu. Bacaklarımı daha da sıktım, süpürgeyi tutmaya çalışmadan benden biraz daha yüksekte olan Cedric'e iki elle topu fırlattım. Pası atar atmaz hızımı artırdım, Oliver çoktan beni geçmişti.

Babama haber vermek yerine Barty'ye mektup yazmıştım. Ateşoku'nu hızlıca halledeceğini, sonunda Quidditch oynayacağım için mutluluktan çığlık atabileceğini söylemiş, takıma girmem için tehditsel - maddi - manevi her türlü yanımda olduğunu belirterek antrenmanlarıma asılmamı tembihlemişti. Aradan birkaç gün geçmişti ve Barty'den hala tık yoktu, babama yazmamın daha mantıklı olacağını düşünmeye başlıyordum. Yine de umudumu yitirmek istemiyordum. Barty'ye güveniyordum, o bir şey yapacağım derse yapardı. 

Bu zaman zarfında kendi süpürgem olmadığından okulun eski süpürgelerini kullanmaya başlamıştım. Tabii ne kadar kullanışlı oldukları tartışılır. 1800'lerden kaldığına emin olduğum Silsüpürler'in fazla yavaş olduğunu anladığımızda Fred antrenmanlar için süpürgesini ödünç verdi. O zamandan beri dağ trolcüğümün süpürgesiyle uçuyorum. 

Son zamanlarda yaptığı iyiliklerin haddi hesabı yoktu. Güvenim beni takip etmesi ve getirdiği olaylarla oldukça sarsılmıştı. Özellikle arkadaş gibi geçirdiğimiz bir ayın benden bilgi almak için kullanıldığını öğrenmek onu sevmesem de ısınmaya başlamışken beni çok etkiledi. Şu an ise kafam karmakarışık. Neyin peşinde olduğuna emin değilim, yanındayken ona karşı hep yaptığım gibi asla belli etmiyorum ama gardımı iki haftadır almış, onu eskisi kadar hafife almıyordum.

Oliver'a yetişmeme ramak kala Cedric Quaffle'ı tekrar bana atmıştı. Cedric bilerek yavaş uçuyordu ve ona ne kadar minnettar olduğumu ifade edebileceğimi zannetmiyorum. Hufflepuff'ın altın arayıcısı rüzgar gibi gelip geçiyordu. Sahada hareketlerini takip etmeniz zordu, süpürgesiyle resmen tek vücut oluyordu. Gerçekten etkileyiciydi, Cedric'in maçlarını izlerken tüylerim her seferinde diken diken olurdu. Şu an ise karşımda arkadaşım ve mentorum Cedric vardı ve o, Oliver zaten üstüme varıyor diye daha yumuşak davranıyordu. Bi nevi iyi polis - kötü polis oynuyorlardı.

Daha önceki tutuşum gibi iki elimle yakaladım. Topu yakalarken hızımı düşürüyordum, bu gerçek bir maçta sorun olabilirdi Cedric'in dediğine göre. Tekrar hızlanarak sadece sağ kolumu kullanarak atmayı denedim pası. Biraz bocalasa da top Oliver'ı buldu.

"Hedefini düzgün al tek kolla atarken, kuvveti iyiydi!" diye bağırdı yaklaşık yirmi metre ötemden. 

Bir süre daha pas çalıştık, daha önce dediği gibi antrenmana odaklandıkça ve paslaştıkça eğimimin de yakalayışlarımın da daha iyi hale geldiğini fark ediyordum. Hız hala bir sorundu ama paslaşmam düzeldikten sonra hızı ayarlayabileceğimi düşünüyordum. Süpürgemi yavaşlatma sebebim zaten pası yakalayamama korkusundandı. Topu düşürmeyeceğime emin olduğum zaman istediğim kadar hızlanabilirdim. Hem Ateşoku'm geldikten sonra sahayı kolaylıkla toza dumana katarım. Ödünç süpürgeye binmek Silsüpürler'e binmekten yüzlerce kat daha iyi olsa da aidiyet duygusu olmadıkça rahatsız hissettiriyordu.

Oliver paslarımın bugünlük yeterince geliştiğine inandığını söylemiş, top çalmayı öğrenmem gerektiğini hatırlatmıştı. Kahvaltıya kırk dakika kadar vardı ama yetişmese de başlangıç yapmamız iyi olur, demişti.

Top yakalamaya odaklanmaktansa doğru zamanda doğru yere varmam gerektiğinden olsa gerek hızımı yavaşlatmadan rahatlıkla çoğu pası kesebilmiştim. İki kaptan kovalayıcı olmadıklarından doğal olarak paslarının mükemmel olmadığını söyleseler de beni geliştirmeye yetecek kadar iyiydi. Öte yandan paslaşmaktansa Quaffle'ı kapmada başarılı olmam hem iyi hem kötüydü. Üç kovalıyıcının olduğu bu oyunda paslaşmamı mükemmelleştirmem şarttı. Sayı almam garanti olsa bile paslaşamadıktan sonra hiçbir işe yaramazdım.

Her sabah olduğu gibi bu sabah da soyunma odasına gidip rutinimi gerçekleştirdikten sonra diğerlerinin yanına döndüm. Sıcak su kas ağrımı anlık kesmiş olsa da gün içerisinde omuz ağrısından kıvranacağıma emindim.

Fred'e süpürgesini teslim ettikten sonra kolumda çantamla Cedric'in yanına sektim. "Paslarımı nasıl geliştirebilirim?" diye sordum boştaki kolumu koluna geçirerek.

"Normal bir topla yerde pas çalışması yapmakla başlayabilirsin," dedi. "Gününün çoğu ikizlerle geçmiyor mu zaten? Eşya fırlatıp yakalamayı deneyebilirsiniz."

Weasley ikizleriyleyken yapabilirdim, zaten geri kalan sürede de dinlenmem gerekirdi.

"Eğimim çok mu kötü?" 

Kafamda neler kurduğumu anlamışçasına yumuşak bir gülümseme bahşetti, birbirine kenetli olan kollarımızın altında ellerimiz buluştu ve güvence vermek istercesine sıktı. Birbirine dolanmış kollarımız çözülmüş el ele tutuşuyorduk şimdi çocuklar gibi. "İkinci haftana göre harikasın Chas, kendine çok yükleniyorsun. Daha hala vaktimiz var. Hem her ne kadar hoş bulmasam da Slytherin maç sezonunda da oyuncu ekleyebiliyor zaman zaman. Flint'i yeteneklerinle öyle etkileyeceksin ki seni as kadroya almaktan başka seçeneği olmayacak."

Sözleriyle içimde minik ateşböceklerinin gezdiğini, yanıp söndüklerini hissedebiliyordum. Yavru kedi bakışları atarak şakıdım, "Cidden öyle mi dersin?"

"Tabii ki öyle, Wood ve ben seni çalıştırıyorken aksi bir ihtimal düşünülemez bile."

Neşem az da olsa yerine gelmişti, umutluydum. Başaracaktım. Slytherin değil miydim ben? Hırslıyım ve istediğimi başarana dek her yolu denerim. Öyle ya da böyle takıma girecektim!

Arkadaşlarıma söyleyemiyor oluşum rahatsız etse de sürpriz yapmak istiyorsam sürecine de katlanacaktım. 

Kahvaltı için Büyük Salon'a gireceğimiz sırada Fred bana seslenmiş ve bir şey göstermesi gerektiğini söylemişti. Cedric'le bir an bakışsak da hemen döneceğimi, içeriye girmesini ve beni beklemeyip kahvaltısına başlamasını söylemiştim. 

Fred'in ne göstereceğine dair en ufak fikrim bile yoktu. Beni koridorlar boyu sürüklerken bir ara Fred kılığına girmiş başka biri olup olmadığını düşünmedim değil. En sonunda kupaların ve madalyaların bezediği bir duvara geldik. 

Beni çağırmasından beri ilk defa bana döndü ve konuştu.

"Enerjinin düştüğünü fark ettim bu yüzden daha önce cezada kupaları parlatırken fark ettiğim bir şeyleri göstereyim dedim."

Söyledikleri arasından lafı her zamanki gibi cımbızla seçerek, "Yine mi cezaya kaldın?!" diye haykırdım.

Ellerini boş ver dercesine salladı, "Konumuz bu değil, Potter." Onu azarlamama fırsat vermeden ekledi. "Kimse yok burada, azarlaman gerekmiyor."

Çenemi geri kapasam da bu sefer soru sormak için geri açtım, "Ne yani bu kadar insan başardıysa sen de yaparsın mı diyeceksin? Eğer öyleyse ben o şekilde işlemiyorum, bilesin."

Kahverengi gözleri göz kapaklarının düşmesiyle yarılanırken baygın bakışlar attı, "Bir sus be kadın." diye homurdandı. Beni ödüllere çevirdi, ardından neredeyse yirmi yıl öncesine ait birincilik ödülünü işaret etti. "Bu babana ait," dedi. "James Potter aynı senin olacağın gibi harika bir kovalayıcıymış. Kanında Quidditch akıyor kısaca." Birkaç ödül ilerisini işaret etti. "Bu da seni yetiştiren babanın, Regulus Black. O da mükemmel bir arayıcıymış."

İki ödül arasında gözlerim gidip geldi. Babamın arayıcı olduğunu elbette biliyordum, hala Barty'yle keyfine maç yaptıkları oluyor. Fakat biyolojik babama dair edindiğim bir avuç bilginin içinde kovalayıcı ve kaptan olduğu yoktu. 

Omuzlarımdan tutarak beni kendine çevirdi bu sefer de, "Anlayacağın istediğin kadar Cedric'e başaramayacağından korktuğunu mızıldan, istersen otur ağla ama sen böyle bir geçmişe sahipken başaramama gibi bir ihtimalle aynı odada bulunamazsın bile. Bak, Harry de oynuyor hem! Kendi gözlerinle gördün kaç kez, fazlasıyla yetenekli bir şey o velet."

Kendine özgü bu değişik yardımına gülümsemeden edemedim. "Çok tuhaf birisisin sen, Weasley." dedim.

Kaşlarını kaldırdı, "O nerden çıktı?" Duraksayıp ekledi, "Yalan olduğunda değil ama cidden- nerden çıktı? Sen dediklerimi dinledin mi düzgünce?"

Onu işaret ettim, "Önce benden nefret ediyordun, seninle saç baş giriştiğimiz bile oldu. Hem de kaç kez! Sonra benimle bir dağ trolündense insan gibi konuşmaya başladın. Çok şaşırmıştım. Hayatımı zorlaştırmak için beni sinir etmek amacıyla peşime kuyruk oldun herhalde diye düşündüm. Arkadaşlarımla aramda sorun olduğunda bunu biliyordun. Bildiğini biliyorum sakın inkar etme, o kadar belli ediyordun ki! Ve buna rağmen beni arkadaş grubunun içine aldın, yalnız başıma etrafta dolanabilirdim ya da Sylvan'ın Ravenclawlarına katılırdım ve sen de o şekilde yanımda gezerdin ama sen bunun yerine beni yalnız hissetmeyeceğim bir yere getirdin." dedim inanamaz bir tonla. "Bu da uzun sürmedi, beni sırlarımı öğrenmek için kullandın. Şantaj yapmaya kalktın ve ortalığı bilerek o kadar güzel karıştırdın ki! Bana başka çare bırakmadın, her şeyi anlattırdın. Senden o kadar soğudum ki o zaman... Sana ısınabileceğimi düşünmüştüm ama beni haksız çıkardın tekrardan. Şimdiyse bana belki de kimseye etmediğin kadar yardım ediyorsun. Neden? Amacın ne?" Kafamı salladım, "Her neyse ne amacın, tuhaf birisisin. Umarım Theo'ya karşı çıkmama değersin, çünkü bir kez daha ihanet edersen ve Sirius'un başına bir şey gelirse seni Astronomi Kulesi'nden bin parça olacak şekilde gökyüzüne üflerim, yapboz gibi toplayıp baştan yapmaları gerekir ama öyle bir şey yaparım ki; o bin parçadan birini saklayıp seni düzeltmelerine izin vermem. İnan bana tahmin edebileceğinden daha karanlık lanetler biliyorum, Weasley. Onları kullanmaktan çekinmem."

Konuşmam karanlıklaştıkça yüzünde aptal bir ifade oluştu. Keyif alıyordu sanki ona olan tavırlarımdan. Böyle bir anda sırıtışı çilli suratından eksik olmazdı, tabii.

"Bana tuhaf diyene bak, koskoca film serisi çıkar senden."

"Dizi çıkar asıl ama sen bilirsin."

Gözleri irileşti, "Muggle teknolojileriyle de haşır neşirsin, beni şaşırtmaya devam ediyorsun, Potter." Konuya geri döndü, "Belki ben de sana güvenmeyi öğreniyorum kim bilir?"

Ağzından düzgün bir açıklama alamayacağımı anlamıştım. Aslında sormadan önce bile cevaplayacağına inanmıyordum.

"Sana şunu söyleyebilirim, art niyetle yardım etmiyorum. Gerçekten yardım etmek istediğim için ne yapıyorsam yapıyorum. Hem hayatıma renk katıyorsun." diye ekledi. "Bana güvenmek için hiçbir nedenin yok, haklısın da. O yüzden bana değil de Georgie'ye güven, sana herhangi bir zarar vermeme asla izin vermez. Onun için fazla değerlisin, öyle ki doğduğumuzdan beri sayılı tartışmamız olmuştur. Bu tartışmaların çoğu da sen kaynaklı. Sana karşı beni törpüleyen o, herhalde şakalarımıza bütün Slytherinler kurban olurken senin mucizevi bir şekilde doğru zamanda yanlış yerde olman gibi insanüstü bir şansın olduğunu düşünmedin?"

"Tahminlerim vardı..." diye mırıldandım düşünceyle alt dudağımı dişlerken.

"Ben de sana onay vereyim o zaman, hepsi George sayesinde." Bir adım geri çekileceğini sandığımda aksine iki kolumu da sıkıca tuttu. "Bana istediğin kadar güvenme, bir bakacaksın; farkında olmadan yakınımdan ayrılamıyorsun, hep bir bahane buluyorsun. İşte o zaman gerçekten samimi olduğumu anlayacaksın."

Ani tutuşuyla kaskatı kesilmiştim. Kişisel alanımdan geriye havada uçan tozlardan başka bir şey kalmamıştı. İnatla gözlerinin içine baktım, rahatsız olmamı istiyordu belki de. Ne de olsa iyi niyetli olsa bile (-ki hala inanmıyordum, arkasından illa ki bir şey çıkacaktı) sinirlerimi zıplatmak benimle alakalı en keyif aldığı aktivite değil mi?

"Weasley, sen ateşsin ve ben de barutum." diye hatırlattım. "Biz asla arkadaş olamayız çünkü yan yana geldiğimiz anda büyük bir patlama oluşuyor ve bu patlama sen ve ben kadar çevremizi de etkiliyor."

Yüzünde tekrar bir gülümse oluşmuştu ama daha öncekilerin aksine muziplikle parlamıyordu bu yamuk gülümseme. 

"Patlamalar hep kötü olacak değil ya? Şu muggle havai fişeklerinin içinde de barut var ama kötü bir sonuç doğurmuyorlar değil mi?" Ağzımı açmaya yeltenirken parmağıyla susmamı işaret etti. "Sen söylemeden ekleyeyim, doğru kullanmasını bilince." Düzeltmesiyle ona muhalefet olamamanın acısıyla somurttum. "Nerde kalmıştım, heh, kötü bir sonuç doğurmuyorlar. Aksine nefis bir manzara yaratıyorlar."

Kendimi tutamadan ekledim. "Kısa bir manzara." 

Kafasını salladı, "Büyüleyici göründüğü gerçeğini değiştirmez. Ayrıca eşsiz bir gösteriyse hafızana kazınacağı gerçeği de değişmez." Yüzüne yine o muzip ifade gelmişti, Weasley alarmım benim üzerimden laf edeceğini ötüyordu. "Hem sen de kısasın ama bu görünüşünden eksiltmiyor, boyun kısa olduğundan hızlı sinirleniyorsun o kadar."

Laf mı soktu yoksa iltifat mı etti anlayamadan konuyu değiştirdi, yeni taktiği buydu herhalde.

"Gerçekte nasıl gözüküyorsun? Saç rengini falan değiştirmeden yani... Bana tuhaf tuhaf bakma! Merak ettim sadece."

Ailem dışında Theo, Sylvan ve Tonkslar dışında kimse neye benzediğimi tam olarak bilmiyordu. Kimliğimi gizleyebilmek için kendimden feragat etmem gereken küçük bir bedel. Olayların bu kadar derinine inmişken beni görmesi sorun sayılmazdı artık, sorun ona sıraladığım saç rengini de içeren binlerce hakaretti. Aynı onun gibi kızıl olduğumu gördükten sonra bunu bana karşı kullanacaktı, ağzından şakalar eksilmeyecekti. İşlerin bu raddeye geleceğini elbet tahmin edemezdim, o yüzden "Keşke demeseydim" gibi bir düşünce aklımdan geçmiyordu. Yine de bu kadar meraklı ve zeki olmasına lanet yağdırabilirim içimden.

Yüzüne tip tip baktım. "Etme merak." 

Konuşma şeklimdeki değişime şaşırsa da zehir gibi olduğundan aklına kurt düşürmüştü bu hareketim. "Harry'nin kuzguni saçları var, asla düzeldiğini de görmedim. Senin de saçların onunki gibidir diyordum ama görmemi istemiyorsan kesin alay edeceğim bir renk." Kahverengi gözlerini çizgi halinde kıstı, "Sakın bana kızılım deme, onca hakaretten sonra sen de kızıl çıkarsan ironiye kıçımla gülerim."

Cevap vermek yerine dudaklarımı büzdüm ve ona dik dik bakmayı sürdürdüm. Mesajı almasına yetmişti. Şaşkın bir kahkaha patlattı söz verdiği gibi, "Bana 'kızıl dağ trolü', 'balkabağı' ve daha nice hakaretler dizerken sen de saydıklarındın yani!"

"Hayır!" diye itiraz ettim aceleyle. "Ben sadece seni betimledim o kadar."

Gülmesinin arasından kelimeleri zar zor seçiliyordu. "Tamam tamam, sen betimlemiş ol, bir ara inanmış gibi yaparım üzülmemen için!"

Göz devirmekle yetinerek yanından sıyrılarak uzaklaştım. Gözüm tekrar ödüllere gidip gelirken dağ trolünün de sesi kesilmişti. 

"Kahvaltıya gitsek iyi olur," diye hatırlatma gereği duydum. Yanından ayrılmak için bahane arıyordum açıkçası. "Arkadaşlarım Büyük Salon'a çıkmaya başlar yakında, daha fazla dikkat çekmek istemiyorum."

'Çıkma' kelimesini kullanmama yüzünü buruştururken onun Gryffindor olduğu ve bizim aksimize aşağı inmeleri gerektiği gerçeğini anımsadım. Gölün dibine bakan ortak salonumuz kalabalık ve gürültüden ne kadar uzak olduğumuzu hatırlatmaya yetmezmiş gibi çoğu dersliğe ve benzeri ortak alana gidişimiz de zaman alıyordu. Şikayet ettiğimi söyleyemem, yalancı gökyüzü bana yeterli geliyordu, güneş ışığı ya da bulutları birebir görmeme gerek yoktu. Balıklar ve çeşitli su canlılarını izlemek, yosunların camı gıdıklayarak suyun altında süzülmesini görebilmek en büyük ayrıcalıktı. Slytherinler dışında hiçbir binanın gölün altını görmek gibi bir imkanı yokken ve gökyüzünü evimdeki odamda görebilirken neden binamın sağladığı ayrıcalığa burun kıvırayım?

"Hufflepuff ve Slytherinlerin ' Büyük Salon'a çıkmak ' söylemine alışabileceğimi sanmıyorum. Cidden demesi tuhaf gelmiyor mu?"

Ellerimi iki yana açtım yeterince bariz bir konu olduğunu belirtmek istercesine, "Büyük Salon'a 'inmek' sana nasıl tuhaf gelmiyorsa bize de 'çıkmak' gelmiyor. Hani dört yıldır aynı binadayız ve bu binalar da son bin yıldır değişmedi ya..."

"Tamam tamam, hadi kış kış, diğer çıngıraklılarının yanına yetiş. Malfoy yine sorguya çekmesin." Yaptığı ikilemeyi el hareketleriyle destekledi. "Bana çatıyorsun sonra."

"Çünkü genelde senin suçun oluyor-!"

"Bak," dedi işaret parmağını bana doğrultarak. "Sen de dedin, genelde, her zaman değil!"

Lafı çevirme yetisiyle ağzım açık kaldı. Gözlerimi kısarak kafamı salladım. "İmkansızsın sen, Weasley." 

Yine lafı uzatmıştı ve yine zamanı gereksiz yere harcamıştım. Zaten gün içinde yapışık üçüz gibi gezdiğimizden veda etme gereksinimi görmeden kapıya ilerledim. Kendimi koridora atacaktım ki aklıma gelenle döndüm. Az önceki tonlamama kıyasla daha yumuşak bir sesle, "Fred," dedim dikkatini çekerek. "Bana bunları gösterdiğin için teşekkür ederim."

Kafasını sallayarak yanıtlamasıyla koridora çıktım. Kaç saattir süpürgede sallanmaktan ve top peşinde koşmaktan karnımda ziller çalıyordu. Masayı silip süpürebileceğime canı gönülden inanıyordum.

 

 

***

 

Maça bir hafta kadar kalmıştı ve iki kaptanın yardımıyla oldukça gelişme göstermiştim. Hala paslarım istediğimiz seviyeye ulaşamamış olsa da pozisyonumla kaynaşmış, topa genel anlamda hakim bir hale gelmiştim. Süpürgem konusuna gelirsek, Barty'den mektup denemeyecek kadar kısa bir not aldım. Aceleyle yazıldığını işaret eden mürekkep ve parmak izleriyle doluydu parşömen, buna rağmen Barty'nin yazısı sayfada inci gibi parlıyordu. Dediklerinden pek bir şey çıkaramasam da beklemediğim bir yolla bana o süpürgeyi ulaştıracağını anlamıştım.

 

Sezonun başlangıcı kapıya dayanmışken yumurta da bana dayanmıştı. İkili beni ne kadar "Flint işine gelirse seni dönem ortasında bile takıma alır." diye teselli etse de rahat değildim. En yakın zamanda kendimi kanıtlayıp takıma girmem lazımdı. Keşke ilk maça girebilsem, tabii mucize olurdu bu ancak.

Bu zamana dek Flint'le konuşmaya fırsatım olmamıştı. Çocuğu ne zaman göz hapsine alsam ya kendi arkadaşlarım etrafta oluyor ya da Flint yalnız olmuyordu. O yüzden bugün takım antrenmanı sonrasında onu öyle ya da böyle yakalayacaktım. 

Öldürecek zamanım varken bahçede aval aval gezebileceğimi düşünerek şatodan çıkmak üzere koridorlarda ilerliyordum. Quidditch sahasının yakınında dolaşacağımı hesaba katarsak yolum da bir hayli uzundu. Zamanım bol olduğundan sakince yürümeyi tercih etmiştim. O sırada ilerlediğim koridorun az ötesinde Oliver ve erkek kardeşimin fısır fısır bir şeyler konuştuğunu ve Cedric'i dikizlediklerini fark ettim.

Tuhaf manzara karşısında aklımdan sadece Harry Cedric'ten hoşlanıyorsa nasıl tepki vermemin daha doğru olacağı geçiyordu. 

Birbirlerine sokularak fısırdaşırken ikili tam olarak üst sınıf bir oğlan hakkında konuşan iki birinci sınıf kızı andırıyordu. Bu fısıltıların konusu anca dedikodu ya da romantizm olabilirdi. Absürt pozisyonları beni ikinci düşünceye iterken Harry'ye nasıl Cedric'in erkeklere ilgisi olmadığını ama çok istiyorsa ona başka birini ayarlayabileceğimi söyleyeceğimi aklımda yazıp çiziyordum.

Hayalet ayak seslerimle dikkatlerini çekmeden arkalarına yaklaşmayı başarmıştım. Yüzümde Fred'den bulaşan muzip bir gülümsemeyle fısıldadım. "Cedric'i niye kesiyoruz?"

Korkudan sıçrayarak bana döndüler. Yüzlerindeki ifade kahkaha atmama sebep olurken çıkardığım desibeli yüksek sesler Cedric'in de dikkatini çekmiş, bana el sallamıştı. Karşılık vermemle arkadaş grubunun arasında kaybolurken Harry ve Oliver kendine gelmiş gibiydi.

"Sen de nerden çıktın, Chasity?" diye cırladı Harry.

Oliver ekledi, "Ayrıca nasıl o kadar sessiz yaklaştın?"

Omuz silktim, "İsteyince yeterince sessiz olabiliyorum." Endişeyle Harry'ye döndüm, kalbini kırmak istemediğimden konuya nasıl gireceğimi bilmiyordum. O yüzden bodoslama daldım. "Harry, Cedric erkeklerden hoşlanmıyor."

"Ha?"

Kardeşim suratıma şaşkınca bakarken Oliver sözlerime gülmeye başladı.

"Wood, gülmesene. Çocuğun kalbini kıracaksın." diye azarladım omzuna vurarak. Antrenmanlar sayesinde onunla iletişime geçmeye alışmıştım. Daha doğal davranabiliyordum. "Baksana suratına!" Harry'nin yüzünü avuçladım. "Hayal kırıklığı akıyor resmen."

Oliver zar zor nefes alıyordu Harry'nin suratına baktığında. "Kesinlikle!"

Harry ellerimi suratından indirirken kıpkırmızı kesilmişti, "Chasity, ilk maç Hufflepuff'la. Sevgili kuzeninin antik çağda yaraladığı kolu binlerce yıl geçmesine rağmen iyileşemediğinden Flint bir şekilde erteletti."

Kafamdaki çarklar çalışırken en azından onunla Cedric'ten neden vazgeçmesi gerektiği üzerine uzun uzadıya bir konuşma yapmam gerekmediği için rahatlamıştım. Hem yakın arkadaşlarımdan biriyle kardeşimin çıkması tuhaf olurdu. Veya direkt Cedric'le Harry'yi yan yana düşünmek değişik geliyordu. Mesela Blaise ya da ne bileyim Draco'yla hayal etmesi o kadar tuhaf değildi. Her neyse erkek kardeşimin özel ilişkileri beni alakadar etmez.

Oliver'a kaçamak bir bakış attım, "Nasıl yani? Sizinle değil mi ilk maç?"

"Değil, bu sabah halletmiş sizin kaptan." diye onayladı bakışlarımdaki endişeyi okuyarak.

"İyi de şu an antrenmandalar..." Dudağımı büktüm. "Nasıl başarıyorlar anlayamıyorum, Snape'in bile ikna kabiliyeti her şey aşikarken bir yere kadar gidebilir."

"Para, soyisim ve şöhret." demekle yetindi Oliver yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle. "Adil oynamadıklarını söylerken bunu da kast ediyordum.

Konu dışındaki hava değişiminden nem kapan Harry kıstığı yeşil gözlerinin ardından ikimize şüpheci bakışlar atmakla meşguldü. "Sen ne zamandan beri Wood'la domatese dönmeden aynı ortamda bulunabiliyorsun Chasity?"

Kırdığı potla ağzına şlap diye yapıştırdım elimi. "Neyden bahsediyorsun sen Harry ya? Haha ha, komik çocuk seni. Neyse Wood seni görmek güzeldi, şimdiden maçta başarılar. Seni tutuyorum- yani iyi olan kazansın. Tabii Ced'i de tutuyorum- biz gidelim en iyisi!" Saçmalaya saçmalaya Harry'yi de yanımda sürükleyerek yanından uzaklaşmıştım.

Harry rezilliğime kıçıyla gülerken ona cırladım, "Direkt söyleseydin de rahatlasaydın, canım. Olmadı öyle, anlamadı hiçbir şey. Daha açık söylemen lazımdı."

Sinirlenmem kahkahasını şiddetlendirirken neden herkesin beni cırlatmaktan bu kadar keyif aldığını merak etmeden duramadım. Dağ trolü de sabah aynı şekilde sinirlenmemle vampirlerin kan emerek beslenmesi gibi ziyafet çekmişti. Enerji vampiri işte. Cedric bile gülüyordu sinirlenmeme! O kadar da komik gözüküyor olamam ya?

"İnan bana bu saate kadar anlamadıysa bu saatten sonra da hiç anlamaz." Teselli çabaları gülüşüyle beraber bir kulağımdan girip öbüründen çıkarken utançla kıpkırmızı kesilmiştim. Zaten mezun olduktan sonra (ki bu senenin ilerleyen aylarında gerçekleşecekti) bir daha karşılaşmayacağımı hatırlayarak kendimi avutmaya çalışsam da her sabah antrenman yapıyor oluşumuz pek yardımcı olmadı.

Sürükleye sürükleye çocuğu bahçeye kadar çıkarmıştım. 

"Daha önceden farkında değilse şimdi hiç olmaz yani?" diye sordum teyit etmek için.

"Hayır hayır," dedi hızla. "O kadar belli ediyorsun ki belki de senin ilk yılından beri biliyordur bir zahmet. O yüzden aklındaki imajında bir değişim olduğunu sanmıyorum." Gülmeyi kesmesine rağmen yüzünde acımdan keyif alan bir sırıtış vardı.

Ağlayacakmışçasına bıkkınca bir ses çıkardım. Senin haberin yok tabii Harry, ben her sabah Oliver'la antrenmana gidiyorum!

"Neyse, konuyu değiştirelim, yeterince acı çektin bence." Koluma girerek beni bahçede farklı bir yere yönlendirdi. Huylarım ona da bulaşıyordu anlaşılan. 

"Dil kullanımın berbat, Harry." dedim daha önceki sözlerini toparlayamamasını kast ederek. "Aç da kitap oku biraz."

"En azından Wood'un karşısında kekelemeden konuşuyorum." Ensesine şaplağı indirmemle tekrardan gülmeye başladı.

"Sen dili katlettikçe kriz geçiriyorum içimden."

Pişkin pişkin kafasını salladı, "Ben de Wood'un karşısında girdiğin şekilleri gördükçe gülme krizine giriyorum. Bak eşitiz. İkimiz de kriz geçiriyoruz."

Ona ters bir bakış gönderdim. Ağaçların yanından geçmemizin verdiği avantajla dallardan birini kendime doğru çektim ve tam gülerken bırakmamla ağzına yaprak yemesi bir oldu.

"Chasity!"

Şimdi de gülme sırası bendeydi. Son gülen iyi gülermiş!

"Of, yüzünü görmen lazımdı! Hahaha ha!" Kollarımı karnıma sardığım anda iki büklüm oldum. Gülmekten karnıma sancılar giriyordu. Nefes alamıyordum.

Bu sefer o da ağzından yaprakları çıkardı ve şaşkınca tepkime gülmeye başladı. "Nefes alsana, boğulacaksın."

Birbirimize aptal saptal güldüğümüz belli bir sürenin sonunda tekrardan koluna girdim, gülmem geçse de yüzümden gülümsememi silememiştim. Yanaklarım da ağrıyordu, uzun süredir bu kadar gülmemiştim.

"Madem Cedric'ten hoşlanmıyorsun niye öyle fısıldıyordunuz? Tamam diğer arayıcıyı görmek istedin de neden normal insanlar gibi gidip tanışmadın?" diye sordum ne zamandır merak ettiğim o soruyu.

Sanki dünyanın en mantıksız cümlesini kurmuşum gibi baktı suratıma. "Chasity, kimden bahsettiğimizi biliyorsun değil mi? Hufflepuff arayıcısı, hani okulun en popüler insanı. Nasıl gidip konuşmamı bekliyorsun öylece? Hem rakibim o benim!"

Cedric yetenekli ve bilinen biri olsa da gözünde bir tık fazla büyütüyordu. Belki de Cedric'in hotdog yerken verdiği savaşı, mandalina soyamayışı ve buna benzer rezil anlarını bildiğim için ben gerekli heyecanı hissedemiyordum. "Sorsan ben taıştırırdım, Harry." 

"Sen nasıl tanıştıracaksın ki?" Güldü. "Herhangi birine gidip konuşma başlatabilmeni takdir etsem de o şekilde tanışmak doğru olmazdı."

Cedric'le beni hiç yan yana görmemiş miydi o? Halbuki son zamanlarda resmen kalçadan yapışmış gibiyiz. "Harry, Cedric benim en yakın arkadaşlarımdan biri. Hem de ilk senemden beri."

Çıkardığı şaşkınlık nidaları gururumu okşarken Cedric'le benim arkadaş olduğumu cidden nasıl bilmediğini anlamlandıramadım. Belki de kardeşimin kafası benimkinden de fazla havadaydı, benim beş karışsa onun en az on karıştı.

"Şaka yapıyor olmalısın."

"Cedric düşündüğün kadar ulaşılmaz biri değil Harry, o da insan." diye hatırlattım. "Ayrıca ben olmasam nasıl mandalina yiyecek?"

"Anlamadım?"

"Boş ver." Boştaki elimi salladım. "Konuya dönelim, neden Cedric'ten çekiniyorsun?"

Aslında mantıklı olacak sebepleri sıralamaya başladı, "Benden daha yapılı, ayrıca beşinci sınıf . . ."

"Evet ama sen de süpürgende harikasın." Saçlarını karıştırdım. "Yanlış anlama, Cedric'in oynayış tarzına hayranım, mükemmel bir oyuncu ve o Snitch'i yakalarken yaptığı işi çok basit gösteriyor ama o bir Potter değil."

Kaşlarını anlamadığını belirterek çattı ve kafasını hafif sağa yatırdı, "O ne alaka şimdi? Soy isim muhabbetine mi giriyoruz? Bak şu Malfoy cidden bozuyor seni-"

"Lafı ağzıma tıkmadan durur musun bir saniye?" Sözlerimle ağzına fermuar çekermiş gibi yaptı. "Çok daha iyi oldu bu. Neyse, demek istediğim şu ki James Potter gibi bir mucize babamızken kanında Quidditch akıyor. Yani evet, arayıcı değildi ama yine de süpürge üzerindeki hünerlerini eksiltmiyor bu gerçek."

"Bildiğini bilmiyordum." diye mırıldandı. "Açıkçası bazen anne ve babamızı geçmişte bıraktığını düşünüyorum, kendi ailene o kadar alışıksın ki sanki Potterlarla bir ilişkin yok gibi."

"Bu sabah Weasley gösterdi," dedikten sonra onlardan çok fazla olduğunu hatırlayarak ekledim. "Dağ trolü olan. Hani evlatlık olduğuna emin olduğum." Konuyu değiştirmesine fırsat vermeden cümlesinin öteki yarısını yanıtladım, "Açıkçası onları- yani anne ve babamızı çok tanımıyorum, sen bile benden daha fazla bilgiye sahipsin desem yeridir. Hayal meyal birkaç hatıraya sahibim anca... Öte yandan beni büyüten ebeveynlerim hep yanımdaydı Harry, sanki onların kızıymışım gibi davrandılar- davranıyorlar da. Anne ve babamızı senin kadar aramadım, benim ebeveyn figürlerim vardı ve belki de bu yüzden senin kadar onlara yakın hissedemiyorum. Ancak emin olabilirsin ki onlara değer veriyorum. Sonuçta beni bu dünyaya onlar getirdi, annemin sevgisini hala hissediyorum ve bazı geceler sanki babam baş ucumdaymış gibi geliyor. Düşündüğün kadar kolay değil, tam olarak iki aileye de ait değilim. Yine de ben ebeveynlerimin hepsini çok seviyorum, aynı zamanda ikisine de sahip olabileceksem arafta kalmakta da bir sorun görmüyorum."

Sessizleşen figürü düşünceli görünüyordu. Bir yandan adımlıyorduk, Quidditch sahasına çok yakın olmasak da tribünleri bulunduğumuz yerden seçebiliyordum. 

Sessizliğini bozarak bana döndü, "Senin açından hiç bakmamışım olaylara. Şu an bunu fark ettim. Sanırım gerçekten kan bağımız haricinde çok farklıyız. Ben annem ve babama tutunurken senin başka anne ve baban vardı, hala da var-"

Lafını kestim. "Annem yok, ebeveyn figürlerim var." diye düzelttim. İstemsizce gözümün önüne Barty'nin kadın versiyonu canlandı. İçten içe gülmemek için kendimi kasıyordum. 

"Her neyse işte birileri var hayatında." dedi. "Bakış açılarımızın farklı olması bunu göz önünde bulundurduğumuzda gayet normalmiş aslında. Sen büyü dünyasında büyüdün, ben mugglelarla. Hayatın yaptığı ironik bir şaka herhalde." Hayat değil, Dumbledore. "Biliyorum, benimle zaman geçirmek sana bazen tuhaf geliyor, yüzünden okuyabiliyorum -ki düşününce anlaşılabilir. Sonuçta sen Malfoy'la kardeş gibi büyüdün ve ben aklının ucunda sadece bir isimdim. Birbirimize sıkça zaman ayıramasak da şunu bilmeni istiyorum, benim başka bir ailem yok senin aksine. Dursleylerle yaşıyorum ve inan bana kan bağımıza rağmen aile kavramına en uzak şey onlar. Benim aile olarak tutunduğum anne ve babamızdan kalan sisli iki anı. Biri annemin son anları, öbürününse gerçek olduğuna emin değilim, belki de hayal gücümün beni avutmak için yarattığı bir ürün. Yaşayan tek ailem sensin ve sana değer vermediğime ya da senin yanında zorunluluktan durduğuma dair bir hisse kapılırsan diye bilmen lazım, ben sana çok değer veriyorum. Hayal edemeyeceğin kadar. Belki de bir gün beraber yaşayabileceğimizi, normal çocuklar olabileceğimizi düşünmek yaşadıklarıma katlanmama yetiyor."

Söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu fark ettikçe boğazımda kalın bir yumru oluştu. Regulus ve Barty her zaman ailem olacaktı ama Harry de benim ailemdi. Dediğinde haklıydı, onunla zaman geçirmek tuhaf geliyordu ne kadar kabullenmek istemesem de, bazen sanki iki yabancıymışız gibi geliyordu. Harry'yle vakit geçirmeyi ablalık görevi gibi görmemeliydim. Bir yandan onu yanıma zorla sürüklemişim hissine kapılıyordum, belki de benimle geçirdiği zaman arkadaşlarıyla geçirebileceği zamandan çalıntıydı. En azından ben öyle hissediyordum. 

Uzun süredir yapılması gereken bir konuşmaydı bu. Harry açma cesaretini göstermese belki de hiç açılmayacaktı. Sesime güvendiğimde ağzımı açabildim, "Sana istenmiyormuşsun gibi hissettirdiysem özür dilerim." diyebildim titreyen sesimle. "Sen de benim için çok değerlisin. Çocukmuşsun gibi davranmamalıyım, biliyorum. Sanki çocuk bakıcılığı yaparmış gibi yaptım daha önce, umarım beni affedebilirsin, Harry. İnan bana, ben de seninle beraber yaşamak ve normal kardeş ilişkisine sahip olmayı her şeyden çok istiyorum."

Artık boyumu rahatlıkla geçiyordu, kolunu omzuma dolayarak beni göğsüne yasladı.

"Kendini suçlama. Geçti gitti artık, eskiyi eskide bırakalım." Saçlarıma bir öpücük kondurdu. "Hem söyle bakayım neden Quidditch sahasının yamacından ayırmıyorsun sen bizi?"

Gözlerim irileşti, fark etmişti. Belki de düşündüğüm kadar kafası on karış havada değildi. "Sen- ne ara-?"

Şakacıktan gözlerini devirdi, "Fark etmediğimi düşünmedin ya?" Kaburgamdan dürttü. "Slytherin'in antrenmanı var. Sakın bana Malfoy'u görmeye gideceğimizi söyleme, kendimi Astronomi Kulesi'nden atarım."

Drama kraliçesi...

"Tam olarak sayılmaz, hatta Draco beni görmezse daha iyi olur... Gerçi onun kulağına illa gidecek ama . . ." Ona anlatıp anlatmamak arasında gidip gelsem de dayanamadım, bu kadar ilerleme kaydetmişken ve Sirius'u zaten gizlemem gerekirken bu konuda da yalan söylemeyecektim. "Takıma girmeye çalışıyorum."

"Sonunda!" Heyecanla omuzlarımdan sarstı beni. "Fred bu yüzden seni Ödül Odasına götürdü, değil mi? Haberi var ve sana yardım ediyor!" Gözlerini şüpheyle kısarak beni sallamayı kesti. "Wood'un da haberi var... Öyle değil mi, Chas?"

Gergince güldüm, "Nerden çıktı ya? Ne alaka?"

Neşeyle koluma girdi, "Tamam anlatmaya başlıyorsun. En başından."

 

 

***

 

 

Harry'yle Slytherin antrenmanının sonuna dek aylak aylak dolanmış, bir ara göle inip taş sektirmiştik. Aynı zamanda yaşananları teker teker anlatmıştım. Fred'le ilgili kısımlarda bana değişik bakışlar atarken pişkin pişkin sırıtıyordu. Takıma girmek istememe belki de Blaise'in sevineceği kadar sevinmişti.

"Eğer o çarpık suratlı Flint seni takıma almazsa onun yüzünü keyifle düzeltebilirim." demişti ve sahaya benimle gelmek istediğini belirtmişti. Draco'yu görmek zorunda kalacağını hatırlattığımdaysa omuz silkerek güvenlik önlemi olarak geleceğini, ayrıca Flint'in yüzündeki o ifadeyi kaçıramayacağını itiraf etti.

"Pelerinin altında gel bari, Gryffindor arayıcısının Slytherin antrenmanını basması adını kirletecektir." diye uyarmıştım bu sefer çantamda olan pelerini işaret ederek. Dönüşümlü kullanıyorduk, ilk başta hafta hafta bölmeyi düşünsek de işe yaramayacağından gerektiğinde birbirimizden almaya başlamıştık. Neyse ki neden bu kadar sık ihtiyacım olduğunu sormuyordu. Pofuduk'tan bahsetmek sancılı ve garip olurdu.

Şimdi ise sahanın girişinde pelerinin altındaki Harry'yle dikiliyor, takımın süpürgelerinden inmesini bekliyorduk.

Yaklaşık on dakika içinde takım soyunma odalarına dağılmıştı. Flint ve Draco geride kalmış, bir şeyler planlıyordu. Planlarının pek de sportmence olduğunu sanmıyordum, Draco'nun da ayrılası yoktu. Bu yüzden laflarını balla kesmekte bir sakınca görmedim.

"Flint!" diye seslendim yanlarına giderken. Tabii ki koşmuyordum, o kadar aciz değilim. "Konuşmamız gerek."

İkili birbirlerine tuhaf bakışlar atarken Draco bana döndü, "Beni daha önce söz verdiğin gibi izlemeye geldiysen antrenman çoktan bitti, Chas." dedi. Harry'nin yanımda homurdandığını duyabiliyordum. 

"Farkındayım, Draco." diye yanıtladıktan sonra Flint'e döndüm. Konuya her zaman yaptığım gibi bodoslama daldım, "Takıma girmek istiyorum, bana bir deneme ayarlayabilir misin?"

Sanki söylediklerim çok komikmiş gibi çirkin bir kahkaha attı, "Sen mi?" diye sordu alayla. "Black, alınma ama bu takımda hiç kız görüyor musun?" İstediği cevabı alamayınca küstahça iç çekti, "Nasıl bir düşünce yapın bilmiyorum ama Quidditch kaba bir spor... Senin gibi narin bir hanımefendinin oynayabileceğini düşünmüyorum. Süpürgede turlamaya benzemez. Yine de beni yorucu bir antrenmanın sonunda güldürdüğün için sağ ol, tatlım."

Gözümün seğirmeye başladığını hissederken içimde büyük bir öfke yükseldi. Ben bile sinirlenmişken Harry'nin Flint biraz daha konuşursa tereddüt etmeden üstüne atlayacağına emindim.

Flint'in salak saçma sözlerine Draco da en az benim kadar sinirlenmişe benziyordu. Yüzündeki çizgiler derinleşirken kaşlarını çattı, "Haksızlık ediyorsun, Flint." demesiyle adı geçen kaptan şaşırarak ona döndü. Kendisine katılmaması gururunu incitmişti herhalde. "Quidditch kurallarında sadece erkeklere ait bir oyun olduğuna dair bir şey geçmiyor. Diğer binaların takımlarına bakarsan birçok kızın oynadığını da görebilirsin. Başarılı Quidditch takımlarının hepsinde kadın oyuncular da var, hatta çoğunun kaptanı da kadın. Cinsiyetçi düşüncelerini kendine saklamayı öğren ve konuştuğunun kişinin kuzenim olduğunu hatırla kendi iyiliğin için."

Kendimi kolaylıkla savunabilirdim ama Draco'nun bana destek çıkması beni mutlu etmişti. Bazı açılardan hala gelişme göstermesi gerekse de en azından kadınlara olan saygısının en üst seviyede olduğunu görmek beni gururlandırmıştı.

"Ne o, Flint?" diye sordum alayla. "Seni gölgemde bırakacağım için endişeleniyor musun yoksa?"

Draco'nun sözleriyle kırmızının elli tonuna bürünen yedinci sınıf benim çıkışmamla küplere binmişti. Belki de hayatında en rencide olduğu an buydu.

"İyi madem," dedi ve boğazını temizledi. "Sana bir deneme antrenmanı ayarlayacağım ama sadece bir şansın var. Onu batırırsan sakın ağlama, seni Malfoy bile kurtaramaz bu sefer."

Küstahça sırıttım, "Ah, hiç merak etme. Antrenman sonunda utançtan kafanı devekuşu gibi kuma gömmeni sağlayacağım."

Karşılık vermemek için dilini ısırdığına emindim, kem küm ettikten sonra bir şeyler geveleyerek soyunma odasına adeta koştu. Kaçışı beni güldürürken Draco gitmesini fırsat bilerek geldiğimden beri sormaya can attığı sorularını ardı ardına sıraladı.

"Neden daha önce söylemedin, muhatap olmana gerek kalmadan ayarlayabilirdim! Ayrıca ne zaman ikna oldun? Başka kim biliyor? Chas, bana söylesen seni çalıştırabilirdim!"

Harry günlük Draco dozunu çoktan geçmişti. Yine de Draco'nun normalde iyi bir insan olduğuna tanık olabilmesine seviniyordum. Aralarındaki saçma anlaşmazlığı yenip arkadaş olmalarını çok istiyordum. Dediği gibi Draco'yla kardeş gibi büyümüştük, ona gerçek bir kuzen gibi davranmıştım hep. Harry ise benim öz kardeşimdi. İkisinin anlaşamaması beni rahatsız ediyordu. Anlaşamama sebeplerinin aşırı saçma olması da cabasıydı. Draco'nun hala içten içe Harry'yle arkadaş olmak istediğini biliyordum. Harry'nin ise Draco küstahlığı bıraktığında Draco'yla kafasının uyacağına emindim. Ortak noktalarının çok olmasının yanı sıra içimden bir ses kimyalarının da uyacağını söylüyordu, tabii doğru koşullar altında.

Teker teker tek solukta sorduğu soruları yanıtladım, "Yakın bir zamanda karar verdim, ani oldu. Çoğu kararım gibi... Kendim çalıştım, için rahat olsun. Bazı arkadaşlarım biliyor ama sizlere sürpriz yapmak istediğimden söylemedim. Sakın bizimkilere söyleme, özellikle Blaise'e." 

İnatla dudağını büzdü, "Yine de sana yardım edebilirdim, ne zamandır birbirimizde sır saklar olduk?"

En başından beri ama sen bunu bir süre daha bilmezsen iyi olacak.

"Özür dilerim minik ejderham, istersen deneme antrenmanımdan önce seninle de çalışırım. Eminim bana yardımcı olursun." Avuçlarımı yanaklarına bastırarak yüzünü yoğurdum. Bunu yapmama sinir olsa da her seferinde burnunu kırıştırıp tebessüm ediyordu.

"Flint'ten tarihi öğrenir öğrenmez sana bir antrenman programı hazırlayacağım." dedi kararlılıkla. "Şimdilik affedildin hanımefendi, asıl soruya gelelim; hangi pozisyon için kapışacaksın Flint'in egosuyla?"

Gururla çenemi kaldırdım, "Onu sinirden küplere bindirecek pozisyon tabii ki, kovalayıcı."

Hayretle sırıttı, "Blaise cidden çok sevinecek." 

Kafamı salladım. "Yazık, çocuk tanıştığımızdan beri beni takıma kovalayıcı yapmak istiyor, en azından mezun olmadan bunu görebilsin istedim."

Gri gözleri sevinçle parıldıyordu, "Süpürge işini ne yaptın?"

Şimdi yine kelimelerle oynamam gerekiyordu, bir yandan Harry'nin Regulus'un kimliğinden haberi olmadığı için Draco'nun ağzından kaçırmamasını sağlamalıydım. 

"Eve yazdım, bizimkiler hallediyor. Herhalde yakında gelir." 

Barty'den de Draco'nun haberi yoktu. Çok değişik bir denklemin içindeydik. Bir yerden tutsam öbür taraftan kaçırıyordum. 

"Ne model olduğunu söylemeyeceksin değil mi?"

Omuz silktim, "Sürprizimin bir kısmı bozuldu diye tamamını bozacak değilim ya. Merak etme gelince sana bir tur attırırım."

Büyük ihtimalle aklında ne olduğuna dair bir fikir oluşmuştu. Daha fazla soru sormasını engellemek için ve Harry'yi işkencesinden azat etmek için hızla duş almasını yoksa üşüteceğini söyleyerek sahadan ayrılmıştım.

Alandan uzaklaşmamızla Harry pelerinin altından kafasını çıkardı. "Malfoy'un insani tepkiler vermesini gözlemlemek beni travmatize etti sanırım."

"Ya sen bir de evde gör onu, o zaman St. Mungo'luk olursun." derken esnedim. "Akşam yemeği saati gelmedi mi hala? Çok acıktım..."

Pelerini katlayarak bana uzattı. Benden daha düzenliydi kesinlikle. Sol kolunu çevirerek geçen sene Noel'de hediye ettiğim kol saatini kontrol etti. "Yarım saat kadar var." diye bilgilendirdi. Biraz çekingen bir tavırla ekledi, "Çok yorulmadıysan on beş - yirmi dakika daha takılabiliriz."

Dudaklarımın kenarları kalkarken ailevi ilişkilerimizi sonunda yoluna sokmamızın verdiği tatmin duygusunun tadını çıkardım. Bunu en yakın zamanda babama anlatmalıydım. En azından aramızdan birinin kardeş ilişkilerinin çalkantılı olmaması onu mutlu edecektir.

"Hay hay, Bay Potter," diyerek abartılı bir reverans yaptım. "Önden buyurun."

 

 

 

***

 

 

Harry ile konuşmamız sayesinde Ruh emicilere olan nefretinin Theo'nunkine yakın olduğunu öğrenmiştim. Sahada işlerin ters gitmesinden korkması gayet doğaldı. Onun kadar etkilenmesem de Ruh emicilerin herkeste olduğu gibi benim üzerimde de yarattığı nahoş bir etki vardı. 

 

Ona Dumbledore'un böyle bir şeye izin vermeyeceğini düşündüğümü söyledim, en kötü ihtimalle bir şey yaşansa bile profesörler varken ölmesinin imkansız olduğunu hatırlattım. "Wood yıldız oyuncusuna zarar gelmesine izin vermez." dememle konu yine benim hoşlantıma dönerek neşeli bir hava almıştı.

Olaylar son iki haftadır Quidditch etrafında dönerken Pettigrew meselesini unutmamıştık. Sıkıntı şu ki Sirius'un itliğinden Pettigrew tüymüştü. Fred ve George günün çoğu saati haritayı kontrol etse de izine rastlamamıştı. Ron da faresinin Granger'ın kedisi tarafından yenildiğini iddia ediyordu şimdi. Deneme antrenmanım sonuçlanınca gerekirse bütün araziyi karış karış arayacaktım ama o lağım faresini yakalayacaktım bir şekilde.

Süpürge konusuna gelince, Barty'den ses çıkmaması beni endişelendiriyordu. Belki de yüzüncü kez okuyordum yazdığı mektubu. 

Flint deneme antrenmanımın Gryffindor - Hufflepuff maçı sonrasındaki hafta sonunda gerçekleşeceğine karar vermiş, Draco aracılığıyla bana iletmişti. Deneme bu kadar yakınken süpürgemin elime geçmemiş olması belki de yetişemeyeceği korkusunu uyandırıyordu. Bir dahakine babama ya da Narcissa halama yazacaktım. 

Sylvan daha fazla gerginlikle bacağımı sallamama dayanamayarak sakinleşmem için beni okul arazisinde gezintiye çıkarmıştı. 

Elimde sıkı sıkı tuttuğum mektubu bırakmayı reddediyordum ve bu onu deli ediyordu.

"Ezberleyemedin mi hala?" diye sordu alayla.

Onun alaycı sözlerine kulaklarımı tıkayarak satır satır ezberlediğim mektubu baştan okumaya başladım.

"Sinir bozucu minik şeftali, diye başlıyordu.

Biliyorum, heyecanından tir tir titriyorsun ve artık süpürgene kavuşmak istiyorsun. Sabır bu tür konularda sende hiçbir zaman bulunmayan bir erdem olmuştur zaten. Reggie'dense benden yardım istemen gururumu okşarken şu anda İngiltere'de bulunmadığımızı ehemmiyet ile belirtmek isterim. Baban kıçının üstünde duramadığından yine görev peşindeyiz, Newt Scamander'ın bizim kadar gezdiğini sanmam. 

     Her neyse, konumuza dönelim. Sonunda lafımı dinlemen beni ne kadar sevindiriyor tahmin edemezsin. Malzemeleri temin edecek bazı dostlarım var. Eğer olur da Akdeniz'in sıcak sularını deneyimleme şerefine erişirsen sen de ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlayacaksın. Belki de bir ara ağaçların arasında dolanıp kafa dinlemelisin, hatta en iyisi tehlikenin peşinden koşmak. Zihnini açacağı gibi kafanı toparlamana yardım edecektir. Kim bilir belki de tek boynuzluya rastlarsın.

Sen denemeleri ayarladığında haberim olacak merak etme, o tarih gelmeden süpürgeni sana teslim ederim. 

P.S: Reg'e yakın zamanda yazmanı tavsiye ederim, yine anne ördek gibi davranmaya başlıyor.

Sevgilerle,

En sevdiğin kuduz rakun"

 

"Yazıklarıyla Akdeniz ne alaka? Hem Yasak Orman'dan mı bahsediyor. Oraya girmememi söyleyen de o değil miydi? Sylvan bu adam sonunda kafayı kırdı mı?"

"Sen gerçekten onun aklının yerinde olduğuna mı inanıyordun?"

Omuz silktim, "Ne bileyim. Onu da tuhaflıklarıyla kabul ettiğim için çok kafa yormamıştım."

Mektubu elimden kapıp bu sefer de kendisi okudu. Gözleri hızla satırlar arasında gezinirken dışından anlaşılmaz mırıltılar çıkarıyordu. Sesli okuyor desem doğru sayılmayacağı gibi sessiz de değildi.

Buruşmaktan anası ağlayan mektubu elime tutuşturdu, "Gel hadi bir Yasak Orman havası alalım."

Babam bu sefer beni gerçekten eve kilitleyecekti. "Şaka yapıyorsun herhalde?" dedim inanamayarak. "Sylvan, umacı bu sefer belamızı sikerse ne yapacağız söyler misin, hayatımın anlamı?"

"Ne o? Sakın bana korktuğunu söyleme." derken geri geri yürüyerek Yasak Orman'a yöneliyordu.

"Salazar'ın yeşil yılanlı donuna yemin ederim ki geberirsek hayalet olup senin cesedine musallat olacağım."

"İşte budur! Bak nasıl da moda girdin, minik şeftali." 

Parmağımı suçlarcasına ona doğrulttum, "Barty'ye özel o takma isim, kendi takma ismini kendin bul."

"Ne dememi tercih edersin, Morticia Addams?" 

Hevesle kafamı salladım, "Bunu dersen havalara uçarım bak, idolüm o kadın!"

"Sen daha çok Wednesday'sin ama," derken çocuksu bir kahkaha attı. "Hele saçlarını iki yandan örünce kopyası gibi oluyorsun." Beni tatlı diliyle ormana sokmayı başarmıştı. "Gerçi Theo'nun yanında Morticia oluyorsun."

Ne demeye çalıştığını anlamadım. Theo'nun yanında farklı davrandığımı düşünmüyordum. 

"O nasıl oluyormuş?"

"O Gomez de o yüzden!" diye şakıdı neşeyle. "Enerjileri uyduğu gibi bence buğulu bakışları da aynı. Hem senin yanındayken aynı Gomez'in Morticia'nın yanında kediye dönmesi gibi eriyip gidiyor. Sana gösterdiği sabrın yüzde beşini bana gösterse sorgulardım, inan bana."

Bir an göğsüm sıkıştı, Sylvan yine drama çıkarıyordu yok yere. "Saçmalıyorsun Sylvan," diye homurdandım. "Theo herkese karşı sabırlı ve nazik. Biz buna aile terbiyesi diyoruz."

"Ya tabii tabii, aklın başına geldiği gün kıçımla güleceğim."

Sylvan'ın zihnimi derinlerine düşüncelerime etki etmesi için ektiği nifak tohumlarını silkeledim. Kendi kendime gelin güvey olacak değilim ya, hem Theo'dan bahsediyoruz. Saçma sapan işler...

Süpürgemi düşünmeliyim, evet, süpürgemi. Barty keşke yoktan var olsa da süpürgemi verse.

Ormanda çok derinlere ilerlememiş olsak da dışardaki sesleri kaplayan yoğun bir uğultuyla izole edilmiştik. Geçtiğimiz çalılardan hışırtılar çıkarken kim bilir ne tür yaratıklarca kuşatıldığımızı düşünüyordum.

Sylvan ve benim vurdumduymazlığımız yüzünden Yasak Orman arka bahçemiz haline gelecekti yakında. 

"Sırf mektupta geçen imadan dolayı Yasak Orman'a girmemiz ne kadar akıllıca?" diye sordum.

"Bilmem, herhalde hiç akıllıca değildir." Elimi tutarak ileri geri sallamaya başladı. "Olsun, yürüyüş oluyor, fena mı?"

Tam da yürüyüş yapılacak yerdi çünkü Yasak Orman.

 

Ormana gireli yaklaşık yarım saat olmuştu ki cebime sıkıştırdığım mektup sanki rüzgarda savrulurcasına kıpırdamaya başladı. 

"Cebine sincap mı girdi?" diye sordu Sylvan benim gibi cebimin savrulmasıyla sıçrayarak.

"Hayır, kağıt hareket ediyor..." Tereddütle elimi kağıda attım. Gariptir ki elim değer değmez kıpırdamayı kesti. İncelemek için ikimizin de hizasına getirdiğimdeyse birdenbire kendini imha ederek parçalara ayrıldı.

"Sonunda girebildin ormana!" 

Beklenmedik sesle ikimiz de boğazlarımızı yırtarcasına çığlık attık. Fark etmeden birbirimize yapışmıştık bile. 

"Yasak Orman'da ses duyunca ilk tepkiniz asanızı almak yerine buysa boku yedik." diye homurdanırken kafasına düşen yaprağı temizledi. "Babana her şeyin çekmiş bari bu huyun annene çekseydi."

Hangimize söylediğine emin olmasam da ikimizi de kast etmiş gibi geliyordu.

"Nasıl geldin?" diye sordum merakla. "Parşömeni mi büyüledin yoksa?"

Baygın bakışlar atmakla yetindi. Sonra elini cebine atarak oyuncağa benzeyen küçük paketler çıkardı. "Bu saatte dek anlamamış olmanız içler acısı. İki dingil beyin hücrelerinizi paylaşarak bile en fazla bu kadar ilerliyorsanız en azından Nott'u kıçınızın dibinden ayırmayın da hayatta kalma ihtimaliniz yükselsin."

"Wow, gerçekten sevgi dolusun bugün, Barty."

"Bilgin olsun Crouch, biz dingilsek Theo da en az bizim kadar dingil. Eylül ayından beri neler çekiyorum bu ikisi yüzünden haberin var -mph!" Sylvan'ın ağzını elimle kapatarak çenesini kapattım. Ağzında yine bakla ıslanmıyordu.

"Yılbaşında bunların hepsini öğrenmek istiyorum, bücür." diye bana işaret ettikten sonra asasıyla elindeki küçük paketleri olması gereken boyuta çevirdi. "Süpürge dışında diğer malzemelerin hepsini de aldım. Reggie'nin doğal olarak haberi oldu, biliyorsun sugar daddymiz o. Küçük prens ona haber vermemene darıldı ama maça davet edersen affedecekmiş falan filan. Orman olayından bahsetme mektup yazarken, ikimizin de belasını siker sevgili babacığın."

Sevinçle paketleri aldım. "Bir tanesin, Barty!" Paketleri Sylvan'ın eline tutuşturup Barty'nin üstüne atladım. "Ah, sen olmasan ne yapardım!" Kollarımı boynuna doladım.

"Bilmem, herhalde daha az küfür ederdin."

Sylvan kucağında tutmaya çalışırken boğuştuğu paketlerin arasından seslendi, "Bak, o doğru işte."

Ben mutlu bir kedi gibi sırnaşırken Barty fizikse temastan bıkarak beni nazikçe uzaklaştırdı. Şimdi de üzgün bir kediyim.

"Tamam tamam, yeter bu kadar." diye mırıldandı. Asasının kısa bir hareketiyle paketleri Sylvan'ın elinde minyatürleştirdi tekrardan. "Taşıması daha kolay olur böyle. Şimdi siz ikinizi ormandan çıkarayım da yaratık maması olmayın." 

Paketleri Sylvan'ın elinden alarak cebime attım, maalesef yanımdan ayırmadığım çantam belki de ilk kez yanımda değildi.

"Yazın düello derslerine tekrardan yükleneceğiz, babanın ne dediği umrumda bile değil. Bu gidişle on yediyi göremeden nalları dikeceksin." Sylvan'a döndü, "Senin için de geçerli bu dediklerim Rosier, Vivienne de eminim bana katılacaktır."

Annesinin adının geçmesiyle duruşu dikleşti. Barty ve Vivienne zıt karakterler olmalarına rağmen fazlasıyla iyi anlaşıyordu. Gerçi Vivienne'in herkesle anlaşabileceğine emindim. Kadın Evan Rosier'i tavlamıştı yahu!

Harry'ye annem yerine geçen birisi olmadığını derken ebeveynlerimden birinin kadın olmadığını kast etmiştim ama Vivienne kesinlikle bir anneye en yakın olan şeydi benim için. Beni Sylvan'dan bir kez bile ayırt etmemişti, babamların işi olduğunda yanlarına davet ederdi. Daha önce yılbaşında onlarda kalmışlığım bile vardı.

Sükunet içinde yürüdüğümüz süreyi kısa kesmeye karar vererek mektubun çözemediğim kısmını sordum, "Akdeniz olayı ne alaka?"

Barty'nin yüzünden kısa bir an için pişmanlık gelip geçti. Sanırım söylememesi gereken bir şeydi.

"Zamanı gelince anlayacaksın. Yani umarım anlarsın. Yazmam saçmaydı. Boş ver sen bunu." Yüzünü buruşturdu ve hızlanarak önümüzde yürümeye başladı. 

Sylvan'la aramızda sessiz bir bakışma geçti. En az benim kadar meraklanmıştı. Yine de fazla merak kediyi öldürür, Barty'nin üstüne gitmek anca sinirlenmesine sebep olurdu. Bunu acı şekillerde deneyimleyerek öğrendiğimden beri adamla iletişimim daha akıcı hale gelmişti. Barty şekle sokulabilecek biri değildi, onu hayatında istiyorsan kendini ona adapte etmen gerekiyordu. Bu da takdir ettiğim ama aynı zamanda sinir bozucu bulduğum bir özelliğiydi.

Yolculuğumuzun geri kalanı sessiz geçmişti, arada bir gördüğümüz bazı şeylere tepki vermemiz ve Barty'nin açıklayıcı yorumlarda bulunması dışında ağzını açan olmamıştı.

Ormanın sonuna yaklaştığımızda Barty Sylvan'a önden ilerlemesini söyleyerek beni kenara çekti. Bugün oldukça şüpheli davranıyordu, gözlerinin altındaki morluklar normaldekinin belki de üç katı koyuydu. Buğday teni biraz koyulaşmış, buna rağmen benzi soluk görünüyordu. Normalde toprağı andıran kahverengi gözleri sanki daha koyulaşmıştı. Her zaman özenle şekil verdiği saman sarısı saçları dağınıktı. Çilleri de daha belirgindi.

"Chasity," Bana taktığı lakaplar yerine ismimle seslenmesinden bir sıkıntı olduğunu anladım. "Sana asla zarar verecek bir şey yapmak istemeyeceğimi biliyorsun değil mi?"

Sorusuyla afalladım. "Bu da nerden çıktı şimdi?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim. Fakat onu tatmin etmeyen yanıtıma eklenti yaparak delici bakışları altında sorusunu düzgünce cevapladım. "Tabii ki biliyorum."

Beni kendine doğru çekip kollarını etrafıma doladı. Barty kendi deyimiyle 'mıcık mıcık olmayı' sevmezdi. Sevgisini de hareketleriyle belli ederdi, ağzından kelimeler halinde güzel bir şeyin çıktığı nadir görülürdü. Bu yüzden fazlasıyla endişeleniyordum.

"Barty, iyi misin?" diye sordum kafam göğsüne yaslandığından çıkan boğuk sesimle. Boyum anca oraya yetiyordu. Bostan korkuluğu gibi adamdı ne de olsa. "Beni endişelendiriyorsun bak."

Boğazını temizledi. "Sana fazla sert davranıyorum. Aramız da biraz tuhaf belli bir süredir. O yüzden söyleyesim geldi." Kısa bir sessizliğin ardından, "Amaaan, kimi kandırıyorum. Evet, bir sorun var. Ama söyleyemem. Zamanı gelince kendin anlayacaksın. İnan bana seni her şeyden izole etmeye çalışıyoruz. Yine de hayat bu Chas, her şey planlandığı gibi gitmiyor. Lütfen benden nefret etme, olur mu?"

İçim içimi kemiriyordu adeta. Neyden bahsettiğini o kadar merak ediyordum ki! 

"Barty, senden nefret edebilmem imkansız."

Öksürdükten sonra beni kendinden uzaklaştırdı, "İyi o zaman, git hadi. Sylvan'a Quidditch konusunda açıklama yapman gerekiyor gibi."

 

 

 

***

 

 

En sevdiğim Fransız'ın yanına döndüğümde ne olduğunu sormuş, bir süre Barty'nin şüphe verici tavırları üstüne konuşmuştuk. 

Konu yeterince içimizi karartınca beynimdeki sesleri susturmak adına bir iyilikte bulundu, "Mektuba yaptığı takip büyüsü çok akıllıcaydı." dedi. "Yasak Orman şatoya en yakın cisimlenebileceği yer ve takip büyüsü sayesinde biz nalları dikmeden bize yetişebilecekti."

Düşünceli bir sesle onaylayan mırıltılar çıkardım. Antrenmanlar yüzünden son zamanlarda beynim pelteye dönmüştü. Basit bir takip büyüsünü bile fark edememe kızması çok doğaldı Barty'nin. 

"Demek takıma giriyorsun? Wood ve Diggory'yle yapılan antrenmanlar işe yarıyor desene."

Sözleriyle kafamı hızla ona çevirdim. "Onu da mı biliyordun?!"

Keyifle gülümsedi, "Sen hala her şeyi bildiğimi öğrenemedin mi?"

Kafamı hayret içinde salladım, "Sylvan Rosier," derken sırıttım. "Sen gazeteci olursan Skeeter'a pabucunu ters giydirirsin. Cidden yaparsın bunu."

Skeeter'la birbirlerine makalelerden laf soktuklarını hayal edebiliyorum bile.

Önerimi ciddiye alarak düşündükten sonra kafasını sallayarak onayladı, "Güzel bir kariyer önerisi bak, denenir."

 

 

***

 

 

Senenin ilk maçı belki de senenin en kötü gününe denk gelmişti. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur yetmezmiş gibi Boreas kendi ağzından üflüyormuşçasına esen rüzgar yeterince zayıf bir öğrenciyi süpürgesiz uçurabilecek kadar kuvvetliydi. Yaptıkları doğru olmasa da Slytherin takımının neden Draco'yu öne sürerek tarihi ertelediğini anlayabiliyordum. Böylesine korkunç bir havada uçmak intihar girişimi olurdu. Ve erkek kardeşim yakın arkadaşlarımdan biriyle sahaya çıkıyor.

 

 

Yatakhaneden çıkmadan önce şekle soktuğum saçlarım rüzgarın etkisiyle dev bir kurutma makinesine maruz kalmış gibi gözükürken ağzıma burnuma giriyor, görüşümü kapatıyordu. İki yanımda ilerleyen Sylvan ve Theo, Pansy ve beni yönlendirirken Blaise ve Greengrass önden ilerliyor, esintiyi az da olsa kesiyorlardı.

"Bu gidişle ben de maça katılacağım galiba," diye seslendi Pansy, rüzgarın uğultusunda sesini duyurmaya çalışarak. "Süpürgeye gerek kalmayacak, serbest stil oynayacağım."

Tam önümüzdeki Blaise omzunun üzerinden Pansy'ye sırıttı, "Merak etme bacağından yakalarım sen uçamadan."

Ortalığı kızıştırmak için yer arayan drama vampiri Sylvan gecikmedi, "Seni balon yapacak, Parkinson."

Pansy sinirlenip iki oğlana da sataşmaya başlarken Theo onun girdiği hale kıkır kıkır gülüyordu. Pansy ve Theo'nun arasındaki dinamik bana hep küçük kız kardeş ve abisini anımsatmıştır. Theo genelde Pansy'nin hızlı parlama anlarına kahkahalarla gülerken bazen de onu kızdıran taraftı, buna rağmen ihtiyacı olduğunda sadece yakın arkadaşlarına yaptığı gibi onun imdadına koşardı. Pansy de Theo'yu sinir etmekten geri kalmaz, çocuğu pancara çevirirdi. Yine de bir kez bile kalbini kırdığını ya da ona saygısızlık yaptığına şahit olmamıştım. İkisi de ailelerinin tek çocuğuydu, Pansy ebeveyn konusunda Theo'nun aksine şanslı olsa da ikili birbirlerinin sahip olamadığı kardeşi gibiydi. 

Onların birbiriyle etkileşimini izlemek içimi ısıtıyordu.

Ben de Pansy'nin sözlerine gülmeye başladım. Blaise'in omzuna vurduğu anda kopmuştum. 

Aramızdan sadece Draco eksikti, o da önden Crabbe ve Goyle'la gitmiş, hepimize yer tutuyordu. Greengrass Blaise'e destek çıkarak Pansy'yle uğraşırken dikkatimi önümü kapatan saçlarımı eliyle toplayan Theo çekti. 

Ne yaptığını sorarcasına yüzüne bakarken bileğinden bana ait olduğuna emin olduğum bir toka çıkardı. Saçımı beceriksizce arkamda toplarken diğerleri bizi arkada bırakmıştı.

Omzundan bize bakan Sylvan kimseye çaktırmadan zaman tanıyordu.

"Şimdi daha iyi oldu," dedi. "Saçını yiyecektin az daha."

"İnan bana şatodan çıktığımdan beri bir yumak yemişimdir."

Homurdanmam onu gülümsetirken bizi arkada bırakan arkadaşlarımızı işaret ettim, "Çok açtık arayı."

Elini belime yerleştirerek beni kendine çekti, neden bilmiyorum ama normalde yaptığı bu hareket içimde tuhaf bir his yaratmıştı. 

"Merak etme," derken hafifçe sıktı bedenimi gövdesine doğru. "Uçmana izin vermem."

Kuru kuru güldüm, "Ben uçacağımı pek sanmam."

"O zaman savrulma diye tutarım, rüzgarda rahat yürüyebil diye yardım ederim."

Sözleri yüzümde uzun süredir ona karşı oluşan belki de en sıcak gülümsemeyi oluştururken kışın yaklaşan soğuğuna rağmen kızardığımı hissettim.

"Bu olabilir." diyerek ona biraz daha sokuldum. "Hem iyi şemsiye oluyor senden."

Güldüğünde kafamı yasladığım göğsü sarsıldı. "Yılbaşı hediyesi olarak bu sene sana şemsiye mi alsam ki?"

"Hayır, benim şemsiyem sensin. Seni azat edene dek en azından..." Hediye dediğinde kapıya dayanan doğum gününü anımsadım, hediyesini dağ trolü bizi Hogsmeade'de basmadan alabilmiştim neyse ki. "Hediye demişken... bakalım yarın hediyeni sevecek misin."

Doğum gününü unutmuş gibi şaşırdı. "Yarın?" Kaşlarını çattı, ardından gözleri irileşti. "Yarın kasımın on yedisi, doğru ya!"

"Kendi doğum gününü unuttuğuna inanamıyorum," derken boştaki elimle alnına vurdum. "Ben geri sayım yaparken sen hatırlatmasam fark etmeyeceksin bile!"

Kafasını salladı, "Bu yüzden takvim kullanmıyorum ya, sen varken takvimi ne yapayım."

Göz devirdim. "Ben olmasam ne halt yiyeceksin acaba?" diye sordum. 

Genelde soran o olurdu, pişkince sırıtansa ben. Değişiklik tüylerimi diken diken ederken tebessüm ettim.

"Bilmem, herhalde günlerim birbirine karışır, gecelerim gündüze karışamazdı. Kaybolur giderdim kendi boşluğumda."

 

 

 

Stada geçtiğimizde en azından yağmurdan kurtulduğumuz için sevinebilmiştik. Draco her zamanki gibi en iyi izlenecek yeri kapmıştı. Sürü halinde geldiğimiz için epeyce yer kaplıyorduk. Pansy ve Blaise arkamda fısır fısır tartışırken Greengrass bir şekilde yanımızda bitmişti. Theo'nun solunda ben, sağında o olmak üzere dizilmiştik. Sylvan ise benim solumda Draco'yla yan yana oturuyordu. Draco'nun arkasına yerleşen Crabbe ve Goyle rüzgarın arkamıza vurmasını engelliyordu en azından.

Kanarya sarısı formalarıyla Hufflepuff sahaya indiğinde Cedric'i görebilmek için öne eğildim. Oliver'la el sıkışıyorlardı. Bulunduğumuz yerin yüksekliğinden suratlarını seçemesem de Oliver'ın sahaya iner inmez rekabetin getirdiği coşkuyla samimiyete dair bütün duygulardan arındığına ve canı sıkıldığında yaptığı gibi çenesini kastığına emindim. Öte yandan Cedric duruşundan bile samimiyetini kaybetmediğini belli ediyordu. Yine de sahaya girdiğinde hep olduğu gibi egosunun yükseldiğini biliyordum. Burası benim alanım, diyordu içinden çıkan vahşi yaratık, bana ait ve kuralları istediğim gibi parmağımda oynatabilirim.

Cedric centilmendi. Yumuşak başlı, samimi, arkadaş canlısı ve yardımsever. Ancak aynı zamanda sadece sahada ortaya çıkan bir yanı daha vardı (saha dışında da görülebilirdi, sadece çok çok çok şanslı olmanız ve yakın bir ilişkiniz olması gerekirdi), Cedric bazen egosunun esiri oluyordu, kendinden emin olduğunun göstergesi şişirdiği göğsü ve dik omuzları yüzüne yerleştirdiği arkadaşça gülümsemeyi gölgelerken gri gözlerindeki rakibini elinde oyuncak edeceğine dair bir bakış karşısındakini aslında bu yanını sadece sahaya sakladığı gerçeğine şükür ettiriyor. 

İstemsizce kıpraştım. Heyecanlanıyordum. Cedric'i süpürge üzerinde izlemekten inanılmaz keyif alıyordum, Oliver'la karşı karşıya gelmelerini izlemekse ziyafet gibiydi.

"Üşüyor musun?" diye sordu Theo sağımdan masumca. 

Sylvan ne bok olduğumu bildiğinden sırıtarak atladı göz teması kurmak için kafasını eğerek, "Heyecandan titriyor, baksana şunun yüzüne. Bakışlarıyla sahayı yutacak gibi!" Kıkırdadı. "Quidditch'e bu kadar ihtiras duyması beni benden alıyor."

"Aynı şeyi izlemiyor muyuz, yoksa?" diye sordum alayla. "Şahsen süpürge üzerinde Cedric kadar akıcı uçan çok kişi görmedim. Hele okulda oynanan Quidditch! Genç olduğumuz içindir belki, oyuncuların gözlerinde ayrı bir hırs var. Sanki kurtlar sofrası. Gladyatörlerin Kolezyum'da hayatları pahasına savaşmasını izliyoruz gibi... Wood'un sahaya indiğinde yepyeni birisine dönmesine ne demeli? Göz alıcı bence... Bu ilkel duyguların bu kadar modern bir eğlencede ortaya çıkması hayret uyandırıcı-"

Pansy omzumun üzerinden uzattığı eliyle ağzımı kapattı, "Şşşttt! Tamam tamam, her maç aynı konuşmayı dinliyoruz, Chas. Sessiz ol da Wood'u dikizle sen hadi, küçük sapık."

Ona dil çıkarmayı ihmal etmeden önüme döndüm. Theo'nun göz ucuyla beni izlediğini cildime dokunurmuşçasına hissediyordum. Kafamı kaldırarak gözlerimi gözlerine diktim. Yüzünde çoğu zaman olduğu gibi okuyamadığım bir ifade vardı. Bakışlarının yumuşak olduğuna karar vererek şımarmayı seçtim. İlgi arsızıydım. İnsanlara sırnaşmayı severdim. Gereksiz derece sevgi doluydum, aynı gereksiz derecede öfke duyabildiğim gibi.

Benimle alakası bile olmayan, hatta aksime sahayla ilgilenen Daphne'ye ters bir bakış atmaktan kendimi tutamadım. Aynı hızla kolumu Theo'nun sol koluna doladım, onu kendime çekerek kafamı omzuna yasladım. Hareketimin aniliği şaşırtsa da gülümsedi ve kastığı vücudunun rahatladığını hissettim. Çok geçmeden öbür tarafımdaki sarışın da benzer şekilde benim omzuma sırnaşmıştı.

"Grup sırnaşması." diye fısıldadı gülmemek için kendini sıkarak.

Theo'nun asasıyla Sylvan'ı dürtecek bir büyü yolladığını göz ucuyla fark ettiğimde Sylvan oturduğu yerde sıçradı. "Eşek herif..."

Madam Hooch'un elini ağzına götürdüğünü zar zor seçiyordum, herhalde düdüğünü üflemişti. Rüzgar öyle şiddetliydi ki normal şartlarda sahayı çınlatan tiz sese dair bir iz bile duyamamıştım.

Oyuncular süpürgelerinde havalandı, Harry Nimbus'uyla rüzgarı yarıyordu. Kaliteli süpürgesine rağmen düz bir çizgide ilerlemekte zorluk çektiğini gördüğümde içimi korku sardı. Ona Dumbledore ve diğer profesörler varken bir şey olmayacağını düşündüğümü dememe rağmen Theo'nun koluna sarılmayan elimi istemsizce cebimdeki asama götürdüm.

Bedenimin yarattığı hareketle domino taşı gibi üçümüz de kıpırdamıştık. İki oğlan da aynanda bana döndü. Theo gözleriyle ne olduğunu sorarken Sylvan sakince asayı tutan elimi aşağı indirdi. "Saçmalama..." diye fısıldadı. Harry'nin kardeşim olduğuna dair en ufak fikri bile olmayan arkadaşlarımızın nahoş bir sürprizle öğrenmemesi için sesini oldukça alçak tutuyordu. "Maç yeni başladı. İstersen kundakla kucağında taşı bir de."

"Sylvan, süpürgesinde düz uçamıyor!" Adeta tısladım. "Bu gidişle Snitch'ten önce St. Mungo'dan kendine bir oda yakalayacak."

"Morticia, kendine gelir misin? Çocuk Voldy-Moldy'yi birinci sınıfta kül etti. Sence azcık esinti mi sonunu getirecek?"

"Azcık? Utanmasan tatlı meltem diyeceksin..." Nefesimi sabırsızca burnumdan verdim. "Asam bir şey olursa diye hazırda duruyor sadece."

"İnan bana profesörler senden hızlı davranacaktır- tabii bir şey olursa." Theo'nun sesini duymamla kafamı kaldırdım. "Harry biraz fazla cesur olabilir ama kesinlikle aptal değil...en azından tamamen."

"Ne kadar rahatladım tahmin edemezsin(!)"

Biz küçük çaplı bir iç savaş yaşarken Draco'nun kıkır kıkır güldüğünü duyabiliyordum. "Düşeceğine on galleonuna bahse girerim."

Dişlerimi sıkarken Sylvan ve Theo iki koluma yapıştı. "Wood'a falan baksana sen, Chas." diye önerdi Theo beni sakinleştirmeyi amaçlayarak.

"Gomez haklı, Wood'un Adonis'e taş çıkaracak hatlarına baksana sen!"

"Gomez-?"

Alçak sesle mırıldandım. "Adonis Oliver değil. Adonis'e başka birinin hatları benziyor."

Sylvan ne dediğimi duymuş, şeytani bir gülüşle kaşlarını indirip kaldırıyordu. "Addams."

"Addams? Morticia? Gomez? Ne saçmalıyorsun yine Rosier?" Yüzünü ekşiterek bana döndü. "Yine mi zehirledin bunu?"

İsyan edercesine inledim, "Sadece bir kez oldu, o da yanlışlıklaydı!"

"Cehaletin midemi bulandırıyor, Nott. Boş ver, zamanı gelince anlarsın." dedi Sylvan burun kıvırarak.

Theo cevap veremeden kolunu çekiştirerek onu susturdum.

Maç ilerledikçe sis artıyor, bizim bile oyuncuları görmemiz zorlaşıyordu. Harry'yi iki kez görebilmiştim ve son görüşümde artık baştan aşağı ıslanmıştı. Kıyafetleri göle atlamışçasına üstüne yapışmış, saçı inek yalamışa dönmüştü. Bu durumda zaten bozuk olan gözlerinin hiç de görebildiğini sanmıyordum.

Durum o kadar fenaydı ki sayısını kaçırdığım kadar çok kez oyuncular nerdeyse birbirine giriyordu. Harry'nin karaltısının görüldüğü tarafa iki kez Bludger gittiğini gördüm, düşen kimse olmadığına göre kaçmayı başarabilmişti.

Yağmur öyle şiddetlenmişti ki biz bile ıslanmamak için üzerimize tılsım yapmak zorunda kalmıştık. Bu da aklıma parlak bir fikir getirirken iki dağ ayısının arasından zar zor sıyrıldım. Benim ayaklanmamla onlar da ayaklanmıştı. Ve şimdi herkes bize bakıyordu. 

"Gidiyor musunuz?" diye sordu Blaise. 

"Daha Potter düşmedi bile!"

Hatırlatma gereksinimi hissettim, "Draco, Harry benim arkadaşım." 

Bir an duraksadı. Ardından, "Ah, pardon. Onun gibi biriyle herhangi bir samimiyetin olduğunu unutmuşum. Herkesin utanç verici bir okul anısı olur elbet." diyerek sırıttı.

"Gerçekten bir insanın sakatlanmasını isteyecek kadar acımasız olmana inanamıyorum!" Ona hayal kırıklığı dolu bir bakış attım ve daha yumuşak bir sesle ekledim, "Seni gerçekten hiç yetiştirememişim, babanı haklı çıkarıyorsun Draco Malfoy."

Yüzündeki gülümseme dondu, canını acıttığımı biliyordum. Kişilik gelişimi için buna ihtiyacı vardı.

Blaise'e döndüm. "Gidip geleceğim hemen, yerimi kaptırmayın sakın."

Theo ve Sylvan arkamda kuyruk olmaya hazırlanırken oturmalarını işaret ettim. "Siz nereye?"

"Başını belaya sokmadığına emin olmaya."

Ağzımı açmama fırsat vermeden Sylvan koluma girerek sürüklemeye başladı. "Bir sevimlilik yap da benim yerimi de tut, Parkinson!"

Pansy cırlayarak ona orta parmağını gösterdiğinde gülerek görmezden geldi, Theo arkamızdan gölge gibi ilerliyordu. 

Kulağıma yaklaşarak fısıldadı, "Sizin şu Parkinson'ı sinir etmek çok keyifli! Blaise'e olan ilgisiyle dürtmeliyim bir ara." 

"Sana ağzını açtığın anda Avada'yı çakar, Sylvan." diye uyardım basamaklara dikkat ederken. "Blaise hassas konusu."

Theo arkamızdan seslendi, "Eninde sonunda Pansy Blaise'i kapacak, görürsünüz." 

"Blaise'in alakasızlığıyla o zor sanki." Kolumdan çıkarak elimi tuttu, daha kolaydı bu şekide merdivenlerden inmek. Babil Kulesi'nden iniyoruz sanır gören de, in in bitmiyor merdivenler. "Blaise'in kızlardan hoşlandığına emin miyiz ki?"

"Blaise'in direkt insanlardan hoşlandığını sanmıyorum."

"Acımasız olma Theo! Çocuğun oldukça zor bir hayatı var, biraz anlayışlı ol."

Burnunu çekti, "Pardon prenses, bir dahakine 'zavallı' kelimesini de eklerim adını anarken."

Merdivenlerin sonuna gelmemizi fırsat bilerek omzuna bir tane indirdim. Anca gülmesine sebep olmuştu.

"Mizahın gün geçtikçe çürüyor, Theo."

"Gotik kategorisine giren her şeyi sevmiyor musun? Sorun olacağını sanmam, karanlık, çürümüş ve soğuk olan ne varsa seni ona yönelirken görüyorum. En azından ben çürüdükçe sen fazla uzaklaşamazsın."

Sözleri güllerle bezeli gibi görünse de altında başka bir anlam yatıyordu. En az benim onu kontrol etme isteğim kadar onun da beni kontrol etmek üzerine yoğun istekleri vardı. 

Ağzımı açamadan çakan şimşek sözümü kesti. Sahaya aşağıdan bakmak çok tuhaftı. Gökyüzünden oyuncuların birer birer inişini seçebiliyordum. Oliver büyük bir şemsiyenin altında topluyordu herkesi.

"Flörtleşmeyi kesin Addams ailesi, acele edin de mola bitmeden Harry'nin kıçını toparlayalım. Merlin biliyor tılsım yapmak o veledin aklına gelmez!" Sylvan'ın çekiştirmesiyle yavaş adımlarımız tempolu bir koşuya dönüşmüştü. Bir yandan Sylvan'a flörtleşmediğimizi bağırıyorduk ancak çok da dinlediğini sanmıyorum.

Vardığımızda Harry Oliver'a maçın durumunu soruyordu. Sylvan ve Theo ardımda durmayı tercih ederken ben aralarına atladım. Yüzümdeki ifadeyle biraz deli gibi duruyordum sanırım, Theo'nun beceriksizce topladığı saçlarımın bozularak dört bir yana saçılması ve soğuktan daha da rengi atan tenim pek de yardımcı olmuyordu. 

"Elli sayı öndeyiz ama Snitch'i yakalayamazsan geceye dek oynarız."

Harry gözlüklerini çıkararak üstünde biriken damlaları silkeledi, "Gözümde bununla hiç şansım yo- Chasity? Ne işin var burda?"

Sırıtarak asamı gösterdim, Merlin, St. Mungo'dan kaçmış gibi gözüküyor olmalıydım! "Sorununuza çözüm bulduk!"

Çoğul eki kullanmamla gözleri ardıma kaydı, ikiliyi görmesiyle tebessüm ederek kafasıyla selam verdi. "Şu ana dek düşmediğin için tebrikler bebelak Potter!" 

Omzumun üzerinden Sylvan'a ters ters bakmamla sahte bir masumiyetle sırıttı.

Harry onun mizahını alıştığı için alınmışa benzemiyordu, gerçi şu haldeyken bunu düşünmeye zamanı olduğunu sanmıyorum.

Gözlüğünü elime alarak asamı üzerine doğrulttum, "Impervius." Geri uzattığımda karşımdaki iki oğlan da ağzı açık bana bakıyordu. "Bu işini görecektir, lütfen dikkatli ol." Harry'ye sıkıca sarıldım ardından soğuktan buz kesmiş yanağına bir buse kondurdum. İçimde hoş olmayan bir his vardı.

Oliver'a dönerek iyi şanslar diledim, belki de hayatımda aldığım en gurur okşayıcı bakışı kazanmıştım ondan. Arsız bir kırmızı can veriyordu yanaklarıma. "Black," diyerek kolumdan tuttu. "Hogsmeade gezisinde sana Kaymakbirası borcum olsun."

Hızla kafamı sallayarak arkadaşlarımın yanına sektim. Ben yanlarına dönerken Theo Harry'yi kenara çekmiş, kulağına bir şey fısıldıyordu. 

Sylvan'ı dürttüm, "Ne konuşuyorlar?"

Omuz silkerek dudağını büktü, "Ne bileyim ben. Nott'un zihnini sen okuyamazken ben mi okuyacağım?" Burnuyla gülerek ekledi, "Wood seni öpecek sandım bir an."

Göz devirdim, "Wood'un öpeceği tek kişi süpürgesi."

"Ona ne şüphe."

Theo ve Harry'ye baktığımda yüzlerinde ciddi ifadeler kazılıydı. Harry kafasını sallayınca omzunu pat patlayarak yanımıza döndü. Ne olduğunu sorsam da yanıtlamadı, sessizce üçümüzü de tribünlere yönlendirdi.

Şanslıydık ki sisten sahanın zemini gözükmüyordu, kimsenin yaptığımız iyiliği gördüğünü sanmıyorum. İyi bari, diye düşündüm, bugün de Slytherin haini ilan edilmeyeceğiz.

Kızsalar haklı olurlardı, ne de olsa Harry'nin kardeşim olduğunu ikizler, Theo ve Sylvan haricinde hiçbir öğrenci bilmiyordu. Listenin gittikçe uzadığını fark edince içimi korku kapladı, ağzımda bakla ıslanmıyordu cidden. Sevgili babam James Potter'dan aldığım başka bir özellik. En azından Sirius öyle demişti.

Biz tribüne vardığımızda Harry oldukça yüksekteydi. Fakat beni endişelendiren o değildi, tanıdık siyah bir köpek yüzsüzce olduğumuz tribünün en arka koltuklarından maçı izliyordu. Ciyaklayarak Sirius'un yanına ulaştım. 

"Pofuduk! Ne işin var burada seni aptal köpek?" diye gıcırdattım dişlerimin arasından. İnsanların arasından zar zor çıkardığım Sirius utanmadan bana hırlıyordu.

Ne olduğunu gören Theo ve Sylvan yanımda bitmişti tekrardan.

"Görüyor musunuz rezaleti?" dedim sinirle. "Bu pire torbasının rahatlığı beni öldürecek!"

Sirius karşılık olarak havlayınca ona annemin korkunç bakışı olarak adlandırdığı bakışımı attım. İsyan edercesine inleyince gözlerimi kıstım. Harry zaten ondan üç buçuk atarken ne yapmaya çalışıyordu bu salak herif?

Theo zorla Sirius'u sürüklerken Sylvan Harry'nin nerdeyse süpürgesini bana haber verdi. Kalbim bir anlığına durdu. Sirius'un ağzına sıçacaktım.

Koltuğumuza geri döndüm. Olan olmuştu zaten. Umarım kıçı donar da bayılır kalır.

Theo Sirius'tan kurtulamamıştı. Yanıma oturduğunda dev, siyah köpek de ardından gelmiş, ayaklarımın önüne kurulmuştu.

"Senden çizme yapacağım." diye fısıldadım sadece onun duyabileceği bir sesle. "Bir çift çıkar senden, hatta bir de uyumlu şapka!"

Bana ters ters bakmasıyla dil çıkardım.

"Bahsettiğiniz Pofuduk bu mu?" Greengrass'ın sesini duymamla kafamı hızla çevirdim. "Çok şirin görünüyor! Nasıl çıkmış ki acaba buraya?"

"Aptallığından," diye tısladım. Bugün sinirlerimi iyi zorluyorlardı. Bu gidişle mezuniyet cübbesinden önce deli gömleği giyecektim. "Sevimli olduğuna bakma, güzellik ve estetik aldatıcıdır, oldukça şapşal bir köpek."

Sözlerime yüzü düşerken omuz silkti, "Olsun, zeki olmasına gerek yok, ne de olsa başkası bakmıyor mu ona? Av köpeği değilken güzellik ona yeterli olacaktır."

Konuşmayı devam ettirmeye niyetim yoktu, zaten fırsatım da kalmadı. Çevremden hayret çığlıkları atılırken kulaklarım uğulduyordu. Sylvan ve Theo'nun beni tuttuğunu hissettim. Her şey ağır çekimdeydi. 

Harry düşmüştü.

 

 

 

***

 

 

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Her şey buğuluydu ve zaman - mekan kavramımı kaybederek telaşa yer açmıştım. Harry'nin başucunda oturuyordum, Granger'ın yargılayan bakışlarıyla mücadele etmeye çalışmamıştım bile. Şu an belki de en son umursadığım şey önemsiz, sorgulayan ve suçlayan insanlardı. 

 

Gryffindor takımıyla beraber hasta yatağını çevreliyorduk. Sylvan ve Theo benimleydi, sonra Madam Pomfrey ikisini de yollamıştı. Bu ikilinin yanıma saat başı uğramasına engel olamamıştı. Birkaç saat boyu ben yanı başından ayrılmazken takım arkadaşlarından biri gidip biri geliyordu. Ron ve Granger da nöbet tutuyordu. Granger'dan haz etmesem de ikilinin varlığına minnettardım. Harry'yi gerçekten umursuyorlardı. 

Fred ve George diğer oyunculardan daha sık uğrarken George beni bir kenara çekmiş, sakinleştirmek için elinden geleni yapmıştı. O bana ağlama diyene dek ağladığımı fark etmiyordum. Duygularla arası iyi olan ikize sarılırken az da olsa zihnim susuyordu.

George şu okuldaki en büyük duygusal desteğim haline gelmişti. Birinci sınıf ben olsa kahkaha atardı halime.

Sportmenliğinden asla şüphe etmediğim ve etmeyeceğim Cedric de Harry'yi kontrol etmişti. O geldiğinde bir de onun omzunda bir tur ağlamıştım. Çok korkmuştum, susamıyordum ve bu çevremdekileri geriyordu. 

Gözlerini açtığında Fred haykırdı, "Harry! Kendini nasıl hissediyorsun?" 

Hastane Kanadı'na gelişimizden beri ilk kez ona dikkat ettim, üzeri çamurla kaplıydı ve formasının altında hayalet gibiydi. Tek bu halde olan o değildi. Oyuncuların çoğu üzerlerini değiştirmeye gitmek yerine ya Harry'yi kontrol etmeyi seçmiş ya da bir köşede depresyona giriyordu.

"Neler oldu?" Hızla yatağından doğruldu. 

"Düştün. Çok yüksekten- on beş metre var mıydı?"

"Öldün sandık." derken titriyordu adını hatırlamadığım bir kız. Alice miydi adı? Alisa? O tarz bir şeydi işte.

En az benim kadar ağlamış olan Granger'dan ciklermişçesine bir ses çıktı.

Harry beni şaşırtmayarak maçın durumunu sorguladı. Fred maçın son anlarını anlatırken o anki panikle hiçbir şeyi anlamamış olduğumu fark ettim.

"Wood nerde?" diye sorduğunda yüzümü buruşturdum. Onu da bilmiyordum. Sanırım ağlamak dışında bildiğim bir şey yoktu.

"Hala duşta," dedi Fred. "Bizce kendini boğmaya çalışıyor."

Gerçekten amacı buysa şaşırmazdım.

Bir süre daha maç üstüne konuşuldu, sonra hep kazanan olamayacağı söylendi. Optimist olmaya çalıştılar ama kimse ağzından çıkana inanmıyordu. Açıkçası şu an takımın sıralaması da kazanma ihtimali de umrumda değildi. Harry iyi olsun yeter.

Bencildim ama herkes öyle değil miydi?

İkizler diğerleriyle sonra uğrayacaklarını söyleyerek odadan çıkarken beni de götürmeye yeltendiler ama biraz daha duracağımı söyleyerek onları savuşturdum. Harry sonunda uyanmışken onu asla bırakamazdım.

Granger ve Harry konuşurken sessizce elini avuçlarımın arasına aldım. Ağlama artık, aptal, ağlama. Bak, o iyi.

Süpürgesini sorduğunda da konuşmadım, üçünün konuşmayı yönlendirmesini dinlemekle yetindim. Çok isterse yılbaşı hediyesi olarak yeni bir süpürge alırdım, canım, ne olacak?

Flitwick'in bıraktığı süpürgesinin parçalarına bakarken yüzü yumruk yemişe döndü. 

"Harry, yenisini alırız. Sorun yok." Çıkan sesin bana ait olduğuna inanasım gelmiyordu. Çatallı ve cılızdı. "Yaşıyorsun ya o yeter."

"Chasity, anlamıyorsun-"

"Hayır, sen anlamıyorsun. Öldün sandık gerçekten!  Granger'a baksana, kız ağlamaktan kıpkırmızı! Ron'a bak- bana bak. Şu an en son düşünülecek şey bir süpürge!"

Yükselmemle bahsi geçen ikili de sus-pus olmuş bana bakıyordu. 

Harry yatağına gömüldü. "Sanırım kafayı yiyorum." diye mırıldandı.

Kapı gürültüyle açıldı. Sylvan ve Theo kolları her çeşit tatlıyla içeri daldı.

"Çekilin kaltaklar, en sevdiğimiz Potter'a geçmiş olsun hediyeleri getirdik!" 

Sylvan'ın bağırışıyla hepimiz ona döndük. "Nerden öğrendin uyandığını?" diye sordum burnumu çekerek. O kadar çok ağlamıştım ki akşam başım çatlayacaktı.

"Senin dağ trolü ilk kez işe yaradı-" Hızla ekledi, "Üzerine alınma lütfen, Ronald."

Ron abilerinin genel haline alışık olduğundan umursamaz bir sesle alınmadığını ekledi.

Tatlılar Harry'nin başucuna teker teker yerleştirildi. Zorla ona bir turta yedirdim.

"Kaç saattir burdasın, Chasity?" diye sordu Harry sonunda. "Benden berbat görünüyorsun."

Sylvan ofladı, "Bizi dinledi mi sanıyorsun? Elini yüzünü bile yıkamaya gitmedi. Başucuna yapıştı resmen." 

"Kendini çok yıprattı, zaten bu yüzden bir teklifle geldik."

Theo'ya ne saçmaladığını sorarcasına baktım.

"Hufflepufflar Diggory'nin itirazlarına rağmen parti düzenliyor." diye açıkladı Sylvan.

"Gelip kafanı dağıtman lazım Chasity, ölü gibisin. Hem bak Harry yaşıyor hala." 

Harry hastane yataklarına düşmüşken ne işim vardı benim Hufflepuff partisinde? 

"Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Harry'ye baksana bir-"

"Abla, hayattayım. Sylvan ve Nott haklı. Gidip kafanı dağıtmalısın." Harry'nin sözleriyle kaşlarım mümkünse daha da çatıldı. Ellerimi tuttu ve sıktı, "Gitmezsen ayaklanıp seni ben sürüklerim."

Ron ciyakladı, "Harry bile senden daha sağlam görünüyor şu an Chasity!"

"Çok sağ ol Ronald, kızın eminim ihtiyacı olan buydu." Fransız dostum Ron'un alnına bir fiske attı. "Kızlarla düzgün konuşabilme geni Charlie'den sonra tıkanıklık yaptı anlaşılan. Ah, George var bir de doğru."

Odaya doluştuğumuzdan beri bana tek kelime etmemiş olan Granger beni şaşırtarak, "Biz burdayız, merak etme. Onu kontrol edeceğiz. Gözün arkada kalmasın." dedi.

Tereddütle Harry'ye baksam da onaylamaktan başka çarem kalmadı. Gerekirse beni cidden sürüklerlerdi. Biliyordum.

"Granger, bu iki şapşal sana emanet." diye Ron ve Harry'yi işaret ettim. "Ron, hiç öyle bakma. Sen de Harry'den farksızsın."

Granger gülümseyerek kafasını salladı ve iki arkadaşım beni gerçekten sürükleyerek Hastane Kanadı'ndan çıkardı.

"Bari veda etmeme izin verseydiniz."

"Oldu, ayağında da salla istersen."

Theo bu sefer önden ilerliyordu, bize- daha doğrusu bana döndü. "Sıcak bir duş al, en içine sinecek kıyafetlerini giy ve gerçekten özen. Bu gece sana tatil."

Sylvan omzuma kolunu atarak beni kendine çekti, "Ben bu akşam mental olarak yanınızda olacağım."

Hışımla kafamı çevirdim, "Neden gelmiyorsun? Sen yokken ben neden gitmek zorundayım?"

"Özür dilerim 'Tish ama inanması zor olsa da ders verdiğim alt sınıflar var. Ortak salondan çıkabileceğimi hiç sanmıyorum." Ardından daha sakin bir tonla ekledi, "Bu gece dedikoduyu bana sen taşıyabilirsin belki, hm? Benden önce öğrenme fırsatını kaçıracak değilsin ya?"

 

 

 

***

 

 

 

Hufflepuff ortak salonuna gizlice sıvışmamızın ve partiye dalmamızın ilk on dakikası insan selinde ezilmemeye çalışmakla, geri kalan on dakikası ise neden geldiğimi sorgulamakla geçmişti. 

 

Pansy ipleri eline alarak bana giymem için bir şeyler seçmiş, saçımı da kendisi toplamıştı. İtiraf etmem lazım ki gerçekten güzel olmuştum. Belki başım çatlıyor gibi hissetmesem, aklım da çorbaya dönmemiş olsa bunu hissedebilirdim. 

Altımda kareli kırmızı bir kalem etek, üstümde ise siyah bir boğazlı kazak vardı. Pansy'nin siyah dantelli külotlu çorabı tenimi soğuktan saklamasa da en azından yazdan çıkmışım gibi gözükmememi sağlıyordu. 

Theo binaya girdiğimiz gibi birkaç kişiyle muhabbete girişmişti. Pansy de ondan farksızdı. Slytherin'in prens ve prensesleri, nasıl da insanları kukla gibi yönetiyor, rahatça kendi ayarladıkları sahnede dans ediyorlardı ama. . .

Sohbet ettiği gruptan ayrıldığında Ateş Viskisi'ne yöneldi. Theo'nun su gibi içki içmesi yeni değildi, çoğu Doğu ve Güney Avrupalı gibi erken yaşta içmeye başlamıştı. Gizli bir partide içmenin ayrı bir lezzeti yok muydu hem? 

Çekildiğim köşemden eğlenmesini izlerken kendimi sorguluyordum. Beni sorguluyordum, bizi sorguluyordum. Biz var mıydı? Son zamanlarda başımı döndürüyordu. 

Belki de başından beri biliyordum. Aramızdaki çekimi artık inkar edemiyordum. Demek ki Greengrass'tan hoşlanmıyordu. Fazla mı tepki vermiştim? Akıllanıyor muydum yoksa deliriyor muydum? Ne hissediyordum yine ben böyle?

Onun yanında kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Yaşıtlarımdan daha olgun olmamla övünürken onun yanında hiç de kendim gibi hissetmiyordum. Çok daha büyük bir şeyin parçası gibiydim sanki- daha doğrusu çok daha büyük bir şeyin parçası olabilecek ama buna hazır değilmişim gibi. Daha hislerimi sınıflandıramayacak kadar bu hayatta acemi, temkinli davranmam gerektiğini bilecek kadar deneyimliydim.

Sarı koltuğa gömüldüm. Çevremde çok kişi yoktu, daha arkalarda bir yerdeydim. 

Hissettiğim şey farklıydı. Oliver'a karşı hislerim daha çocuksuydu, karnımda kelebekler uçuşuyordu ondan takdir aldığımda. Yine de özellikle uğraştığım bir şey değildi. Öte yandan Theo'nun beni takdir etmesi için çabalıyordum. Ona karşı sahiplenici bir duygu hissediyordum. Oliver'daki gibi karnımda kelebekler uçuşmuyordu, bazen öyle bir şey yapıyordu ki midem yanıyordu, sanki karnımda bir volkan vardı ve o etrafımda olduğunda patlıyordu. Karnımı yakıp deliyor, sonra bütün vücuduma lavlarını püskürtüyordu. Canım acıyordu. İlgisini üzerimde istiyordum ve bunun yanlış olduğunu biliyordum. Daphne kötü bir insan olmadığı halde bu hisler ondan nefret etmeye sürüklemişti beni. Bazen kendimden tiksindiriyordu bu hisler. Hazır hissetmiyordum. Onunla şu an bir şey yaşayamazdım. Ne kadar olgun olsa da onun da en az benim kadar büyümeye ihtiyacı vardı. İçindeki öfkeyi atmaya, bir şeyler deneyimlemeye.

Doğru kişiydi ve ben onu yanlış bir zamanda harcamak istemiyordum. Fakat elimden kayıp gitmesi de bir o kadar korkutucu geliyordu. Ya bana karşı aynı hisleri paylaşmıyorsa? Ya sadece basit bir hoşlantıdan ibaretse? Arkadaşlığımızı bozmaya değer miydi? Ben sevmek istiyordum ve de sevilmek. İçimde o kadar fazla biriken sevgi vardı ki! Ergenlik de diyebiliriz buna. Hormonlar, yaşımın getirileri ve daha nicesi. 

Sylvan'ın yanımda olmayışına tekrardan hayıflandım. Nasıl da konuşmam gerekiyordu onunla! Kesin yüzüme gülerdi. Gülse de haklıydı. 

Gerçekten Theo'yu seviyor muydum yoksa bu sadece hormonlarımın ve yakınlığımızın bana oynadığı bir oyun muydu? Kardeşimi düşünmesi, beni düşünmesi, hep yanımda olması, ne zaman ne yapması gerektiğini bilmesi, sadece benim dokunmama izin vermesi, duygularını tamamen olmasa da oldukça açması... Bunlar bana özeldi, şüphe etmiyordum. Ama ardındaki mesaj düşündüğüm şey miydi? Yoksa kafamda mı kurmuştum hepsini?

Kanepenin çökmesiyle yanıma oturan Cedric'le karşılaştım. Kazanmasına rağmen pek de mutlu görünmüyordu.

Yüzünü buruşturdu, "Yapmamalarını söyledim, en azından Potter hastaneden çıkana dek bekleyin dedim ama dinlemediler." Kafasını koltuğa yasladı. "Arkadaşlığınız çok güzel, ona kardeşin gibi sahip çıkıyorsun. Seni iyi gördüğüme sevindim, bugün Potter kadar sen de beni korkuttun, Chas."

Ah, bir bilsen Ced... Sana yalan söylemeyi asla istemezdim.

"Küçük kardeşim gibi. Onu koruyasım geliyor." diye yanıtladım. "Tebrikler bu arada, bileğinin hakkıyla kazandın. Hiç kendini suçlama."

"İptal etmeye çalıştım.. Madam Hooch dinlemedi-"

Panikle gevelemesini kestim, "İyi ki de dinlemedi. Alçakgönüllülüğün sonun olacak, Cedric. Harry düştüğü anda yakaladın, bilmiyordun bile. Snitch'i yakalayan sensin. Biraz yeteneğini kabullenir misin? Yoksa senin adına ben övüneceğim." Yüzümde bugünün yorgunluğuna rağmen küçük bir tebessüm oluştu.

İç çekti, "Oynadığın zaman anlayacaksın. Umarım benzeri başına gelmez ama anlayacaksın."

"Denemem haftaya." diye bildirdim. "Bu hafta içi... tuhaf geçecek. Wood pek de iyi bir mental durumda sayılmaz, Draco da öğrendi ve o da akşamüstü antrenman yaptıracak bana. Anlayacağın pestilim çıkacak."

"Sıkı antrenmanlar yorucu olsa da seni geliştirdi. Bence bu hafta en verimli haftan olacak. Wood kaybettiği için üstüne varacaktır, hiç şüphe yok ki mükemmeliyetçiliği onu ele geçirecek."

Kafamı salladım.

Bir süre Cedric'le koltukta takılmamızın ardından arkadaşları onu yanımdan alıp götürdü. Oturmaktan popom ağrımış, hareketsizlikten de canım sıkılmıştı.

Kendimi en güvenli yere, Pansy'nin yanına attım. Dans ediyordu ve oldukça eğleniyordu.

Neden böyle olamıyordum ben de? Çünkü seni Regulus Black ve Barty Crouch Jr. yetiştirdi. Tuhaf olmaya mahkumsun. Kanında olmasa da ruhunda var.

Küçük bir çocuğu zorla dans ettirir gibi kollarımdan çekiştirmesi ardından ikimiz de bunun aptalca göründüğüne karar vererek daha da rezil olmamam için bir kenara geçtik.

"Ateş Viskisi alalım," diye önerdi Pansy. "Yedinci sınıflar gizlice sokmuş. Ne kadar nadir bu haberin var mı?"

Yorgunca kıkırdadım, "Hadi içelim o zaman. Çok değil ama, bu akşam yapmam gereken bir konuşma var."

İkimize de birer bardak kaptı, benimkini uzatırken yüzünde sinsi bir gülümseme ışıldıyordu. 

"Nott ne şanslı adammış, bir doğum günü hediyesi yetmedi ikinciyi alacak."

Viskiden aldığım yudum boğazımda kalırken öksürdüm. İlk yudumum değildi, Barty ve babam içerken Barty'nin bardağından gizli yudumlar alırdım. Babam bilmediği sürece sorun yoktu, Barty küçük bir ayyaş olduğumu söyler, gülüp beni ittirerek içkisinden uzaklaştırırdı.

Viski boğazımı yakarken genzime kaçan damlalarla yüzümü ekşittim.

"Nerden anladın?"

"Wood'a açılacak kadar salak değilsin. Son sınıf olduğunun ve nerdeyse reşit olduğunun farkındasın, tuhaf olurdu. Weasel-bee'yle ilgili bir gelişme yok şimdilik, altın çocuk Diggory de yanından ayrıldığı halde konuşmayı yapmadığına göre benim en sevdiğim seçenek kalıyor elimizde. O da biricik, huysuz Theo Nott."

Yüzümü ovuşturdum. "Ona hislerimi söyleyeceğim. Aslında sadece bilmesini amaçlıyordum ilk başta, hazır hissetmiyorum. Doğru kişi olduğuna eminim ama ikimiz için de yanlış bir zaman." Yüksek ses yüzünden bayılacak gibi hissediyordum. Hava boğucuydu, çok kalabalıktı ve kulak zarım patlayacak gibiydi. "Ama harekette bulunursam belki de düşündüğüm gibi kötü gitmez."

"Sylvan mı gaz verdi?"

Omuz silktim, "Hep veriyor ki."

"O zaman çok geç olmadan Theo'yu bul ve ona anlat, her şeyi. Sana çok değer veriyor, Chas. Onu küçüklüğümden beri tanıyorum ve gözlerinden okuyabiliyorum. Kötü gitme ihtimali sıfır. Reddetse bile arkadaşlığınızı bozmayacaktır. Kaybedecek bir şeyin yok."

Sadece onurum var.

"Ben her şeyi söyledikten sonra reddederse nasıl arkadaş kalacağım, Pansy? İmkansız ki!"

"Reddedeceğini sanmıyorum zaten. Onu da zamanı gelince düşünürüz. Carpe diem!" Beni itekledi. "Git konuş hadi, ben Draco'yu oyalarım. Peşinden gelmez böylece. Seni arıyordu bir on dakika kadar önce."

Herkesten kaçtığım süreç zarfında Draco'nun orda olduğunu unutmuştum bile...

Kafamı sallayarak dediğini yapmaya gittim. Theo nerde olabilirdi ki? Sarhoş olacak kadar içmezdi, ona emindim. O yüzden sarhoş ve baygınlardan oluşan toplu mezarı es geçtim. İyi ki de oraya girmem gerekmedi. Tembelce kalkan zombi eller tüylerimi diken diken ediyordu. Kör-kütük sarhoş insanlar beni rahatsız ediyordu.

Daha önce konuştuğu kişilerin yanından geçtim, etrafı turladım. Helga'nın bile unuttuğu yerleri kontrol ettim. En sonunda ihtimal vermesem de en sessiz köşelerden birine vardım.

Merdivenlerin üstüne oturmuş, işte ordaydı. Dudakları, burnu ve yanakları pembeleşse de bakışlarından hala aklının yerinde olduğunu biliyordum.

Yanında ellerini tutan Daphne Greengrass ona rahatsız edici derecede yakındı. Koşarak ayırasım geldi ikisini.

Saçmalama Chasity, dedim içimden, sadece konuşuyorlar.

Kulak kabartabilirim, sorun olmaz. Hem doğru zamanlamayla araya girip Theo'yla konuşurdum.

"Benim yakınımda neden bu kadar zaman harcadığını anlamıyorum."

"Hala anlamadın mı cidden? Yoksa istediğin kişi olmadığım için anlamamazlıktan mı geliyorsun, Nott?"

Sessizlik.

"Senden hoşlanıyorum."

Nefesimi tuttum. Theo onu reddedecekti.

"Beni tanımıyorsun bile."

"Ama tanımak istiyorum." Theo'nun elleriyle oynuyordu. Sanırım kusacağım. "Seni iyi yanınla da kötü yanınla da bilmek istiyorum. İnan bana ne kadar imkansız gelse de en kötü halinle bile seni sevebilirim."

Theo onu reddetmiyordu. Sessizce ona bakıyordu. Theo neden onu reddetmiyordu?

"Bunca zaman ne oldu, Nott? Dört yıldır peşindesin, dört yıldır sana bir adım bile atmadı, dört yıldır kendini ona adıyorsun ve karşılığını almıyorsun. O hayatını yaşıyor, büyüyor, gelişiyor ve sen yerinde sayıyorsun. Neden mutluluğu kendine fazla görüyorsun?" İç çekti. İç çekişi bile zarifti ve bir prensesi anımsatıyordu. Üstüne giydikleri fazla özenmemesine rağmen ona o kadar yakışıyordu ki. Kendimi köylü gibi hissettim. "Bak, ben her şeye hazırım. Onu sevsen de ben yine seni seveceğim. Sadece lütfen sana sevgimi göstermeme izin ver," Gerçek mavi gözleri inci tanesini anımsatan yaşlarla dolmuştu. Boğuluyorum. Ela gözlerim yanıyor. "Denememize izin ver, eğer hala sonunda onu seçersen kızmayacağım. Kötü karakter gibi duruyor olmalıyım, Merlin! Chasity'den asla nefret etmiyorum- hatta arkadaşı olmayı o kadar istedim ki, o kadar çabaladım ki gözüne girebilmek için... Ben onun üzülmesini istemiyorum ama kendi kederimde boğulmak da istemiyorum. Eminim benden şu ana dek nefret etmediyse bu saatten sonra edecek. Buna rağmen seni seçiyorum, anlasana seni tanıştığımızdan beri seviyorum!"

Tırnaklarımla cildimi kazıdığımı fark ettiğimde ellerimi bedenimden uzaklaştırdım. Ses çıkarmamalıyım, dikkatlerini çekemem. Şu an olmaz.

"Peki ya sen benim onu ne kadar sevdiğimi tahmin edebilir misin? Onun gözünden bir damla yaş aksa benim için denizler taşar. Weasley'den bahsetmiştin, aralarındaki çekimi görmediğimi mi sanıyorsun? Besbelli ondan hoşlanıyor. Belki de haklıdır, asla Weasley kadar cana yakın olamam, asla onun kadar insan olamam. Ne kadar nefret etsem de Weasley en azından istediği yolda devam edebilecek ve bir adım atabilecek kadar cesur. Onu mutlu edebilir, ben daha kendimi sevemezken, daha kendim mutlu değilken ona nasıl bunları tattırabilirim ki? Hepimiz daha çocuğuz, reşit bile değiliz ve bütün bunlar komik belki de. Belki de yıllar sonra gülüp geçeceğiz ama ben ne hissettiğimi biliyorum. Gölgelerden de olsa onu sevmeye devam edeceğim. Onun gölgesi olup onu koruyacağım. Gerekirse kendimden de... Sen sadece buna yakından şahit olarak kendine acı çektirirsin, Daphne."

Ayağa kalktı, saçları sinirliyken bile ne kadar bakımlı ve güzel duruyordu.

"Tamam! Acı çekeyim, ne değişecek sanki? Şu an acı çekmiyor muyum sence? Bırak da en azından yanında acı çekeyim! Bu benim kararım." Gözlerinden yaşlar akarken benim de içim acıyordu. Bu kadar nefret ettiğim kişi de insandı. "Seni mutlu etmek istiyorum, kim bilir belki bir mucize olur da beni seversin bir gün? Umut etmeme izin ver, bunu da elimden alma, Theodore, lütfen. . ."

"Ben... bilmiyorum bak-" Saçlarını elinden geçirdi. O an yüksek bir sütunun gölgesi yüzüne vuruyordu ve ben Adonis'i görmedim. Ah, nasıl da yanılıyordum! Nasıl görememiştim bütün kudretiyle yeraltında kendi cehhenemine hapsolmuş Hades'i? Nasıl olmuştu da üstüne sinen ölü kokusunu baharın getirdiği çiçeklerle karıştırmıştım? Ve işte ben, (umuyorum ki) Persephone, ayakta izliyorum, Minthe ve Hades karşımda!

Saçlarımı yolmak istiyorum, ağlamak ve bağırmak istiyorum çünkü hep geç kalıyorum.

"-Düşünmem lazım. Chasity'nin yanlış anlamasını istemiyorum." Ofladı. "Lütfen sonra konuşalım, Daphne. Aklın başındayken, tercihen. Ağlamanı istemiyorum, medeni insanlar gibi konuşalım."

Başka bir şey demeden bana saklanma fırsatı vermeyerek kendini bulunduğum koridora attı. Belki de ilk kez benim bir yerde gizlendiğimi fark etmemişti. Şaşırdı. Daphne'nin fark etmesine izin vermeden beni de yanında sürükleyerek götürdü. İtiraz etmedim.

Kendi ortak salonumuza girdiğimizde kimse yoktu. Alt sınıflar kütüphanede ya da şatonun başka yerlerinde oturuyor olmalıydı. Bina bizimdi.

"Ne kadarını duydun?" diye sordu. Yüzümü inceledi. "Sanırım çoğunu..."

"Neden ben hep geç kalıyorum Theo?" 

"Geç kalmıyorsun..." Gözlerini yumdu. "Aklını karıştırdım. Son günlerde yaşadıklarımız bugünle eklenince beni sevdiğine inandın, değil mi?"

"Hayır-"

"Weasley'yle neden o zaman o kadar zaman geçiriyordun? Daphne yüzünden bana kızıyordun ama hep Weasley'lesin! Sabahları ortadan yok olduğunu fark etmediğimi sanmadın ya?"

"Anlatamam..." 

"Neden hiçbir zaman ilk seçenek değilim?" Şimdi onun gözleri de dolmuştu. "Chasity ben acı çekmek istemiyorum ama seni de istiyorum."

Kendimi kollarına attım. En iyi yaptığım şey bu değil miydi zaten? Kendimden tiksiniyorum.

"Ben de seni istiyorum. Hislerim gerçek, Theo!" Yanaklarımdan süzülen yaşlar gömleğini lekeliyordu. "Korkuyorum. Titriyorum. Kıskanıyorum."

"Beni anlayabilecek tek kişi sensin, gerçekten anlayabilecek tek kişi." Alnıma bir öpücük kondurdu. "Ama doğru zaman şu an değil."

Bunun ben de farkındaydım.

"Peki ya vazgeçersen? Doğru zaman gelene dek yani.."

Geri çekildi, "Peki ya sen vazgeçersen? Arkadaşlık dahi olsa seninle olan bağıma zarar gelmesini kabul edemem. Chas, ben huysuzum, öfke doluyum ve içimde bir canavar var. Bunu hissedebiliyorum. O canavar sende patlamamalı. Ben bir şekilde.. bilmiyorum. Çok küçük hissediyorum. Çok yetersiz ve cahil..."

Ben de, demek istedim, yine de onu seçme.

"Doğru zaman geldiğinde olacak mıyız, Theo? Bana söz ver, lütfen." Az önce Daphne'nin tuttuğu ellerini tutuyordum. 

"Çok yorgunum Chas..." Yüzümü avuçladı. "Eğer doğru zaman geldiğinde ikimiz de hala burda olacaksak hislerimiz gerçektir. Kendini zorlamanı istemiyorum. Birinden hoşlanırsan kendini geri çekme. Sen hala hayattan alacağın her şeyi almadın. Söndürülemeyen bir yangınsın ve açsın. Önüne geleni yakıyorsun ve haklısın." Trajik bir gülüştü dudaklarından kaçan. "Ben de farklı sayılmam. Dinmem gerekiyor ve berbat bir dönemden geçeceğim. Şansımızı hormonlarımızın uçtuğu, merak dolu olduğumuz ve macera peşinde koştuğumuz bir zamanda harcayamam. Daphne'yi seçmeme gerek yok. Ben seni yine de beklerim. Bana geleceğini bilmem yeter. Çünkü ben hep sana ait olacağım."

Gözlerinde parlayan yaşlara inat gülümsedi. 

"Daphne'yi seç." Ağzımdan çıkanlar beni bile şaşırtıyordu. "Sen de dene. Hislerimiz gerçek mi değil mi öğreniriz ikimiz de madem."

Yine anlayamadığım bir bakış vardı gözlerinde. Beyninin içine girmeyi o kadar isterdim ki...

Gözlerine dalmıştım ve fark etmedim, sonsuz yeşil beni hapsetmişti. Dudakları dudaklarıma değdiğinde bütündüm. Dört bacak, dört kol; tanrılar ayırmadan önce olduğu gibi. 

Hala masumduk, betimlenecek kadar ateşli bir öpücük değildi ilk öpücüğüm. İyi ki de değildi, masumdu, duygulardan ve göz yaşlarından oluşan tuzlu bir tadı vardı. Umut da vardı içinde keder de.

İyi olacaktık.

Bu bir veda değildi. Biz hala yakın arkadaşlardık. Biz iyiydik. Sorun yoktu. 

Birbirimizi özgür bırakmıştık sadece. Hayatı tadacaktık. Kapı açıkken kanarya kaçacak mıydı, yoksa kalmayı mı seçecekti acaba?

Sahip olmadığım başka bir şeyin özlemiyle yanıp tutuşuyordum her zamanki gibi. Ama küllerimden yeniden çıkacaktım. Hep yapardım. 

Hayata ve olasılıklara bir şans verecektim.

Bunu o istememiş miydi ne de olsa? 

 

 

 

Chapter Text

***

 

 

Yılbaşı tatiline yaklaşık bir hafta vardı. Dağların zirvesini kaplayan kar artık Hogwarts arazisi ve beraberinde Hogsmeade'in üzerini de battaniye gibi örtüyordu. Ekim ve kasımın soğuğu kışın gelişiyle hafif bir esintiyi anımsatırken artık kat kat giyinmem ya da her dışarı çıkışımda kendimi ısıtmak için kıyafetlerimi sıcak tutacak bir tılsım yapmam gerekiyordu. 

 

Daphne ve Theo'nun konuşmasını istemsizce basmamdan beri artık Theo'ya bel bağlayamayacağımı biliyordum. Biraz da kendimi suçluyordum, saçmalamıştım zaten. O yüzden kendi eldivenlerim emektar çantamın içindeydi, atkım da sandığımın derinliklerinden çıkmakla beraber uzun süreli kalıcılığını ilan etmişti.

Weasley'ye karşı tavrımı ve (var olmayan) yakınlığımı eleştirirken Greengrass'la flörtleşmesi yüzüme atılan bir tokatla eş değerdi. Greengrass her zaman küçük grubumuzun bir parçası olmuştu, sözsüz gelişen, nasıl olduğunu anlamadığımız başka bir olaydı bu da. Safkan ailelerin etkinlikleri sayesinde çocuklarının birbirlerini küçüklükten tanıması ve birbirlerine yapışması olarak yorumluyordum. Daphne bu seneden önce gözüme hiç batmamıştı. Kızla iletişimim olmasa da ona karşı hiçbir negatif his beslememekle beraber giyim tarzı ve bazı tavırlarını sevimli buluyordum. Theo ile ani yakınlaşması, arkadaş grubumuzun bütün dengelerini altüst etmesi ve en önemlisi bana gerçekliği hatırlatması ona karşı nahoş hisler beslemeye itmişti beni. 

Şimdi bunların hiçbirinin önemi yoktu, Theo'ya eskisi gibi davranacaktım. İstediği madem buydu, alsın bakalım. Tek fark, Fred'le iletişimime karışmasına izin vermeyecektim. Varsın denesin, lafımı sakınmayacağım. Hatta umarım bir şey der de ağzının payını veririm.

Sylvan bu durumdan belki benden bile fazla etkilenmişti. Daphne'yi gördüğü anda kafasını çeviriyor, Theo'nun adını gereksiz yere anmamaya özen gösteriyordu. Bizimle geçirdiği zamanı keserek yeni arayışlara çıkması benim gururumu incittiği kadar onun gururunu da zedelemişti. Belki de ihtiyacımız olan buydu, yaşananları yok saymak.

Theo'ya onay veren ben olsam da içten içe "Hayır" demesini bekledim. Bahanesi erkek cinsiyetinin en mağara adamı şahıslarının aklından geçenlerle birebir uyuşuyordu. Eğer hislerinden emin olsaydı bu dediklerini demezdi. Aklımdan ona karşı geçen bin bir hakarete rağmen içten içe onu sevmeye devam edeceğimin de farkındaydım. Ne de olsa dört yıllık bir geçmişimiz vardı ve saçma hoşlantımın kırıntılarının ardında koskocaman bir arkadaşlık dağı vardı.

Yaklaşan tatil en azından bir açıdan beni mutlu ediyordu, Harry'yi evimize davet etmek için babamdan izin alabilmiştim. Barty'den haberi olmaması gerekiyordu ama bu evcil rakunumuzla çözülebilecek bir problemdi. Babamın adını bilse de tembihlenmesiyle kimseye söylemeyeceğini biliyordum. Zaten babam resmi hortlamasıyla Harry'yi evimize almayacak mıydı? Önceden tanışıp kaynaşmaları en iyi seçenekti.

Çoktan tatilde yapacaklarımızı planlamaya başlamıştım. Akıl sağlığımı bu şekilde koruyordum, sorunlarımı görmezden gelip hayal kurarak. Sonum Sirius'a benzemesin de...

Harry geldiğinde odasını seçerdi, belki dekorasyonuna şimdiden başlardık. Yılbaşına özel kurabiye hazırlardık Kreacher'ın yardımıyla. Tarçınlı kurabiye adamlar yapabilirdik! Londro'ya inip süs alışverişine çıkardık, mugglelara özgü kısmına da geçerdik belki. Hediye alışverişini Diagon Yolu'ndan tamamladıktan sonra Hedwig ve Nyx için de bir şeyler alırdık. Akşamları film maratonu yapardık, Dursleylerin izin vermediği her şeyi tatmasını sağlardım. Harry de normal hissedebilirdi böylece. Çocukluğunda kaçırdıklarını geri getiremesem de yeni anılar oluşturarak ona umut vadeden bir gelecek sunabilirdik. En azından hayatında bir yılbaşını aile içinde geçirmenin nasıl olduğunu deneyimlerdi. Babamın sevdiği kahveli çikolatadan kemirerek şömine başında hikayeler anlatırdık belki de... 

Olasılıklar heyecanımı artırırken dikkatimi dağıtmaya yetiyordu.

Başka bir dikkatimi dağıtan durum ise Pettigrew'du. İkizler ondan umudu kesmeye başlarken Sylvan belki de Sirius'u aklamak için yeni planlar yapmamız gerektiğini söylüyordu. Theo'ya gelirsek o da Sylvan'a hak veriyordu. Fareyi aramakla zaman kaybetmek yerine kanunların arasında bir açık yakalayarak daha hızlı bir sonuca varabileceğimizi iddia ediyordu. Yılbaşına dek fareye bakmamı, tatilden sonraysa artık peşini bırakmamı öneriyordu dördü de. George da aynı şeyi savunmasa Fred'i asla dinlemezdim. Psikolojik olarak ona muhalefet olma gereksinimi hissediyorum.

Takıma girdiğimden beri popülerliğim artmıştı, pek hoşuma giden bir durum olmasa da Pansy'nin olumlamaları sayesinde biraz alışmıştım. Pansy olmasa gerçekten kafayı yerdim...

Denemeler oldukça kaotik geçmesine rağmen muggle komedi dizilerinden bir bölümü andırmıştı. Tabii aynı şeyi Flint için diyebileceğimi sanmıyorum. Cinsiyetçi büyücü müsveddesinin kıçının bir kız tarafından tekmelenmesi ve on ikiden Quaffle yemesi kırmızının elli tonunu keşfetmesine sebep olurken kendi takımı bile ona gülmüştü.

Blaise, haberi aldığında kaskatı kesildi, bir ara ivme indiğini sandık. Ardından kendisinden beklenmeyecek çocuksu bir çığlıkla sonunda emeline ulaşmasını kutladı. 

Yatağından sarkarak hareketlerimi izliyordu. Saçları omuz hizasına gelmişti, eve gider gitmez kuaföründen küt kesmesini isteyeceğini söylemişti. Uzun saçı kendisine yakıştıramadığı gibi bakımıyla uğraşmayı da sevmiyordu. "Bir kez kısa kestirince bağımlılık yapıyor." diye açıklamıştı.

Üstüme geçirdiğim kazağımı çekiştirerek düzelttim. Bakışlarına karşılık vererek ona döndüm, "Çıkar ağzındaki baklayı, Pans. Sapık gibi dikizliyorsun yine beni."

Pansy o geceden beri bana olan korumacılığını mümkünse en üst seviyeye çıkarmıştı. Beni konuşmaya ittiği için suçlu hissediyor, tekrar tekrar özür diliyordu. Her seferinde sıkılmadan suçlunun o olmadığını hatırlatıyor, onu suçluluk duygusundan kurtarmaya çalışıyordum.

Yine de ona yaşanan her şeyi anlatmamıştım. Hatta hiçbir şey anlatmamıştım. Bana bu kadar destek olurken yaptığım şey nankörlükten başka bir şey değildi, hareketlerimden nefret etsem de bugüne kadar belki de yaşananları görmezden gelmek uğruna onunla bu konuda konuşmaktan kaçınmıştım. Yatakhanede put gibi durup tavanı izlerken yakaladığında bir sıkıntı olduğunu fark etmişti. O gece konuşmadan sıyrılmamın ardından Theo'nun hediyesini yatakhanesine bırakmış, sonra da kafamda hiçbir düşünce olmadan odama dönmüş, saatlerce tavanı izlemiştim. Herhalde zihnim kendi kendini korumaya almıştı. Pansy on dakika boyu bana seslendiğini, hiçbir harekette bulunmadığım için korkudan neredeyse bayıldığını, son çare olarak üstüme Aguamenti yaptığını anlatmıştı ertesi sabah. Sakin bir dille daha ölmediğimi söyleyene dek bana yarı ölü muamelesi yapmıştı. En azından başka kimsenin haberi yoktu.

Kıkırdadı. Baş aşağı durduğundan sesi boğuk çıkıyordu. "Güzele bakmayacağım da kime bakacağım?" diye atıldı şakayla, flörtöz bir göz kırpmayla sözlerini taçlandırdı.

Hareketlerine sessizce gülerken kot pantolonuma yeltendim. "Blaise'i böyle kesmiyorsun ama." diye çıkışırken kızaracağını tahmin etmiştim.

Elleriyle yüzünü kapatarak bıkkınca inledi. "Ona bakarken gözlerimden kalp çıksa yine bir şey anlamaz. Potter ve Draco arasındaki ilişki bile ben ve Blaise'den daha romantik! Merlin, kafayı yiyeceğim..."

Fermuarımı çekebilmek için karnımı içeri çekerken kafamla onayladım. "Kesinlikle haklısın," dedim pantolonu sonunda bedenime oturtabildiğimde. Bir ara alışverişe çıkmalıydım. "Fakat şunu unutuyorsun, Blaise bu tarz işlerden anlamayan biri. Açık açık söylesen daha etkili değil mi?"

Yattığı yerden doğrularak kafasını salladı, "Benden hoşlanıyor olsaydı çoktan bir şey yapardı, Chas." dedi üzgünce. "Arkadaşlığımızı ve grubumuzu saçma sapan hislerim için harcayamam. Belli mi olur, belki de seneye onu unuturum."

Her sene bunu diyordu ve hala bakır tenli oğlandan vazgeçememişti. Tanıdığım en istikrarlı insanlardan birisiydi, istikrarı istemediği alanda olsa da. 

"Hmhm, tabii."

"Of, neyse. Unut Blaise'i, aynı konular zaten hep." Yatağından kalkıp bu sefer de benim yatağıma kuruldu. "Theo'yla neden aranız bu kadar...vasat? Ne zamandır sormaya çalışıyorum ama hep bir şekilde sorudan sıyrılıyorsun." Sıradaki kelimelerini daha temkinli seçti. "O gece... tam olarak ne yaşandı?"

Odamızda bulunan aynanın önüne geçmiş saçlarımı toplamaya uğraşıyordum bir yandan. "Greengrass." dedim kısa ve öz bir açıklama olarak.

"Bekle bekle!" Bağdaş kurarak ileri geri hareket etmeye başladı heyecanla. "Artık tamamen kabulleniyor musun yani? Ond-"

"Hayır." Dişlerimin arasından aldığım tokayı elimde biriktirdiğim saçlarımdan geçirdim ve iki kez etrafında doladım. "Yok öyle bir şey, Sylvan'la olmayan şeyler çıkarıyorsunuz başımıza. Sonrası drama..."

Aynadaki yansımasından göz devirdiğini görebiliyordum. "Sen de Blaise'den betersin, Chasity!" Ofladı. "Greengrass neden aranızı bozdu peki ya?"

At kuyruğu yaptığım saçımı iki elimle çekiştirerek sağlamlaştırırken yansımasıyla göz göze geldim. "Farkındaysan Sylvan da benimle aynı mesafeyi koydu Theo'ya. Nott arkadaşlarıyla geçireceği zamanı kısıtlamaya başlayıp onları ektiği an tercihini yaptı. Greengrass aramıza girdi, üçümüzün." diye vurguladım. "Belki de kıskançlığım gözümü bürüyor, kim bilir. Yine de sebebi her neyse Sylvan da aynı şeyi yaşıyor ve en azından yalnız değilim."

"Rosier'la aynı beyin hücresini paylaşıyorsunuz gerçekten."

"Teşekkürler, zeki olduğumuzu belirtmene gerek yoktu, biz zaten biliyoruz."

Dediklerimi taklit ettikten sonra ona döndüm. "Ben gidiyorum, sana ve taklit becerilerine kolay gelsin."

"Dur bakayım," Örtüsünü kaydırdığı yatağımdan uçarcasına kalktı. "Nereye gidiyorsun? Hazırlanmışsın da hem!"

Aynada kendimi süzdüm, amacım birisine hoş gözükmek değildi. Her zaman kişisel görünüşüm ve giydiğim kıyafetlerin uyumunu önemsemişimdir. Kendi tarzımdan çıkmayacak şekilde üstüme nezih bulduğum bir şeyler geçirmiş, yüzüm gözüm açılsın diye saçlarımı toplamıştım o kadar.

"Her zamanki halim." diye mırıldandım. "Ne o Pansy, Blaise'den vazgeçip bana mı aşık oluyorsun da her zamanki güzelliğimi fark ediyorsun?" Daha önceki hareketini taklit ederek göz kırptım.

Ve yastığı yüzüme yedim.

"Weasley'nin yanına mı gidiyorsun?" Yüzünde edepsiz bir sırıtış vardı. 

Fare avına çıkıyorum.

Bön bön yüzüne baktım. "Hayır, neden Fred için hazırlanayım ki?"

"Hangi Weasley olduğunu söylemedim, Chas." Sırıtışı genişlerken mümkünse daha fazla zevk alıyordu sorguya çevrilen konuşmamızdan.

Gıcık bir gülümsemeyle kollarımı çaprazladım, "Bilmem, acaba herkes dağ trolünün adını benimle anmaya bu kadar alıştığınız için ondan bahsettiğini düşünmüş olabilir miyim acaba, Pans?"

Bir kişi daha Weasley'yle aramda romantik bir ilişki olduğunu söylerse kendimi Astronomi Kulesi'nden atacaktım. 

"İyi kurtarma çabasıydı, takdir ettim bak. Ama ben bunu yemem." Saçının geri kalanı gibi uzayan kaküllerini kaldırarak alnını işaret etti. "Enayi yazıyor mu burada?"

Gözlerimi kısarak alnına baktım. "Hmmm..." Alnına bir fiske atarak geri çekildim, "Enayi yazmıyor ama sanrısal yazıyor bak."

Chihuahuadan bozma cadı sinirle ağzına geleni sayarken günümü güzel başlatmanın sevinciyle seke seke odadan çıktım. Kapıyı hızla ardımdan kapattım- ki bir şeyin kapıya çarparak kırılma sesi geldi.

Gözlerim irileşti. Sabahı görmek istiyorsam akşama kadar gönlünü almam iyi olurdu.

 

Kızlar yatakhanesinin koridorundan ilerleyerek ortak salona vardığımda muhteşem ikiliyi göle bakan camların yakınındaki koltukta yakaladım. Ödev yapıyorlardı sanırım.

Yeni ödev ortağı Greengrass'tı ne de olsa, denemelerin yapıldığı hafta bizi ektiğinde bunu açıkça belirtmişti.

Yüzüme en umursamaz tavrımı yerleştirdim, sonuçta ben babamın kızıyım, en güçsüz olduğumda bile en güçlü gözükebilirim ve elimdeki kozları iyi oynayarak küllerimden yükselirim.

"Günaydın," diye şakıdım. "Trelawney'nin ödevi mi o?"

Cıvıl cıvıl sesimi duymak ikiliyi sıçratırken Greengrass'ın yüzünde en azıdan Theo'nun aksine samimi bir gülümseme yerleşti.

"Evet, tarot hakkında hiçbir şey anlamadığım için Theo yardım ediyor. Benim aksime en azından bir iki bir şey biliyor." Dirseğiyle bahsi geçen oğlanı dürterek güldü.

Theo oluşturmaya çalıştığı yapmacık gülümsemeyle cebelleşirken ishal olmuşa benziyordu. Bu anı aklıma kazımaya çalıştım, hatırladıkça haline gülerdim. Hatta belki tatilde düşünseline koyar tekrar tekrar başa sarardım.

"Ah, tarot. Evet, üç beş bir şey biliyor sayemde." Gelişme kaydettikleri parşömeni çekip aldım, Theo yardımdan çok zarardı. "Sana bir öneri, Daphne. Çok yardımsever bir insan olduğumdan ve bugün keyfim yerindeyken istersen akşama sana ödevinde yardım edebilirim. Theo daha Arkana kartlarının anlamlarını karıştırırken ödevden 'İfrit' aldığını görmek istemem. Binaya Theo'nun Kehanet notları yeterince hakaret zaten."

Daphne, Theo'ya yönelttiğim laflara gülmemeye çalışırken kafasını salladı, "Çok isterim."

Nott, Kehanet notlarının bahsiyle kızarıp bozardı. Sayemde geçebiliyordu, babası bile sırf bu yüzden teşekkür mektubu göndermişken yüzünün aldığı şekil gayet normaldi. Kehanete eğilimi olmadığını bahane etse de ben yeterince çabalamadığını düşünüyordum.

"Zindanlarda güneş gibi açan mutluluğunu neye borçluyuz acaba, Chas?"

Konuyu değiştirme çabasını takdir ettim, yeterince rezil olmuştu.

"Hiç, insanın mutlu olması için hep bir sebep mi olmalı?"

"Çok güzel olmuşsun bu arada," diye şakıdı Daphne oturduğu yerden. "Fark etmekten kendimi alamadım-" Kendini kesti ve kekeledi, "Normalde güzel olmadığından değil, her zaman güzelsin ama bugün daha bir hoş-"

Kıvranmasını izlerken tebessüm ettim, "Teşekkürler, Greengrass. Güzel olduğumu biliyorum."

"Nereye gidiyorsun?"

"Yoksa birisiyle mi buluşacaksın?"

Greengrass'ın son sorusuyla beynim kısa-devre yaptı. Birisiyle buluşmayacaktım, neden herkes birisiyle buluşmam gerektiğini düşünüyordu. Kendi kendime zaman geçirmem çok mu tuhaftı?

Tam aklımdan geçenleri söyleyecekken Pansy'nin sözleri kulağımda çınladı. 

Kafa salladım, "Evet aslında, evcil dağ trolümle işimiz var."

"Evcil dağ trolün? Weasley mi?"

"Kaç tane dağ trolü tanıyorsun, Nott?" Cevap vermesine fırsat bırakmadan Greengrass'a döndüm, "Yemekten sonra odama gel, geç kalma."

Hızlı adımlarla denizkızı heykelinin yanındaki merdivenlere ilerledim. Weasley'yle buluşmayacaktım tabii ama Theo'nun bunu bilmesine gerek yoktu.

Yüzümü ekşittim, söylediğim yalanlara rağmen ne kadar sıkıcı ve trajikomik bir yaşamım vardı. Fare avlamaya çıkıyordum. Fare. Tarla faresi!

Okuldan çıkana dek akla karayı seçtim resmen. Hayır, neden bu kadar büyük bir şatoya ihtiyaç duyarsın ki? Öğrenci sayısını göz önünde bulundurursan o kadar absürt bir büyüklükteydi ki şato!

1800'lerde Uçuç tozuna okul içinde ulaşım açısından izin verilirken sonradan kaldırmasıysa ayrı bir saçmalıktı. Belki de 1890'larda okumam lazımdı. Yanlış zamanda doğmuştum kesinlikle.

Bahçeye çıktığımda yüzüme düşen kar taneleriye atkımı almayı unuttuğumu fark ettim. Yine. En azından eldivenlerimi yanımda taşımaya alışmıştım. Bu da bir gelişme.

Lanetler ederek üzerime beni sıcak tutacak bir ısı tılsımı yaptım.

Bir an için Sylvan'ı da macerama davet etmeyi düşündüm, fare avını yeterli pazarlama taktikleriyle eğlenceli gösterebilirdim belki. Ardından bu fikri aklımdan sildim. Son zamanlarda muhabbet konumuz anca Theo ve Greengrass oluyordu, niyeyse birbirimize şikayet etmek dışında bir konudan zevk alamıyorduk. 

Ayrıca Sylvan'ın alt sınıflara ders vermesi gerekiyordu. İşi paraya bağlamış ve kendine yüklü bir maaş kazanıyordu. Ravenclawların arasından su sızmaması sayesinde profesörlerin kulağına gitmiyordu. Belki ben de benzerini yapabilirdim. Gerçi ihtiyacım yoktu ki, babama yüz galleon istiyorum desem tereddüt etmeksizin yollardı.

Açıklığa çıktığımda ilk gizli kapanıma varmıştım. Pettigrew'u ilk kapandan bulacağımı sanmıyordum yine de kontrol ettim. Şans bu, belli mi olur?

Asamın zarif bir hareketiyle karın altında kalan muggle kapanını ortaya çıkardığımda tombul bir fareyle karşılaştım. O kadar fare yakalamıştım ki bu av süresince, artık fare gördüğümde heyecanlanmıyordum. 

Kapanı kendime yaklaştırırken farenin parmaklarını saymaya koyuldum. Ayırt etmeme yardımcı olan tek şey buydu. 

Dumbledore'un bana teşekkür plaketi vermesi lazımdı, okul arazisinden o kadar fazla fare temizlemiştim ki! 

Parmaklarının eksiksiz olduğunu fark edince Kreacher'ı çağırdım. O şeye elimi sürmeyecektim. 

Ev cini artık rutinimiz haline gelen haşere temizliğine homurdana homurdana yardım etti.

"Küçükhanım Chasity, efendi Regulus Kreacher'dan haşere temizliğine bu kadar merak saldıysanız yazlığa da el atmanızda sakınca görmediğini iletmesini istedi."

Göz devirdim, "Özür dilerim Kreacher, seni de fare avıma sürükledim ama biliyorsun... vahşi farelere dokunamıyorum." 

"Küçükhanım Chasity gerçekten Pettigrew'u kapanla yakalayabileceğine inanıyor mu?"

"Umut ediyorum diyelim." dedim. "Sonuçta on iki yıldır fare olan birisinden bahsediyoruz, beyni de fare gibi işlemeye başlamıştır belki, kim bilir." 

"Kreacher fareleri Nyx'e mi versin yoksa Harry Potter'ın ölüme mahkum edilen hippogrif arkadaşına mı?"

Şahgaga'yı anımsayarak irkildim, Draco'nun salaklığının sonuçlarından başka biriydi. Tabii üçüncü sınıflara bu kadar üst düzey bir yaratığı göstermekte Hagrid de hatalıydı, yedinci sınıfların bile zorlanacağına emindim! Yine de zavallı yaratığı ölüme çarptırmak haksızlıktı. Lucius'ün yaptığı ebeveynsel içgüdü olsa da Hagrid'e uyarıda bulunmak ya da okula uyarıda bulunmak mantıklı olan seçenekti. Masum bir yaratığı öldürmek barbarlıktan başka bir şey değildi!

"Nyx'in sıkça fare yememesi diyeti açısından sağlıklı olur, hippogrife ver." 

Nyx'i aldığımız günden beri ciğerle ya da kırmızı etle besliyordum. Birkaç kez fare yedirme gafletinde bulunmuştum ve zavallı kızımın asaletindeki değişim ödümü koparmaya yetmişti. Neyse ki normal haline dönmüştü, her zamanki gibi sadece seçili insanlara sırnaşmaya ve zarif davranmaya devam ediyordu.

Yavruyken almıştık ve şimdi koskocaman üç yaşında bir yetişkindi. Kızım büyümüştü. Genel olarak arkadaşlarıma kendini elletiyordu. Özellikle bebekliğinden beri sırnaşmaya alışık olduğu Theo'ya hala sırnaşıyordu. Her ne kadar son yaşananlar yüzünden bu duruma kıl olsam da Nyx'in ikinci ebeveyni haline gelmiş Nott oğlanını kızımdan uzaklaştıramıyordum. Hoş, denesem bana tıslardı. Hayırlı evlat.

Yasak Orman'a kadar kapan kurmuştum. Sabah sabah iyi egzersiz oluyordu. Aynısını Kreacher için diyebilir miyim, bilmiyorum tabii.

Son fareyi de çıkardığımızda yaşlı ev cinine döndüm, "Babamlar yılbaşı için plan oluşturdu mu?"

Kreacher kafasını salladı, "Efendi Regulus ve Efendi Barty bir süredir işleriyle meşguller. Genelde evde olmuyorlar bile."

Bu sene daha sık gezmeye başlamışlardı. İşlerinin ne olduğuna dair çok bir bilgim olmasa da önemli kişileri saflarına çektiklerini tahmin ediyordum. Babam Kreacher'a bana bilgi vermemesini temin ettiyse Kreacher'ın ağzını bıçak açmazdı, yine de denemeye karar verdim. Ne de olsa denemekten zarar gelmez. 

En fazla babama rapor eder- ki o çoktan soracağımı tahmin etmiştir.

"Kreacher..." diye başladım. "Babam ve Barty nereye gidiyorlar tam olarak? Yani mektup göndermeye çalıştım daha önce ama baykuş bulamayıp mektupla beraber döndü." Külliyen yalan.

Kreacher iri gözleriyle beni süzdü. Yememişti, yemezdi de. "Çok isterseniz Kreacher'ı çağırabilirsiniz küçükhanım, babanıza Kreacher mektupları iletir. Ancak Efendi Regulus, Kreacher'a katiyen size bir şey söylemesini yasakladı."

Tipik babam. Tam beklediğim gibi.

Temkinle başımı salladım. "Bir dahakine öyle yapalım o zaman." Şato sınırlarına geri dönmüştük. "Yardımın için ne kadar teşekkür etsem az, Kreacher. Kendine dikkat et."

Yılların getirdiği yorgunluk yüzünden az da olsa silindi bir an için, gülümsedi. "Kreacher ömrünün sonuna kadar Black ailesine hizmet edecek Efendi Chasity, bu aileye siz de mensupsunuz. Ayrıca, Kreacher ilk başta sizin kendinize dikkat etmenizi öneriyor." Parmağını şıklatmasıyla ortadan yok oldu.

İstemsizce güldüm. "Babamın espri yeteneğini nasıl edindiğini anlayabiliyorum..."

 

 

 

 

***

 

 

 

Hafta sonlarını sevmemeye başlıyordum, çünkü yapacak hiçbir şeyim yoktu. Bir an Cedric'in yanına gitmeyi düşündüm ama bu düşünceyi hızla aklımdan sildim. SBD yılıydı ve üstünde feci bir baskı vardı. Bana belli etmese de yüzünden okunuyordu. Kaç saat uyuyabiliyordu acaba? Ya da uyuyabiliyor muydu?

 

Belki de seraya gidip Bitkibilim ödevimle ilgilenmeliydim. Ayrıca iksir malzemelerim azalıyordu. Bitkilerimden hasat yapmam gerekiyordu. Önceki ders yaşadığım utanç verici malzeme eksikliği sonrasında tekrar Severus'tan malzeme dilenmek istemiyordum.

Şatoya tekrar geri döndüğümde üzerimde biriken kar taneleri eriyip ardımdan bir su birikintisi bırakıyordu. Yılbaşı, ruhu, eti ve kemiğiyle buradaydı ama ben her yılbaşı yaşadığım hisleri bu yıl yaşamıyordum. Yalnız olmadığım halde oldukça yalnız hissediyordum.

En azından yarın gezi vardı. Sylvan ve Pansy'yi yanıma alarak hediye alışverişi yapabilecektim. Harry geçen sefer Remus'la konuşabilsin diye onun gizlice gelmesine yardım etmemiştim ama bu sefer edecektim. Pansy'nin ruhu bile duymadan Sylvan'la hallederdik, canım.

Ron ve Granger için de değişik bir sürpriz olacaktı. Eminim pelerinin yardımıyla kendilerine oldukça eğlence bulacaklardı.

Seraya girdiğimde şaşırtıcı bir şekilde geyikotumun ne alemde olduğu dışında aklıma başka bir düşünce gelmiyordu. Günün kalan yarısını bitkilerimle ve kitap okuyarak geçirebilirdim. Kendime sonunda bir uğraş bulmanın sevinciyle hasada başladım.

 

 

 

***

 

 

Pazar sabahı kahvaltıda pek de küçük olmayan grubumuzun gürültülü sohbeti ardından planı Sylvan'a fısıldayarak Harry'yi bulmak için aralarından ayrıldım. 

Sevgili kardeşimi neredeyse bütün okulda aramamın sonucu, gitme saati geldiğinde anca bulabilmiştim. Tek gözlü kambur cadı heykelinin yakınında bir sınıftan sesi yankılanıyordu. 

Hızla sınıfa daldım, "Harry çözüm buldu-" İkizleri görmemle kendimi kestim. "Ne haltlar karıştırıyorsunuz siz bakayım?"

George beni kendine çekerek tek koluyla sarıldı. "İnanır mısın Chas, biz de çözüm bulduk."

Fred şakıdı, "Tam haritayı bulmamızı anlatıyorduk. Nerde kalmıştım, heh, dediğim gibi birinci sınıf-"

"İkinci sınıftaydınız ve ben buldum." Kaşlarımı çatarak George'un kollarından sıyrıldım. "Kardeşime yalan söylemeyeceksin herhalde Weasel-bee."

Harry dehşetle gözlerini irileştirince arkamda ruh emici var sandım. Kafamı çevirip ona ne olduğunu soracağım anda hatırladım- Harry'ye Fred ve George'un bildiğini söylememiştim.

"Ah, şey biliyorlar." dedim ve dramatik bir el hareketiyle ekledim, "Sürpriz."

"Neden daha önce söylemedin de korkudan kalp krizi geçirmemi bekledin?!"

"Heh. Unuttum."

Kızıl bir saç yumağı sabırsızlıkla aramıza girdi. "Devam edebilir miyim?"

"Düzgün anlatacaksan, tabii. Sahne senin sevgili dağ trolü!"

Fred ikizine dönerek beni işaret etti, yüzünde şapşal bir ifade vardı. "Bak, ilerleme kat ettik. 'Sevgili' dağ trolü dedi." Boğazını temizleyerek Harry'ye döndü, "Sevgili ablacığının da söylediği gibi ikinci sınıftaydık. Şu anki halimizden daha masumduk-" Harry inanmaz bir bakışla sırıttı. "Bilirsin, Chasy'yi sinir etmek favori hobimdir, şahane bir düşmanlık ilişkimiz vardı. Ablacığın da büyülenmiş gibi parşömenin tekine bakıp duruyordu her gün. Şakasız, her gün Filch'in odasının önünde bir bahaneyle durup parşömen dikizliyordu." 

"Seni dikizlememi mi tercih ederdin?" diye alay ettim abartmasıyla.

"Evet." Göz devirdim. "Her neyse, o istediği için ben daha fazla istedim. Sonra ondan hızlı davranarak parşömeni Georgie'yle arakladık-"

"Suçu Sylvan ve benim üstüme attınız!"

George yaşanabilecek herhangi bir tartışmayı önlemek için aceleyle atıldı, "Geçmişi deşmeyelim bence." 

Fred ikizinin sözlerine kafa sallayarak hikayesine devam etti, "Böylece harita elimize geçti. Bu küçük bebek bize okuldaki bütün hocalardan daha çok şey öğretti."

Harry eski püskü parşömene bakarken dudaklarını büktü, "Benimle dalga geçiyorsunuz."

"Ya öyle mi?" dedi George, ardından asasını parşömene doğrulttu, "Bütün ciddiyetimle yemin ederim ki hayırlı bir şey düşünmüyorum."

George'un asasının değdiği yerde görünmez bir tüy kalemin mürekkebi dağılmaya, örümcek ağı gibi parşömeni sarmaya başladı. Çok geçmeden haritanın açılış sözleri şekillenmişti.

 

'Mösyöler Aylak, Kılkuyruk, Patiayak ve Çatalak

Sihirli Muziplik Sanatçılarının Yardakçıları

gururla sunar

Çapulcu Haritası'

 

Fred gizli geçitleri anlatmaya koyulurken omzunun üzerinden ben de sonunda haritayı inceliyordum. Bağıran Baraka'da yaşananlardan beri haritayla ilk karşılaşmamızdı. 

"-Bunu ise kimsenin kullanmadığını sanıyoruz, çünkü girişinin tam üstünde Şamarcı Söğüt var." Gözleri bir an bana döndü, imasını anlamıştım ve haritayı kardeşimin elinden alabildiğim zamanlarda oldukça işe yarayacaktı.

Tüneller ve işlevlerini anlatmayı bitirdiğinde George iç çekti, "Aylak, Kılkuyruk, Patiayak ve Çatalak," dedi ve haritanın üstündeki yazıyı okşadı. "Onlara çok şey borçluyuz."

"Yeni kuşak kural yıkıcılara yardım etmek için yorulmaksızın çalışmış, soylu insanlar." dedi dağ trolü vakur bir edayla.

Saatin farkına varan George hızla sadede geldi, "Pekala," dedi. "Kullandıktan sonra silmeyi unutma-"

"-yoksa herkes okuyabilir." diye uyardı ikizi sert bir sesle. "Tek yapman gereken asanla yine tıklayıp 'Muziplik tamamlandı!' demek. Üstü hemen bomboş olacak." 

"Evet genç Harry," derken yaptığı Percy taklidi yüzünden gülmemi zorla bastırmıştım. "Terbiyeni takın." Şimdi George'un omzuna yaslanan figürüme bakarak ekledi, "Zavallı ablacığına çok gerekmedikçe verme, ne kadar sinirlenirse o kadar komik oluyor yüzü."

Omzuna şaplağı indirdim, "İfrit herif!"

"Yeni ismin hayırlı olsun!" diye cıvıldadı George gülerek. "Rütbe atladın galiba az önce." Harry'ye dönüp göz kırptı. "Balyumruk'ta görüşürüz Harry."

İkisi de beni iki kolumdan tutup sürüklerken Harry'ye kafamı çevirip seslendim, "İyi eğlenceler, minik balkabağım!"

Harry hafif kızarıp benzer şeyleri gevelerken çoktan koridora çıkmıştık. 

"Gardiyan mı kesildiniz başıma?"

"Olur mu hiç öyle şey? Maaş almıyoruz, Chas!" diyerek göz kırptı George. 

Sağımdan Fred ekledi, "Tamamen sosyal bilinç, güzelim."

Kollarımı sıyırmaya çalışmamla daha sıkı kavradılar. "Hadi ama! Sylvan ve Pansy ağzıma edecek. Yeterince geç kaldım..."

"Rosier ve Parkinson çoktan tüydü bile, ne diyorsun?" 

"Sylvan beni hayatta bırakmaz, iyi deneme."

"Not yazdık aslında," demesiyle kafamı çevirdim. "Freddie yazsa asla onaylamazdı o yüzden ben yazdım, Harry'nin peşinden geleceğine emindik. Zaten haritadan deli tavuk gibi gezinmeni izlerken plan yapacak vaktimiz vardı. Koridordan geçen birinci sınıflardan biri bir galleon karşılığı işi halletti."

"Siz cidden manyaksınız."

"En azından bir parça parşömene aşık değiliz."

"WEASLEY!"

 

 

***

 

 

 

İkizlerin beni esir almasıyla kasabaya kadar beraber yürümüştük. Hogsmeade her zamanki gibi büyüleyiciydi. Çatıların üstü karla kaplanmış, kurabiye adam evinin üstüne dökülmüş pudra şekerini anımsatıyordu.

"Eee, ilk durak neresi?" diye sordu George. 

"Yılbaşı hediyelerini almayı düşünüyordum aslında," dedim düşünceli bir sesle. "Sana alacağım şeyi görmemen daha iyi olurdu ama sanırım seni Fred'e emanet edebilirim o an için."

"Peki ya benim hediyem?"

Çocuksu tonunu duyduğumda onunla uğraşmak daha ilgi çekici gelmişti.

"Sana hediye alacağımı kim demiş?"

"Ama Georgie'ye alıyorsun!"

George'u işaret ettim, "George'la yıllardır arkadaşız, tabii alacağım." Ona döndüm. "Sana neden alayım?"

Dudağını bükmesiyle dayanamayarak kahkaha attım. Oldukça bozulmuşa benziyordu, tabii ne kadarı şaka ne kadarı gerçek bilmiyordum.

İlk girdiğimiz dükkan Balyumruk oldu. Babamın en sevdiği kahveli çikolatadan bir kese dolusu aldıktan sonra biraz da kendim için şekerleme doldurdum, bir kese de Ron'a ayırmıştım. Ron'un kalbinin midesinden geçtiğini çocukla ilk tanışmamdan öğrenmiştim. Zaten Harry ve Ron'a ne alırsam alayım bir şekilde paylaşacaklarını biliyordum. İkisi bir arada geliyorlardı, paket halinde. Arkadaşlıklarını oldukça sevimli buluyordum. Aynı Sylvan ve ben gibi bir beyin hücresini paylaşıyorlardı. Tek sıkıntı bizim daha zeki olmamızdı.

Aldıklarımı yanımda olduğundan bahsetmeye bile gerek duymadığım çantamın derinliklerine attıktan sonra ikizlerin alışverişlerini tamamlamasını bekledim.

"İster misin?" diye sordu Fred aldığı biber iblislerden birini uzatarak. "Senin aksine ben iyi bir insan olduğum için paylaşımcıyım. Eşitlikten yanayım."

Hala hediye mevzuunda olduğunu fark ederek güldüm, "Teşekkürler, almayayım. Daha çok jöle sümüklüböcekleri tercih ediyorum." 

Nazik reddedişimle bana sanki cinayet işlediğimi söylemişçesine baktı, "Şaka yapıyorsun herhalde! Acı ve tatlının karışımı mükemmel bir şekerleme bu. Nasıl sevmezsin?"

"Kulaklarımdan ve ağzımdan duman çıkmasını tercih etmiyorum." diye açıkladım sakince.

"Eğlencesi o!"

"Jöle sümüklüböceklerin yumuşak ve kremamsı tadını tercih ederim."

Fred bu sefer dükkandan yeni çıkan George'u dürtükledi, "Biber iblisleri sevmiyormuş!"

George kafa salladı, "Biliyorum."

"Buna inanamıyorum!" Şekerlerden bir tanesini ağzına attı. "Hem acı hem tatlı olan başka şeyleri severken nasıl oluyor da biber iblisleri sevmiyorsun?"

"Hem acı hem de tatlı olan ne seviyorum ki?"

George kesesinden bir jöle sümüklüböcek uzattı, "Bilmem, çok zor bir soru. Hmmm, mesela Nott?"

Kıpkırmızı kesildim hatırlamayı istemediğim isimle, "Onun hakkında konuşmasak olmaz mı?"

Sesimdeki ve cildimdeki değişim ikiliyi kuşkulandırırken George endişeyle yüzümü süzdü, "İyi misin, bir şey mi yaşandı?"

Elimle boş vermesini işaret ettim, "Sırada kitapçı var." 

Böylece ikiliyi peşimden kitapçıya sürükledim. Sylvan'a istediği kitap serisini alacaktım, Vivienne'e yolladığım mektupla hediye listesinden bu seriyi rezerve ettirmiştim. 

Yaklaşık iki aydır hakkında konuşa konuşa beynimizi yediği kitaplara kavuşmak bence en iyi hediye olacaktı sarışınıma. Theodore ne alacak bilmiyorum ama her zaman Vivienne'e haber verdiğimizden pişti olacağımızı zannetmiyordum. 

Sahibiyle her gelişimde muhabbet ederek samimi bir tanışıklık kurduğumdan yaşlı büyücü dükkana girer girmez beni tanımıştı, ilgimi çekebileceğini düşündüğü yeni ürünleri göstermek üzere beni dükkanın farklı bir köşesine yönlendirdi. George bu duruma yabancı olmasa da Fred'in sıkılıp sıkılmayacağını düşünmekten kendimi alamadım. Rafların arasından kaybolmadan önce kızıl saç yumağını göz ucuyla seçebilmiştim, aynı benim gibi o da bir rafın ardına ilerliyordu. Gerçi sıkılsa bile ben neden umursayacaktım ki? Arkadaşımsı bir şey oluyorduk az kalsın, son zamanlarda da hatasını telafi etmek ister gibiydi... Yine de arkadaş değiliz. Umursamama gerek yok. Hem beni tutsak alan onlar değil miydi? Kendi sorunları!

Bana önerilenlere baktıktan sonra Sylvan'ın hediyesi için buraya girdiğimi anımsayarak önceliklerimi düzenledim. "Basiliskler ve Sirenler serisi var mıydı elinizde?"

Sorumla beraber adam depoya kayboldu. Elinde iki - üç tane kaldığını söylemeyi de ihmal etmedi.

Seri daha yeni tamamlanmıştı, Sylvan gibi serinin özel baskısını bekleyen herkes stoklara üşüşmüştü anlaşılan. O bitirince ben de seriye göz atmayı düşünüyordum. Konusunu Sylvan'dan yeterince dinlemiştim, hem adı da tam benlikti. Seveceğime şüphem yoktu.

Dükkan sahibinin getirdiği gürgen ağacından kutuya uzandım. Özel baskının hakkını cidden vermişti yazar ve basımevi. Kenarları karartılmış gümüş ve obsidyen olduğunu tahmin ettiğim siyah bir taşla çevriliydi. Bir gün kitap yazarsam bu şekilde özel bir tasarımla sunmak isterdim. 

Seri ve süslü kutusunu ödedikten sonra kendime de bir şeyler almayı ihmal etmedim. Keyfim yerindeydi tuhaf bir şekilde. 

İkizlerin yanına döndüğümde aralarında bir kitap üstüne tartışıyorlardı. 

"Dağ trolü kitap okuyabiliyor muydu?"

George tepkime burnuyla gülerken Fred kaşlarını mızıkçılık yapan küçük bir çocuk edasıyla çattı, "Okuyamasam nasıl bu kadar yüksek not alayım? Ayrıca 'dağ trolü' mü? Cidden mi? Hani 'ifrit herif'e rütbe atlamıştım en son?!"

"Lütfen çeneni kapa, Weasley." diyerek dertli bir nefes aldım. "Konuşmadığın zaman daha katlanılabilir ve çekici oluyorsun."

İkizlerden birinin tükürüğünde boğulması, öbürününse gözlerinin irileşmesiyle sözlerimin ucu açık kaldığını fark ettim. Hemen toparladım, "-Ki bu zamanın  yüzde ikisi falan. Yani dağ trolüsün. İfritsin. Balkabağı kafa."

Bu sefer ikisi de kahkahalarla güldü. Toparlayamasam da konuyu dağıtmış sayılırdım, bu da bana yeterdi.

"Hadi senin Noel Anne listeni bitirelim de bir kaymak birası içelim. İçim titriyor soğuktan."

George'un sırtıma koyduğu eliyle dışarı yönlendirildim. Listem bir tık uzundu, o konuda yalan yok. 

"Tatilde ne yapacaksın?"

Beklemediğim soruyla Fred'e döndüm, "Normal tatil şeyleri... Harry de gelecek tabii bu yıl, onun dışında çok büyük bir değişiklik olacağını sanmıyorum." Nezaketen sordum, "Peki ya siz ne yapacaksınız?"

Bu sefer ikizi yerine George konuştu, "Kovuk'ta her zamanki gibi aile yemeği, hep beraber annemin en sevdiği şarkıları dinlemek vs. Bizden daha çok eğleneceğine eminim." 

Barty rakun formundayken ona tütü giydirmeyi düşünüyordum. Evet, eğlenecektim.

Konuyu uzatmamaya karar verdim, konuştukça Barty'ye yapacaklarımı ağzımdan kaçıracağım diye korkuyordum. En azından Sylvan'a anlatıp kurtulmam lazımdı, gece gece yastığımı kemirmek heyecanımı kesmemişti. Barty aklımı okumadığı için çok şanslıyım, animagus formu için tasarlamayı planladığım bir dolap dolusu kostümü öğrenmesi hoş olmazdı.

Babamın verdiği harçlığı çarçur ederken çantamı bir güzel arkadaşlarıma aldığım hediyelerle doldurmuştum. 

İkizlerin sabrına hayran kalmamak elde değil. Çoktan sıkılıp mırın kırın etmelerini bekliyordum açıkçası. Bir şekilde her dükkanda kendilerini meşgul edecek ıvır zıvır bularak beni şaşırtmışlardı. 

Deli danalar gibi bir o dükkana bir bu dükkana girip çıkmamız sonucunda listem bitti ve Üç Süpürge'nin kapısından içeri kendimizi atabildik. George listemin bitişine benden çok sevinmişe benziyordu. İçeri adım atar atmaz yüzünden miskin bir gülümseme yayılmış, vücudu rahatlayarak titremişti. Isının verdiği enerjiyle ölü bedeni yeniden hayatla dolup taşmıştı, uçarcasına gözüne kestirdiği boşalan masayı kaptı.

Fred'le ikizinin aksine sakin adımlar atarak George'un tuttuğu masaya ilerledik. Kahvaltıda tamamen karnımı doyurmadığım için biraz acıkmıştım ama yemek yemek yerine kaymak birasıyla bastırmayı düşünüyordum şimdilik. Zaten dönüş saatimiz yaklaşıyordu ve her ne kadar Üç Süpürge'nin yiyeceklerini beğensem de Hogwarts'ın yemekleriyle boy ölçüşemezlerdi, ziyafetin tadını çıkarmayı tercih ederim.

 

 

Üç Süpürge'de ikizlerle ne kadar sakin olabilirse o kadar sakin bir saat geçirmemiz arasından şatoya dönme kararı aldık. 

Slytherin masasına oturduğumda gözüm yemeklerden başka bir şeyi görmüyordu. Tabağıma bulduğumu doldururken Theo'nun diktiği yeşil gözlerini görmezden gelmiyor- cidden fark etmiyordum. 

Pansy omzumu dürttü, "Weasleylerle nasıl geçti günün?"

Lokmamı yutarken neredeyse boğuluyordum. Ağzımdakileri su ile zar zor kaktırmamın ardından cevapladım, "Sizin hediyelerinizi aradan çıkardım. Üç Süpürge'ye gittik o kadar." 

Sıradaki hedefim rostoydu.

"Peki boş sınıf...?"

Nefesim kesilerek ona döndüm, ayıplayıcı bakışlarımın altında ezilmesini umsam da karşımdaki Pansy Parkinson'dı... "Hiçbir şey yaşanmadı Pansy! Korkarım, kafanda kuruyorsun yine..."

Gözüm istemsizce Theo'ya kaydı. Kendimi azarlayarak tabağıma döndüm. Göz göze gelmem eksikti bir! O da tamam...

"Ne bileyim, bir değil iki ya hem, dedim kaçarı yok." 

Gözlerimi kısarak sinek kovalarcasına omzuna vurdum. "Sanrısalsın."

"İstediğin kadar inkar et bebeğim, birkaç ay veriyorum en fazla."

Kulaklarımı tıkayarak önüme dönmem onu güldürdü. Blaise'in masaya geçmesi ise benim kurtarıcımdı.

Draco da Blaise'in diğer tarafına oturmuş, homurdanıyordu. Ne olduğunu sorarsam alacağım cevabın uzunluğu benim boyumu geçebilirdi, bu yüzden rostomdan kafamı kaldırmamayı tercih ettim.

Pansy'nin arada bir anlattığı dedikodu ya da ettiği eleştirilere verdiğim tepki haricinde kimseyle etkileşime geçmedim. Sabahtan beri kaymak birası dışında mideme girecek tek şey buydu, şu an önceliklerimi değiştireceğim bir zaman kesinlikle değildi.

Yemeğimi bitirir bitirmez aynı hızla yatakhaneme yönelerek bir süredir maalesef aksatmış olduğum biricik kuzenime yazmaya zaman ayırdım. 

 

 

 

***

 

 

 

"ŞAKA YAPIYOR OLMALI!"

"Potter, kulak zarımı patlatacaksın, lütfen sakin ol. Bak lütfen diyoru-"

"NASIL SAKİN KALABİLİRİM Kİ?!"

 

"Chas, sorun değil. Gerçekten." Omzumu sıvazlarken yüzüne yerleştirdiği avutucu gülümseme amacının aksine histeriye boğulmama sebep oluyordu. "Hogwart'ta geçireceğim ilk yeni yılım değil-"

Boğazımdan bir kurbağa vıraklamasını andıran yeni histerik hıçkırık dizisi sırasıyla ikizlerin avuç içlerini alınlarına bastırmalarına, Harry'nin ise yüzünü buruşturmasına sebep olurken kendimi tutamadım. Tutmak da istediğimi sanmıyorum. Son zamanlarda gerçekleşen bütün hayal kırıklıklarım ve sinirlerimin gerilmesinin muazzam bir zamanlamayla patlamasından ibaret olsa da; bu olayı yaşayan taraf olmak kadar bu olaya tanık olmanın da berbat olacağını hayal ediyorum.

Yere çömelerek dizlerimi kendime çektim, kafamı da ikisinin arasındaki boşluğa gömdüm. Sadece bir topa dönüşmek istiyorum, teşekkürler. Mümkünse Bludger.

Sırtımın sıvazlanmasına rağmen armadillo pozumdan ödün vermedim.

Şımarık mıyım? Belki.

Umrumda mı? Hayır.

Haksızlıktı! Bunca zamandır Harry'yi resmi olarak ailemize katmayı istediğimi ikisi de biliyordu, her ne gezisiyse en azından bir hafta erteleyebilirlerdi! Kızlarından daha mı önemliydi bu saçma şey?

İçimde mantığa dair en ufak kırıntı bu fedakarlığın bütün büyü dünyası için olduğunu söylese de onu duymazlıktan gelmeyi tercih ettim. Zaten Pettigrew da ortada yoktu. Başarısızdım. Sirius'un kaçak olarak yaşaması gerekecekti benim beceriksizliğim yüzünden.

En azından Noel ve yılbaşı sakin geçseydi! Çok muydu istediğim?

"Chas..." 

Harry beni kendine çekerken hıçkırıklarımı tutmaya çalıştım. Boğazım yeterince ağrımıştı hem.

Çenemi omzuna yaslarken ikizlerle göz göze gelmemek adına bakışlarımı yere indirdim. Sırtımı sıvazlamaya devam etti.

"Yaza ne kaldı ki hem? Göz açıp kapayana dek altı ay geçecek." Saçıma bir öpücük kondurdu. Gözünde ne kadar da şımarık olmalıydım! "Benim için de sürpriz olur. Biliyorum, tatili iple çekiyordun ama bazen işler plana uygun gitmiyor... Yalnız olmayacağım ayrıca, Ron da benimle beraber kalıyor!"

Fare inlemesine benzer bir sızlanmayla kafamı boyun girintisine soktum. Hangimiz büyük olandı, tekrardan?

Konu mankeni gibi dikilen ikizlerden biri boğazını temizlediğinde varlıklarını hatırladım. Konuştuğunda ise Fred olduğunu fark ettim.

"Hey, drama kraliçesi. Eğer istersen tatilde bize gelebilirsin. Yani başka planın yoksa, Rosier ya da Nott-" George dirseğini geçirmiş olacak ki sesi acıyla kesildi. Kendini hemen toparlayarak cümlesini tamamladı. "-arkadaşlarından birine gitmeyi planlamıyorsan, tabii. Yoksa planlarını bozmak istemeyiz."

Harry sırıtarak geri çekildi, "Oh, kesinlikle kabul etmelisin Chas. Bayan Weasley'ye bayılacaksın, çok tatlı biridir. Ayrıca Kovuk muhteşem bir yer! Hem yalnız da kalmamış olursun."

Gözlerindeki ışıltıya bakacak olursam Weasleyler düşündüğümden bile büyük bir etki yaratmıştı kardeşimin üzerinde.

Sylvan büyükannesinin yanına gidecekti ve normal şartlar altında Vivienne beni çağırmaktan çekinmese de büyükanne D'arsis son zamanlarda sağlığı konusunda zorlu günler geçiyordu. Eğer onu azıcık tanıyorsam kendini toparlayana dek yakın akrabaları haricinde kimseyi görmek istemeyecekti. Ölümünden emin olmadığı müddetçe kimseyle vedalaşmayacağına da eminim.

Theo'ya gelecek olursak... Durum aşikardı. Gerçi onun da eve gideceğinden şüpheliyim. Belki de Alaric amcasına gidecekti. Babamların son dakika değişikliğinden haberdar olsa gözünü kırpmadan beni davet edeceğine emin olsam da aramız tam anlamıyla normale dönmeden ne ona ne de kendime bu ıstırabı çektirmeyecektim.

"Sanırım programımı düzenleyebilirim." Burnumu çektim.

"Harika, annem seninle tanışmayı dört gözle bekliyordu!"

"Emin ol seçimine pişman olmayacaksın, Potter." Dağ trolünün yüzündeki muzip tınılar kuşku uyandırıcıydı. Kaşımı kaldırsam da bakışlarından ağzından laf almamın imkansızlığı belliydi.

 

 

 

***

 

 

 

"Sevgili Chasity, 

Gün geçtikçe beni şaşırtıyorsun. Gerçekten çok ilginç birisin. Yazdıklarından yola çıkarak Fred Weasley'ye olan nefretinin giderek azaldığını fark etmemek elde değil. 

Yılbaşı konusuna gelirsek, annem bizimle geçirmeni umuyordu ancak haberleri alır almaz benimle aynı sırıtışı paylaştığına emin olabilirsin. Şaşırtıcı ama gerçek. Andromeda Tonks kızı kadar pişkin güldü, ne şok ama! En azından bu sefer azar yemedim ya :p

İyi tarafından bakacaksan, ben de tatilde evde olamayacağım. Gelseydin de pek zaman geçiremezdik. Seherbazlık eğitimi işleri uğraştırıcı, tatlı baş belam. Yine de sahada en az benim kadar eğleneceğini düşünüyorum. Tekrardan, her mektubumda olduğu gibi seherbazlık yolunda ilerlemeni ısrar ediyorum. Çok eğlenirdik! Deligöz Moody'nin senin ilgini çekeceğini düşünüyorum. Şeytan tüyünle o adamı bile kendine ısıtırsın sen.

Tekrar konuya dönelim, THEODORE NOTT'UN YAPTIĞINA İNANAMIYORUM!!! Ondan hiç beklemezdim :( Gerçi bunun ardından mantıklı bir sebep çıkacağına eminim, kendi aklıyla yapacağı bir şey değil bu. Eğer öyleyse de hayal kırıklığına uğradım. Mantıklı çıkacak dediğim de kimin mantığına göre, tartışılır. Bu yaşta oğlanlar oldukça salaktır. Üstünde durmana gerek yok. Sana tavsiyem, onu görmezden gelmen. En azından romantik anlamda. Bu onu delirtecektir. Aptallığını anladığı an peşine düşecektir. Tabii, eğer hislerinde eminsen dediğimi yap. Emin değilsen sizinki gibi bir arkadaşlığı tehlikeye atmaya değmez. Bazen insanın aklı karışabiliyor. Hiç ihtimal vermeyeceğin kişilere bir bakmışsın his beslemeye başlamışsın. 

Gizlenerek İzleme sınavımdan neredeyse kalıyordum ama diğer sınavlarım çok iyi geçti. En yüksek notlar tabii ki en sevdiğin kuzeninde :D

Weasley'ye gelirsek... Fred'i seçtiğine inanamıyorum! George'la o kadar yakınken hem de. Gerçi aranızdaki sürtüşme kimya olabileceğini işaret ediyordu. Charlie'nin iddiayı kazandığına inanamıyorum, epeyce galleon kaybettim, tüh. Merak etme üstüne az para yatırmadım tabii ki.

Molly'yi seveceğini düşünüyorum. Belki bir tık fazla cana yakın bulabilirsin. Annemin daha mıcık mıcık versiyonu gibi bence. Sakın bunu söylediğimi anneme söyleme! 

Kovuk'ta umduğundan fazlasını bulacağına eminim, epey eğleneceksin. Benim adıma selam iletmeyi unutma, lütfen. 

Yılbaşı hediyeni doğruca oraya yollayacağım. 

Kalbinin sesini dinle, gençsin, hatalarını düzeltmek için bolca vaktin var. Keşkelerin olmasın Chassy! Sana hata yaptığın için asla kızmam ama 'keşke' dersen fena bozuşuruz.

Seni oldukça seven, en havalı ve en sevdiğin kuzenin,

Tonks."

 

Her zamanki gibi dağınık yazdığı, emotikon denilen şeylerle dolu mektubunu okurken çığırtkan olmamasına rağmen sesi satırlar arasından kulaklarıma ulaşıyordu. Dora hiçbir zaman değişmemişti ve değişmesini asla istemezdim.

Verdiği nasihatleri toplayarak aklımın ucuna not ederken içim karıncalanıyordu. Theo o kadar gerizekâlı olamazdı değil mi? Aramızdaki en zeki oydu. Özellikle sosyal zeka konusunda Sylvan'ı da beni de sollardı!

Üstünde çok durma, diye tekrarladım zihnimde.

Andy halamla da konuşabilseydim keşke bu durumu. Ancak mektup üzerinde kuru kuru anlatamazdım. Küçüklüğümden beri olduğu gibi çay ve bisküvi eşliğinde çay sehpasının iki ucunda karşılıklı konuşulacak bir konuydu bu. Çikolatalı bisküvi dökülmesin diye ısırırken elimi altında tutacak, bir şeyi fark etmemi sağladığında çaydan genzim yanacaktı. Ancak aklım öyle başıma gelecekti.

 

 

 

***

 

 

Tatil göz açıp kapayıncaya dek gelmişti. Weasleylere gidiyor oluşuma pişman değildim ama keşke planlarım bozulmasaydı. 

Ron da Harry'yle birlikte kalacaktı, bu yüzden ev normalden daha az kalabalık olacaktı George'un dediğine göre. Neye ve kime göre, bilmiyorum. 

Sadece bir düzgün işleyen aile ortamında bulunmuştum ve o aile de Tonkslardı. Kalabalık ve düzgün işleyen bir aile çok farklı bir deneyim olacaktı. Aile kültürlerinin ne kadar farklı olduğundan bahsetmiyorum bile. Ne de olsa Andromeda Ted'in soyadını almış olsa da hala bir Black'ti. Black olarak doğan Black olarak ölüyordu. Saf kanın laneti.

Tereddüt etmem için çok geçti zaten, Bay Weasley çoktan bizi perondan almış, sürüce evin önünde toplanmış, çaldığımız kapının açılmasını bekliyorduk.

Kızılların arasında yanlışlıkla kuğuların arasına karışan ördek yavrusu gibi hissediyordum. Her ne kadar aslında onlar gibi kızıl olsam da bunu sadece ikizler ve Ron biliyordu. Ron kısmı da Harry sayesindeydi. Çekecek insan kalmamış gibi ağzında bakla ıslanmama huyu bana çekmişti ne de olsa.

İkizler beni aralarına almış, göz önünden ayırmıyor, turist rehberi gibi en ufak şeyi işaret ederek uzun açıklamalarla tarihçesini aktarıyorlardı.

"Cücelere dikkat etmelisin-"

"-yoksa ısırırlar."

"Acıtır."

"Çok kötü."

"Peki ya tavuklar?" diye sordum bahçede gezinen hayvan kalabalığını işaret ederek.

"İnan bana ev sınırlarındaki en zararsız şey onlar."

Kapıyı tekrar tıklattı Bay Weasley. Uzaktan gelen ayak sesleri telaşlı bir "Geliyorum, geliyorum!" tarafından takip edildi. Ardından Bayan Weasley kapıyı açarak hepimizi içeri buyur etti. 

Önümü kapata aile sakinleri hızla eve doluşunca kabak gibi ortada kalmıştım. İki fasulye sırığının arasında durmam mı yoksa tek kızıl olmayan kişi oluşum mu beni daha çok göze batırıyordu acaba?

Bayan Weasley nefesini tuttu, "Sen Chasity olmalısın canım!" 

Açıkçası Slytherin ve Black olduğum için bu kadar sıcak bir karşılama beklemiyordum. Soyadımın altın binada yüzyıllardır pek hoş karşılanmadığı aşikardı, ailenin iki kolu olan Weasleyler de Prewettlar da belki de binanın kuruluşundan beri Gryffindor'du. Babamın kötü şöhretinden bahsetmiyorum bile...

George ve Fred'in sırtımdan iteklemesiyle kendime gelerek kafa salladım. Gülümseyerek elimi uzattım, "Evet efendim, tanıştığıma memnun oldum. Ayrıca beni evinize kabul ettiğiniz için teşekkür ederim."

Bayan Weasley'nin gözleri irileşirken yüzünde geniş bir gülümsemeyle klonladığı oğullarına beni işaret etti, "Arkadaşınızın iyi huyları umarım size de bulaşır!" Fred'in içten içe kıçıyla güldüğünü hissedebiliyorum. Tekrar bana döndü ve elimi iterek bana sarıldı, ani gelişen samimiyet tökezlememe sebep olsa da toparlamaya çalıştım. "Oh, tatlım. Bayan Weasley demene gerek yok, Molly diyebilirsin! Hadi hadi geçin içeri, yemeğe az kaldı. Ayrıca eşyalarınızı yerleştirmeye başlasanız iyi olur."

Sözünü dinleyerek ayakkabılarımızı çıkarır çıkarmaz içeriye atladık. Dışarısının soğuk ayazından sonra şöminenin evin içini sarmış olan sıcaklığı kemiklerimi ısıtmıştı.

Weasley turizm kaldığı yerden devam ederek bana evi gezdirmeye devam etti. 

"Burası da mutfak."

Leziz kokuların yükseldiği odadan beni iterek uzaklaştırdılar, geldiğimiz gibi başka bir odaya geçiyorduk. Onlarla geçirdiğim zamandan çıkardığım sonuçlara göre bana göstermek istedikleri başka bir yer ya da şey vardı ve sona saklıyorlardı. 

"Ve oturma odası."

Antikacılarda göreceğiniz oyma, ahşap kahve masalarından birisinin üstüne koyduğu parşömene bir şeyler karalayan kızıl adamı görür görmez haykırdım, "CHARLIE!"

"Ah, evet işte burada da Charlie..."

Ayağa kalkmasıyla üstüne atlayarak koala gibi yapıştım. En son göreli o kadar uzun süre geçmişti ki!

"Seni çok özledim!"

"Awww, en sevdiğim çömezim koskocaman olmuş." Saçlarımı karıştırdı. "Ben de seni çok özledim, Chas."

Sonunda ona yapışmayı bırakarak geri çekildim. Onu inceledim. 

En son gördüğümden bu yana değişmişti doğal olarak. Zaten yapılı bir vücudu vardı ama ejderhalarla uğraştığı son üç yıl ona vücudunu şekillendirme ve kas kazanmada cömert davranmıştı. Yüzünün her tarafını bezeyen çilleri Romanya güneşinin altında artmış, saçları daha uzundu. Ten rengi daha koyuydu ve artan çilleri sayesinde yüzü vücudunun geri kalanından daha koyu duruyordu. Kolları da aynı yüzü gibi çillerden nasibini almıştı ama yüzünün aksine kollarını kaplayan tek şey onlar değildi. Ejderhaların yaptığına şüphe duymadığım derin, kimi beyazlaşmış, kimi hala pembemsi yaraların kimi boydan boya uzanırken bazıları kollarını sarmalıyor, bazılarıysa diğerlerinin aksine şanslı, küçük sıyrıklardı.

Her şeyin ötesinde gülümsemesi değişmemişti. Weasley kardeşlerden Ron, Bill ve Percy birbirine benzerken (kesinlikle anne tarafına çekmişlerdi) ; ikizler Charlie'nin daha az çilli ve biraz daha uzun versiyonu gibiydi. Ginny ise iki tarafın da harika bir karışımıydı ama annesine daha çok benzediği belliydi. Charlie'yi ikizlerden ayıran en önemli fark gülümsemesiydi. İkizlerin en masum gülümsemesinin altında bile muzip hissettiren bir şeytan tüyü vardı, doğaları gereği. Oysa Charlie gülümsediğinde eskisi kadar olmasa da hafif utangaç bir his yatıyordu, bulutların arasından etrafa ışık saçan güneş gibiydi. Charlie gülümsediğinde işiniz biterdi, onu sevmemek elde değil. Samimi ve sempatik birisiydi ve huy olarak babasını andıran bir babacanlığı vardı.

Belki de artık üstüne yapışmış olan bir abi hissi uyandırıyordu. Bilerek mi yapıyordu bilmiyorum ama ilk tanıştığımız andan beri beni kendi kardeşlerinden hiç ayırmamıştı. Dora'yla yanına gittiğimde bazen benimle uğraşmak için ikizler de peşime takılırdı, tabii Charlie yanımdayken bulaşmayı pek göze almazlardı. İkizlere uyguladığı tarifeyi bana da uygulardı, belki daha yumuşağını, ne de olsa haşarı erkek çocuklarının yanında melek sayılırdım.

Dora'nın mektupta bahsettiği selam geldi aklıma. Gözlerim irileşti.

"Dora sana selam söylememi kastetmişti demek!"

Gülerek onayladı, "Öyle olmalı, haberi vardı ne de olsa."

Tekrar sarıldım. "Sanırım yılbaşı programımın değişmesi sandığımdan çok daha iyiymiş!"

George sözlerim üzerine burnuyla güldü, "Yerde sürünerek ağlarken aynısını söylemiyordun ama!"

Dil çıkardım.

"Hadi hadi yeter, abim bir yere kaçmıyor. Tatil boyu bol bol zaman geçirirsiniz." Fred'in sülük çeker gibi beni çekip almasıyla kollarım havada kaldı.

Charlie gözünde garip bir parıltıyla kardeşine baktı, "Küçüklüğünüzü bilmesem kıskandın sanacağım."

Tavrını bozmadan beni sürükledi, "Kıskandım zaten." 

Gözlerimi devirdim, aynen.

Merdivenlere yönelirken hayret nidaları atan ağabeyini umursamaksızın ikizini çağırdı, "Georgie! Hadi gelsene."

Oturma odasından ayrılmayan ikiz kollarını çaprazlarken sırıttı, "Yok kardeşim, siz gidin. Yukarı çıkarsam dolabımı düzeltmem gerekecek."

Molly'nin sesi hiçlikten yankılandı, "Sonsuza dek kaçamazsın George Weasley!"

"Ama deneyebilirim!"

Fred'in dürtüklemesiyle merdivenleri çıkmadan önce Charlie'nin George'a iyi şans dilediğini duydum.

 

 

 

***

 

 

 

Doğrusunu söylemek gerekirse okulda Ginny Weasley ile bir kez bile konuşmamıştım. Hakkında ailesi dışında hiçbir şey bilmiyordum ─ki şimdi düşününce korkunç bir durum, rezillik.

Kızla oda paylaşırken ne kadar tuhaf anlar yaşandığını tahmin etmek için Ravenclaw olmanıza gerek yok.

Yine düşündüğümden çok daha iyiydi─ tabii, birbirimize alıştıktan sonra.

 

Charlie'yle vakit geçirebilmek son zamanda başıma gelen bütün kötü şeylerin tesellisiydi, sanırım yazar bana rüşvet teklif ediyor. Hmmm, kabul edebilirim. Bana yeni yumurtadan çıkan yavrulardan, aldığı yaralardan ve baktığı bütün ejderhalardan bahsetti. Öyle detaylı anlatıyordu ki gözümün önünde canlanmaması imkansızdı. Cüzdanında taşıdığı polaroidlerden gördüğüm kadarıyla hayal gücüm gayet iyi bir iş çıkarmıştı.

Öte yandan bahçedeki yer cücelerini temizlemeye yardım etmekten çekinmemiştim, ne de olsa misafirlikte olmam biblo gibi oturacağım anlamına gelmiyor. Sonra millet babam için ne der! Evde kıçımı yayıyor oluşuma alışık babacığım burda her işin ucundan tutuşuma şahit olsa korkarım ki hık diye giderdi.

Yardımseverliğim Molly'nin oldukça hoşuna giderken bahçe cücesi temizlemede yeni olduğumu anlar anlamaz benim katılmama gerek olmadığını, oğlanların halledebileceğini söyledi. Belki de dinlemeliydim ve başka bir konuda sihirli ellerimi konuşturmalıydım. Parmaklarımın ısırılmaktansa ev işini tercih edeceğine eminim.

Sevgili prenses kedim de tabii benimleydi, onu yalnız başına bırakamazdım ya! Kreacher bile evde değildi, Merlin aşkına...

Nyx de en az benim kadar şaşkındı bahçe cücelerini gördüğünde. Belki de fazla hafife aldık. 

Yazlıkta bahçeyle uğraşan genelde Kreacher'dı (babamın her şeyden çok sevdiği çiçek bahçesini saymazsak), bu yüzden hayatımda bir kez bile bu manyak yaratıklarla uğraşmak zorunda kalmamıştım. En az kedim kadar prensestim.

Kaba - saba, kalın bahçe eldivenlerini George'un zorlamasıyla giyerken hala abarttıklarını sanıyordum. Percy içerdeydi, Charlie de Ginny ile abi - kardeş zamanı geçiriyordu. Bu da Ron kardeşimi yalnız bırakmama inceliği gösterdiğinden geriye Bill, ikizler ve beni bırakıyordu.

Bill cüceleri nasıl yakalamam gerektiğini gösterdiğinde çok kolay gözükmüştü. Zaten bidicik şeylerdi, en fazla ne kadar sorun çıkarabilirlerdi ki?

YANLIŞ. ÇOK ÇOK YANLIŞ BİR DÜŞÜNCE.

Nyx bebeğim de en az sahibi kadar yanılmıştı, patisiyle dürttüğü yaratığın ordu kurup onu oradan oraya kovalayacağını nerden bilebilirdi ki minik prensesim? 

Cücelerden birinin kulağına asılmasıyla cırladı, ben de sıçradım. O an düşünmeye fırsatım olduğunu söyleyemem, bu sefer de başka bir cücenin sırtına atladığını gördüğümde panikle atıldım. Nyx korkuyla deli danalar gibi koşturuyor, cüceler peşinden ilerliyor, ben de ardından yaratıklardan kurtulmaya çalışıyordum. Her şey çok hızlı gelişti.

Tekrardan hatırlatmak isterim ki hayatımda ilk defa karşılaştığım yaratıklar bunlar.

Sırtındaki ve kafasındakinden kurtulmaya çalışırken dişleri olduğunu unutarak ikisini de elimle tutarak yakaladım. Birini fırlatmaya fırsatım olsa da öbürü iğrenç, küçük dişlerini eldivenin altındaki parmağıma geçirdi.

Oğlanlar çoktan gelip Nyx'i kurtarmıştı, George kucakladığı gibi onu eve kapatmıştı. Maalesef o an çocuğumun travmasını düşünemeyecek kadar acı çekiyordum. Parmağımı öyle kötü kıstırmıştı ki küçük piç, eldivenin altında kanadığına emindim.

İki yana sallıyor, çığırıyor, onu da diğeri gibi fırlatmaya çalışıyordum ama nafile! Yavşak cüce Londra sokağı ayyaşları gibi yapışmış, BIRAKMIYORDU.

Bill sakin olmamı söylüyordu sanırım, korku ve acıdan duymuyordum. Stres altında harika çalıştığımı söyleyemem. Belki fark etmişsinizdir.

O sırada Fred olduğunu tahmin ettiğim ikiz (ne de olsa George dönmemişti─ değil mi?) kolumu zorla yakaladı ve parmağıma asılan yaratığın kafasına yumruğunu geçirdi. Vurucuları asla hafife almamam gerektiğinin en iyi dersini bugün aldım. Teşekkürler, sevgili evren.

Cüce öyle bir fırladı ki bu sefer de rahatlamayla ağzımdan bir inleme kaçtı, tabii ardından tısladım. Parmağımdaki basınç gidince dehşet bir zonklama gelmişti. Gözlerim yaşarıyordu, görüşüm bulanıklaştı.

Bill eldiveni elimden çekip çıkardığında kendimi sıktım. Göreceğim manzara beni korkutuyordu.

Elimi acıtmamaya özen göstererek kaldırsalar da şu saatten sonra onların verdiği acı çektiğime vız gelirdi. Parmağıma baktığımda iki boğumun arasında halka şeklinde bir morluk ve canımın neden bu kadar yandığını ispatlayan, diş izlerinden oluk gibi akan kanla karşılaştım.

"Acıyor..." diyebildim en fazla.

Bill asasını topladığı uzun saçından çıkarıp parmağıma doğru işaret ederken Fred'in omuzlarımdan beni tuttuğunu hissettim. Şimdi görüş alanıma George da girmişti, ardında Molly'yi de getirmişti.

"Ah, canım!"

Bill parmağımı temizlemişti onlar gelene dek. 

"Of, nasıl da derin," Nefesini tuttu. "Ah, Chasity! Sana yapmana gerek yok demiştim..."

Tutmaya çalıştığım hıçkırıklardan biri ağzımdan kaçınca azarlamayı bırakarak beni içeriye götürmeye acele etti. Omuzlarımdaki ağırlık şimdi bir omuza inmişti.

İçeri girmemizin sesiyle evin geri kalan sakinleri de kalabalığa katılmakta gecikmedi. Molly iyileştirmeye yeltenecekken Charlie benzerleriyle ─hatta beterleriyle her gün uğraştığına değinerek ipleri eline aldı. Tamamen iyileşmese de sayesinde yara çok daha iyi bir haldeydi.

Eski usul, bir sargı beziyle sardık merhem sürer sürmez. Artık ev işlerinden men edilmiştim. En azından Molly nazik ve anaç bir şekilde buna benzer bir şey demişti.

Percy bahçe cüceleriyle ilgili nutuk çekmeye başlarken şu an katlanabileceğim tek yaratık olan dağ trolüm imdadıma koştu, "Gel, bir yüzünü yıkayalım. Berbat görünüyorsun."

"Sağ ol ya."

Sırıttı, "Ters yanıtına bakarsak düşündüğümden iyi haldesin, garkenez."

Gözlerimi kıstım. "Benimkine uyuşan bir ısırık izi istemiyorsan susmanı öneriyorum, Frederick  Gideon Weasley."

Hehe, tam ismini Molly'nin her saat başı ikizlere sinirlenmesi sayesinde öğrenmiştim.

"Annemle beklediğimden de iyi anlaşıyorsun, lütfen ona dönüşme bir de."

Nefesinin altından mırıldandığına buğulu gözler ardından kıkırdarken lavaboya gelmiştik. Geri çekilmesini beklerken salınık saçlarımı eliyle topladı. 

Hala yüzümü yıkamadığımı fark edince tuhaf bir bakışla musluğu işaret etti.

"Yıkasana yüzünü, cüce parmağını ısırdı, beynini değil."

Göz devirerek önüme döndüm, musluğu açarak ısırılmamış elimi soğuk suyun altına soktum ve ağlamaktan kızaran yüzüme su çarptım. Yüzümün de en az geri kalanım kadar rahatladığını hissettim, parmağım hariç, o hala zonkluyordu. Yakın zamanda acısının geçeceğini de sanmıyordum.

Suyu kapatırken gözlerimin içine yüzümden süzülen damlaların kaçmaması için gözlerimi açmadım, görüşüm olmadan elimi arkaya uzattım ve mırıldandım. "Fred.."

"Hm?"

"Havlu."

Saçımı tek eline aktarırken uzanarak aldığı havluyu bana uzattı. El yordamıyla ve biraz da hislerimle ulaştığım havluyu yüzümde gezdirdim. Sonunda kuruduğunda Fred'e saçımı artık bırakabileceğini söyleyerek havluyu asması için uzattım.

"Çok acıyor mu?" diye sordu.

Yüzüne boş boş baktım, keyiften çığlık atmamıştım herhalde ya? "Sence?"

"Düşünceli olmaya çalışıyorum." Kaşlarını çattığında bir an için sanki çilleri artmış gibi geldi. "Onu da mı yapmayayım?"

Gülümsedim, "Aptal davranmaman yeterli, Weasley."

"Aptal değilim ve bunun farkındasın-"

"Sustuğun zaman daha zeki olduğun gerçeğini değiştirmiyor."

 

 

 

***

 

Chapter Text

 

 

***

 

 

 

"Fred neden Chasity'ye yardım etmiyorsun? Kızcağızın parmağı zaten ne hale geldi, acı içinde. Biraz abilerine benze de centilmenlik yap!"

George'la göz göze geldik. İkimiz de yüzlerimize yayılmaya çalışan bir gülümsemenin habercisini yutmaya çalışıyor, dağ trolünün acısından aldığımız zevki gizlemek için elimizden geleni yapıyorduk.

 

Zavallı parmağımın yaşadığı acı işkence sonunda tekrar prenses locama yollanmıştım. Aslında belki de denesem çoğu yapmamın yasaklandığı işi yapabilirdim. Sorun şu ki benim canım çok tatlı. Çocukluğum boyu babam sağ olsun bir elim yağda bir elim baldaydı. Sosyalleşemediğim doğru ama çocukluğumun geri kalanı çoğu kişinin hayal edemeyeceği kadar ayrıcalıklı ve keyifli geçmişti. Bu yüzden canım bir şeyi özellikle istemedikçe yapmam, gerçekten prenses gibiydim. 

Günümün çoğunu Charlie'yle ya da George'la geçirsem de arada bir 'elimi zorlayacak' işlere girişiyordum. Ne de olsa aramızın iyi gibi olması Fred'le uğraşmaktan vazgeçtiğim anlamına gelmiyordu. Yaptıklarını unutmuş değilim.

Biricik George'um da kaostan beslenen sevimli bir yaratık olduğundan sesini çıkarmıyor, benimle beraber perdenin ardında kıkır kıkır gülüyordu.

Fred, Molly'nin azarıyla kahverengi gözlerini devire devire yanımıza doğru sendeledi.

"Evet, Freddie. Zaten parmağım ne hale geldi!" Alaylı sözlerimi yapmacık masumiyetimle dudağımı bükerek taçlandırdım, iki kez kirpiklerimi kırpıştırdım.

George beceriksizce öksürüğünün ardına saklanırken kahkahalarında boğulacağını sandım bir anlığına.

"Çok hoşuna gidiyor di mi?" Sinir olduğu bakışlarından belli olsa da dudaklarında gezinen tebessüm aksini iddia ediyordu. 

"Hmhm." Keyifle gülümsedim.

"Öhöm, ben gideyim─ sanırım Nyx beni çağırıyor. GELİYORUM NYX!"

Sıvışarak kaçan George'un ardından yolladığım hüsran dolu bakışlar kendisi tarafından fark edilmedi. Adeta ışık hızında koştu.

Fred'in belimi işaret parmağıyla dürtüklemesi sonucu olduğum yerde sıçradım. Tam huylandığım yer! Aslında çoğu yerimden huylanıyorum ama konu bu değil.

Kaşlarımı çattım, "Weasley."

"Potter?"

Dik dik bakmayı sürdürdüm. O da sıkılmadan bir süre oyunumu devam ettirdi. Sonrasında sıkılmış olacak boğazını temizleyerek kollarını çaprazladı.

"Eee, minik yılan, sevgili köleciğine bu sefer ne yaptıracaksın?"

Sözleriyle suratım gevşedi ve yumuşadı. Bir şey isteyecektim. 

"Aslında," diye ağzımda gevelemeye başladım. Az evvelki art niyetimden geriye bir şey kalmamıştı şimdi. "Pofuduk hakkında bir şey . . ."

Sirius'un takma adını duyar duymaz daha ciddi bir havaya bürünmüş, kamburunu yok etmiş, dikleşmişti.

Sesini alçaltarak sordu, "N'olmuş ona?"

"Tatilde zaten yalnız kalıyor...yine. En azından bu Noel'de bir hediyesi olsun istedim. Biliyorum aşırı son dakika ama acaba Londra'ya gidebilir miyiz? Bir ihtimal?"

Deminden beri beni delip geçen bakışları yumuşadı.

"Aslında çok yumuşak bir kalbin varmış senin. İki sivri dişinin ardından zehir çıkmıyor, değil mi? Sadece korkutmak için bu yaptıkların."

"Evet evet, aynen ondan. Hadi sorumu yanıtla."

Saate baktı, sonra tekrar bana döndü. "Anneme sorayım, biraz dudak bükersen hallederiz bence."

"Harika!" 

O Molly'yle konuşurken ben de yalnız kaldığım bu nadir anı düşüncelerimi dinlemeye ayırdım.

Geldiğimden bu yana üç gün geçmişti, kalabalık ve aksiyon sağ olsun düşünmeye ve bu sayede de endişelenmeye hiç fırsatım olmuyordu. Ama şu anki gibi sessiz ve yalnız anlarda Peter Pettigrew, Theo ve Sirius beynimde dört dönüyordu.

Farkındaysanız hep erkek saydım, belki de sorun erkek popülasyonudur. Savaşları da hep başlatan onlar değil mi?

Pettigrew konusunda umudumu kaybetmeye başlıyordum. Korkuyordum. Endişeleniyordum. Kendi kendimi hayal kırıklığına uğratmıştım her şeyden önemlisi. Başarabileceğimi sanmıştım. Başarmak zorundaydım da. Kapanları daha sık kurabilirdim. Harry kullanmadığı zaman harita hepimizin elinde dolaşırdı, tetikte olurduk. Belki de kara büyüyle bir pusula yapabilirdim. Yeterince yalvarırsam Barty yardım edebilirdi.

Ne yöntemle olursa olsun hazirana dek hallolmalıydı. Pettigrew mahkemeye çıkmalı, ardından Azkaban'a atılmalı ya da daha iyisi Ruh Emici öpücüğüne çarptırılmalıydı.

Yaptığı her şeyin bedelini ödemeliydi.

"Pşştt, garkenez!" 

Dağ trolü kendi başına annesini ikna edemeyince biraz pembe yalan, biraz da manipülasyonla günü kurtarmam gerekmişti. 

Molly yanımdaki kişi Fred olunca haklı olarak tereddütte düşüyordu. Başımıza bir iş açacağımızı, belki de başımıza bir şey gelebileceğini tekrar tekrar dile getirdi. Babam konu ben olunca endişelense de Molly'nin seviyesine hiçbir zaman gelmemişti, zaten yaşıtlarımdan çok daha ileri seviyede büyü bilgim vardı, eminim sokağa saldığında benim için değil de sokaktakiler için endişeleniyordu. Ayrıca izole yaşam sürüp de ebeveynlerimin kıçının dibinden ayrılamayınca endişelenecek tek şey eve kurbağa getirmem oluyordu. Durum böyleyken Molly'nin önlemlerini garipsemiştim. Bir yandan anlıyordum, nasıl olsa teknik olarak onlara emanettim. Büyük sorumluluk. Ayrıca bugün Noel'di ve akşama dek yetişmesi gereken bir yemek vardı.

Fred'in ben varken başını belaya sokmayı tercih etmeyeceğini, aksi durumda zevkle onu en yakın uçuç hattına sürükleyerek buraya dönebileceğimizin teminatını vermeden izin koparabileceğimizi sanmıyorum. Sözlerimin ciddiyetine mi yoksa Fred'in yalvarışlarına mı dayanamadı bilmiyorum ama başarımızı deşerek şom ağızlılık yapmak istemediğimi biliyorum.

Bir şekilde market alışverişi de bize kalmıştı. Londra'ya gidecek, ben ne ihtiyacım varsa onu halledecektim, ardından Molly'nin elimize tutuşturduğu listeye göre evde ne eksik gedik varsa onları alacaktık. 

Yaşımız yetmediğinden maalesef cisimlenemiyorduk. Keşke yaş sınırı on yedi olmasaydı... Nasıl da işime yarardı! Onun yerine uçuç tozuyla gidip gelecektik.

Doğal olarak şömineye ilerlememiz oturma odası sakinlerinin ilgisini çekti.

"Siz nereye?" Charlie ve Ginny halıya oturmuş, tahta zeminde Tüküren Bilye oynuyorlardı. Bill de koltuklardan birine uzanmış yüzünü kapattığı gazetenin ardında uyukluyordu. O nefes alıp verdikçe kağıt destesi havalanıyor, sonra geri iniyordu. Böylece kendi içinde bir döngüye girmişti.

Çok geçmeden George da kucağında taşıdığı Nyx ile ortama girdi. Zavallıcığı koltukaltlarından yakalamış, ilk kez bebek tutan bir çocuk gibi onu kol hizasında kaldırarak penguen adımları atıyordu.

Kara kedicik "Beni kurtar!" dercesine miyavlarken manzaraya gülümsedim.

"Hermione'nin yaratığından sonra bu sevimli tüy yumağı öyle iyi geldi ki!" diye haykırarak abisinin kaplamadığı koltuğa atladı. Nyx de o sırada George'dan kaçmak için son çırpınışlarını verdi. Kısa bir çabanın ardından devam etmeye üşenerek pes etti ve kendini sıvı formuna getirerek George'a teslim oldu.

"Biz bir şeyler alacaktık aslında-"

Ginny haykırdı, "Londra'ya mı gidiyorsunuz?!" 

"Baksanıza, kaç gündür evden çıkmadık. Biz de mi gelsek?" Charlie, Bill'in suratından gazeteyi kaldırdı ve alnını dürtükledi. "Ne dersin Billy-boy?"

Hypnos'un sıcak kollarına geri dönmek için uğraşan Bill, arkasını ona dönerek kafasını koltukla minderin arasına gömdü ama kısa ömürlü huzuru uzun sürmedi, abisini uyandırmaya kararlı olan Charlie onu kolaylıkla kendine çevirdi ve tekrar dürtükledi. "Uyannnn!"

Gelmeleri ve bizim de planlarımızın yıkılması gibi bir ihtimal olmasa karşımdaki manzaraya gülebilirdim. Panikle Fred'e döndüğümde onun da aynı şekilde bana baktığını fark ettim.

Hep beraber gitmemiz normal şartlar altında çok eğlenceli olurdu, elbet. Fakat tüm dünya tarafından azılı seri katil olarak bilinen manevi amcama yeni yıl hediyesi aldığımı nasıl açıklayacaktım? Hadi onu geçtim, Kreacher'ı çağırdığımda nasıl talimat verecektim koskoca dört (Percy de kabul ederse beş!) kişilik orduyla?

Aklıma bahane de gelmiyordu ki!

"Şey aslında gerek yok-" 

Vazgeçirmek için bir şeyler gevelemeye çalışmam Fred'in haykırışıyla yarım kaldı,

"Buluşmaya gidiyoruz, ona da mı geliyorsunuz abi?"

Laf ağzından çıkar çıkmaz hışımla döndüm. Bu nerden çıkmıştı şimdi?

Aklımdan geçeni okurmuşçasına karşımızdaki üçlü aynanda bağırdı, "NE?"

Onların bağırışıyla uyanan Bill her ne kadar asıl amacı neden uyandırıldığını sorgulamak olsa da fark etmeyerek kardeşlerine katıldı. "Ne?"

Laf ağızdan çıkmıştı bir kez. Fred'in ortaya attığı yalanı bozmamak için çenemi kapalı tuttum. Bu saatten sonra aksi bir şey demem gelmelerine sebep olurdu. Ne bileyim, iddiaydı falan deriz sonra ama şu an değil.

George benim saklamaya çalıştığım boş bakışlarımı bir şekilde yakalamış, kardeşinin oyununu anlamıştı. Nyx'in siyah tüylerinin ardından attığı anlamlı bakışlar bunu fark etmeye yetiyordu.

Öte yandan Ginny otuz iki diş sırıtıyor, Charlie ise en az benim kadar şaşkındı. Birbirimizden ölesiye nefret ettiğimizi ima eden anılar şeridi gözlerinin önünden akıp giderken mantık arıyor, bulamıyor ve daha da şaşırıyordu. İçten içe belki de Tonks'un mektubunda bahsettiği küçük iddialarını kazandığına seviniyordu.

Bill'e gelecek olursak, kalktığı gibi geri yatmış, mışıl mışıl on beşinci rüyasına geri dönmüştü.

O an en büyük Weasley çocuğunu kıskandım. Keşke şu an uzanıp uyukluyor olsaydım. Böylece bu stresli ve utanç verici işkenceyi çekmek zorunda kalmazdım. Rüyalar aleminde uçar, belki kendime yaptığım muazzam şatoya geçer, aramızda tuhaf şeyler yaşanmamış bir Theo ve daha fazla boş zamanı olan bir Sylvan'ı yanıma alırdım. Dünya barışı getirirdim. Belki istediğim diğer evcil hayvanlar da olurdu. Yılan? Kuzgun? Puffskein?

"Siz? Buluşmaya gideceksiniz?" Charlie'nin suratı kireç gibi olmuştu. "Dünyanın sonu geliyor olmalı." Ginny'ye döndü, "Rüyada mıyım?"

"Rüyanda benim kardeşlerinden biriyle çıktığımı görüyorsan vay halime..." diye nefesimin altından mırıldandım.

"Aynen öyle, size doyum olmaz, bize ise hiç olmaz. O yüzden biz kaçalım, hadi görüşürüz!"

Fred hızla beni şömineye itekledi ve elime uçuç tozunu tutuşturdu.

Bu çocuk okulun en ince planlanan şakalarını yapıyordu değil mi? Hani ikiziyle dahi olarak anılan Fred'di. Aklına gele gele böyle bir bahane mi gelmişti?!

Diagon Yoluna çıkar çıkmaz Weasleyleri ardımızda bırakmış olmanın rahatlığıyla ona döndüm, "Bu neydi şimdi Frederick Gideon Weasley?"

İsmini duymasıyla yüzünü buruşturdu, "Annemle fazla iyi anlaşıyorsunuz."

"Fred."

"Tamam tamam," teslim olurcasına ellerini kaldırdı. "Ne bileyim aklıma o an bir tek bu geldi. Çıkıyoruz demem hepsini şoke eder dedim, böylece hem bizi yalnız bırakmak isterler hem de hareket etmeye fırsatları olmaz."

"Sonrasını düşünmedin mi hiç?!"

"Kusura bakma, o anı kurtarmaya çalışmakla meşguldüm!" diye bağırdı bana uyarak. "Hem senin de pek yardımın dokunduğu söylenemez."

"Bir şeyler bulmaya çalışıyordum-"

"Ama bulamadın." 

İkimiz de sinirle sessizce birbirimize diktik gözlerimizi. Ateş ve barut derken şaka yapmıyordum. En ufak anlaşmazlığımız alevlenip büyüyordu. Cehennemden çıkma bir ikili!

Sokağın ortasında dikilen iki ergenin tartışması çevreden geçenlere çok eğlenceli gelmiş olacak ki en az iki kez dönüp dönüp bakıyorlardı. Çok da normal bir durumda olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Gerçi Noel gününde dışarısının bu kadar kalabalık olması da garip değil miydi?

Benim gibi durumu fark eden Fred derin bir nefes alarak geri çekildi.

"Bak," dedi. "Şimdilik işimizi halledelim, sonra bir şeyler uydururuz."

"İddiaydı desek inanırlar mı?"

Duraksadı. "Bilmiyorum... Ama sanmam."

Ona tekrar kötü kötü bakmamla omuzlarımdan tutarak beni yürümem için yönlendirdi. "Hadi hadi Pofuduk'a bir şeyler bakalım. Daha market alışverişi var."

Sirius'un adının geçmesiyle asıl gelme amacımızı anımsayarak silkelendim, bu; alışveriş boyu onun başını şişireceğim gerçeğini değiştirmiyordu tabii.

"Açıkçası," derken iki saniye önceki esip gürleyen halimden eser yoktu. "Sirius'a ne alacağıma pek de emin değilim."

Bakıştık.

"Adamla o kadar zaman geçirdin ve hiçbir fikrin yok?"

Omuz silktim, "Tam olarak sayılmaz... Yani sevdiği şeyleri biraz biliyorum tabii ancak şu an için ne alabilirim ki? Süpürge alsam ne yapacak, evin içinde mi uçacak adam!"

En azından yolda dikilmeyip yürümem için teşvik ederken uzun parmakları sırtımı gıdıkladı, gerçekten kolayca huylanıyordum.

"Etrafa bak bir yandan Black," derken yine dudakları muzipçe geriliyordu. Sonraki cümlesi de habercisi sayesinde şaşırtmamıştı. "Biliyorum romantik buluşmamızda gözlerini yakışıklı yüzümden alamıyorsun ancak ilk işlerimizi halletmemiz lazım."

Kötücül bakışlarımı tekrar yüzüne dikerken bir yandan adımlarına ayak uydurmaya çalışıyordum. Lanet olasıca uzun bacakları yüzünden hızlı yürümem gerekiyordu. Eminim çok komik bir manzaraydı.

"Sen sinirlendir beni daha, Weasley," dedim tehditvari bir tonla. "Eve dönünce-"

Yüzünde rahat bir ifadeyle sözümü kesti, "Ne yapacaksın? İş mi yaptıracaksın? Anneme mi şikayet edeceksin? Üstüme kedini mi salacaksın?" Eğilerek hizama geldi, "Bunların hepsini zaten yapıyorsun, Chas."

Hizamda olmasını fırsat bilerek kafasına elimin tersiyle geçirdim, "Dağ trolü..."

O acıyla kafasını ovalarken bu sefer adımları önde olan bendim, doğrusunu söylemek gerekirse geçtiğimiz hiçbir dükkana dikkat etmemiştim ve bunun tek sorumlusu bence Fred'di. 

Arnavut kaldırımı sokakta laf dalaşına gire gire epey ilerlemiştik. Gringotts'un basamaklarını kestirebiliyordum bulunduğumuz yerden.

Eğer planlarım rezaletle sonuçlanmamış olsaydı Pettigrew'un iğrenç, küçük bedeni Sirius için harika bir hediye olabilirdi. Sonuçta on iki yıldır tek isteği buydu adamcağızın. Özgürlüğünü vadeden bu tarla faresinin ise gözlerimizin resmen önünde olmasına rağmen bir türlü ele geçememesi o kadar sinir bozucuydu ki! Fareyi daha önce pek çok kez yakından görmüştüm, gerek Ron'un elinde, gerek şatoda özgürce koşuştururken, gerek Percy'nin yanında... Ne kadar da korkunç bir düşünceydi, on iki yıl boyu evcil hayvan diye düşündükleri, besleyip baktıkları yaratık aslında azılı bir katildi.

Peki, her şey ortaya çıkınca (çıkarsa demek istemiyordum, umudumu kaybetme fikri bile yeterince dehşet verici) sevimli, zavallı Molly ne hissedecekti? Kadıncağız kim bilir ne kadar rahatsız olacak, vicdan azabı çekecek ve korkacaktı! Eminim Ron da bir süre fare görmek istemeyecekti. Belki de Granger'ın huysuz kedisine alışırdı, her ne kadar şu anki onu bir çift tüylü bota dönüştürme fikrine tezatlık oluştursa da Pettigrew'un kimliği duyulduğunda o kedinin faresini yemiş olduğunu dileyeceğine şüphem yoktu. Ron Weasley tam bir Gryffindor'du, ancak cesareti gündelik hayatında pek de yer etmiyordu.

Ardımdan söylene söylene gelen dağ trolü tekrar hizama ulaşmıştı ki kendini bir adım geriye çekerek yakışıklı(!) yüzünü garantiye aldı. Benim sinirlenince çok komik olduğumu söylerdi bir de, kafasını şaplağı yediğinde de gülseydi ya...

"Önce alışveriş listesini mi tamamlasak?" diye sordum kafamı çevirmeden. 

Hazır elimizde verilen bir iş varken kendi menfaatlerim için süreden çalmak adi hissettiriyordu. Molly'ye yalan söylüyor oluşumuz yeterince kötüydü, kadıncağız bana evini açmıştı, tatili yalnız geçirmemem için bir iyilikte bulunmuştu ve ben arkasından oğlunu da peşimde sürükleyerek bir Azkaban kaçağına hediye bakıyordum! Üstüne üstlük bu tekniken tek yalanımız da değildi, Fred'in dahiyane planı sayesinde herkes bizi birbirimize aşık sanıyordu. Harry duysa tükürüğünde boğulur muydu? Büyük ihtimalle hayır. O da ima edip duruyordu zaten. Fakat Barty şok olurdu, babam da...

Başıma çorap gibi örülmüş ve birkaç saat içinde evde açıklamamız gerektiği yetmezmiş gibi çok yüksek olasılıkla şatoya da taşınacak olan bu musibeti anımsayınca huzursuzca kıpırdandım. Yüzümü buruşturdum. Ne bok yiyecektik?

"İlk onları alırsak harcayacağımız zaman zarfında bozulurlar." Duraksadı. "Hiç alışverişe gitmedin mi sen?"

Şimdi de ben duraksadım, o kadar çabuk mu bozuluyorlardı? "Ah." diyebildim sorusunu görmezden gelerek.

İç çekmekle yetindi, sonra cesaret etmesine neredeyse küçük dilimi yutacağım bir hareketle koluma girdi. "Niyeyse şaşırmadım... Neyse, sen böyle yapıyordun hep değil mi?"

Kolumu kurtarmaya çalışsam da nafile! Kıskaçları arasına hapsetmişti bir kez.

"Angelina'cığına saklar mısın bu fiziksel temaslarını?" Cüssesini itmeye çabaladım bir yandan. Bugün nesi vardı bunun?

"O ne alaka şimdi?" Gözlerini devirdi. Fiziksel özgürlüğümü ilan etme çabamı pek de umursamışa benzemiyordu. 

"Çok alaka."

"Sen beni mi kıskanıyorsun?"

Suratına bön bön bakmakla yetindim. Daha çok saçmalayabileceğine inanmıyordum.

"Beni kıskanıyorsun, gerçekten!"

"Seni kıskanacağım gün çıkmaz ayın son çarşambası olur anca, saçmalama istersen. Komik duruma düşüyorsun." İtirazlarım pembe hayal dünyasının yakınından bile geçemiyordu. Kendini suratındaki o aptal gülümsemeyle nasıl da kandırmıştı ama...

Hafifçe birbirine kenetli kollarımızı sıktı, "Hadi hadi, gel bir ıvır zıvırcıya gidelim de hediye için fikir gelsin aklına."

Her ne kadar lafa limon sıkıyor olsa da bir yandan haklıydı, en azından aklımda bir fikir olmalıydı. Ivır zıvır dükkanlarından daha iyi fikir getirecek yer de yoktu.

Fred'in yönlendirmesiyle hediyelik eşya tarzı ürünler sattığını iddia ettiği, kocaman bir Noel süslemesini andıran dükkana girerken Remus amcamın cezası sayesinde ne kadar yakınlaşmış olduğumuzu fark etmekten kendimi alamadım. Kol kolaydık. Ben bunu sadece değer verdiğim insanlarla yapardım. 

İstesem şu an milyon parçaya ayrılmıştı, tekmelerdim, ısırırdım yine de kurtulurdum ama alttan alıyordum. Merlin, Fred Weasley'yi alttan alıyordum! Tanıştığımdan beri nefret ettiğim,her gördüğümde sinirden kontrolden çıktığım, hayatımı dört senedir zehir eden Fred Weasley'ydi bu. Neredeyse her karşılaşmamızın lanet fırlatarak sonuçlandığı kişi...

Ben gerçekten iyi miydim? Şu bahçe cücelerinin ısırığı yüzünden zehirlenmiş olamazdım herhalde, değil mi? Gerçi o kazadan önce de Weasley'yi tolere etmişliğim vardı, hem de birçok kez.

Harry, Pansy, Sylvan, Tonks ve Andromeda halamın şüphelenmeye hakkı vardı sanki. 

Bir an için empati kurmaya çalıştım, Sylvan aniden hiç ama hiç yan yana gelemeyeceği birisiyle sık sık gözükmeye, o kişiye insan mertebesinde davranmaya ve o kişiyi oldukça alttan almaya başlasa ne düşünürdüm? İlk düşüncem her ne kadar Sylvan'ın sonunda kafayı kırmış olduğu olsa da ikinci düşüncem aralarında bir şey gerçekleştiği olurdu herhalde.

Aylar sonra, hatta kimisi için yıllar sonra haklılıklarını kabul ederken buz kestim. İstemsizce kafam doksan derece döndü ve başımdan adeta kaynar sula döküldü. Bir an hipotermi geçirip geçirmediğimi sorguladım, hipoterminin üçüncü evresinde de aniden sıcak basar ya, belki de sadece hipotermi geçiriyordum ve bunların hepsi de gördüğüm bir sanrıdan ibaretti. Büyücüler hipotermi geçirir miydi? 

"---Black cidden beni endişelendirmeye başlıyorsun." Boştaki elinin yüzümün önünde sallanmasıyla refleks olarak gözlerimi kırpıştırdım. "Aramıza dönmene sevindim. Lütfen annemden ilk defa böyle bir izin alabilmişken ölme, sonra o da beni öldürür."

Ağzımdan kaçan aptalca bir "He?" ile yüzüne alık alık baktım. Bugün kafam uçuyordu.

"İki dakikadır bana bakıyorsun."

"Öyle mi?"

Eliyle yüzünü işaret etti, "Harika, biliyorum ama bu hareketler senlik değil."

Her zamanki gibi sorunumu görmezden gelmeyi seçtim ve sözlerini duymazdan gelerek sıralı, orta boy raflara ilerledim. Her birinin üstünde bir o kadar gereksiz, parlak renkli saçma sapan eşyalar vardı. Eminim sekiz yaşlarındaki çocuklar için vazgeçilmez bir dükkandı burası, sadece renklerin cafcaflılığı bile ilgilerini çekmeye yeterdi. 

Kar küresine benzeyen anımsatıcılar Harry'nin döneminden Neville Longbottom'ı hatırlatmıştı. Zavallı sarışın çocuğun ilk senesinde elinde bunlardan bir taneyle oradan oraya koşturduğunu anımsayabiliyordum, genelde hep bir şey unuttuğunu işaret eden kırmızı bir dumanla kaplanırdı küre. Draco'nun kurbanı olana dek tabii, sonra tekrar elinde gördüğümü hatırlamıyorum.

Başka bir rafta dizilmiş şarkı söylemeye büyülenmiş süs eşyalar vardı, tiz bir sesle Noel ezgilerini vızıldıyorlardı. Sirius'a bunu alsam adam Azkaban'da on iki senede delirmemesine rağmen sayemde birkaç aylık özgürlüğü içinde kafayı kırardı.

Dükkanın içinde biraz daha gezdim, kimi ürünler Muggle eşyalarının büyülenmiş hali gibiydi, kimiyse büyücü dünyasına ait olmasına rağmen oldukça gereksiz saçma sapan şeylerdi. Yine de küçük tavşan bibloları sevimliydi, üç tavşan yuvalarına giriyor, o sırada herhangi bir yazılmış not yükseliyor, çıktıklarında ise not yok oluyordu. Asla kullanmyacağım türden bir şeydi, yine de bu gereksiz eşya dükkanında beş dakika daha durursam alacak gibiydim. O yüzden hızla kızıl yoldaşıma döndüm.

"Çıkar beni buradan."

 

Beş - on dükkan gezmiş olmalıydık. Maalesef Sirius'a yakıştıracağım hiçbir şeye rastlamamıştım. Fred, ona ne alırsam alayım adamcağızın mutlu olacağını yinelese de her şeyi özelleştirme isteğim beni ve vicdanımı rahat bırakmıyordu. 

Annemler ne alıyordu acaba Sirius'a? Hayal meyal hatırladığım eski hayatıma dair anıların içinde keşke yardımcı olabilecek bir ipucu da olsaydı...

Bir kafede oturmuş, Fred'in ısrarıyla sıcak çikolata içiyorduk. Yaklaşık iki saattir bütün Diagon Yolu'nu benimle baştan aşağı arşınladığı için hayır diyememiştim. 

"Pofuduk hiç anılarından bahsetmedi mi sana?" Sıcak çikolatasının içinde yüzen marşmelovunu dudaklarının arasında yakaladı ve ağzına attı. Havanın serinliğiyle çille kaplı burnu pespembeydi aynı kulaklarının uçları gibi. "Ne bileyim eski zamanlardan illa ilgi duyduğu bir şey olması lazım. Hobisi de mi yok bu adamın fare avlamak haricinde?"

Çay kaşığımla fincanın içinde dalgın dalgın girdap oluşturuyordum, "Bilmem," dedim tembelce. "Bir ara magazinlere sarmış onu anlatmıştı. Hatta annesini sinir etmek için topluyormuş mu ne... İlk manken dergileriyle başlamış sonra arabaları sonra da motorları keşfetmiş. Böylece Muggle-" 

"Muggle ne? Niye durdun?" Aniden duraksamamla o da duraksamıştı.

"Fred..." dedim yavaşça. "Diagon Yolu'na değil Muggle Londra'sına gitmemiz lazımdı bizim asıl."

Sıcak çikolatasının geri kalanını da kafasına dikti. "Motor alacağız deme lütfen, adam evin içinde süpürgeyle mi uçacak diye dalga geçtin o kadar, koridorlarda motor mu sürecek şimdi de?"

"Tabii ki hayır!" Elimi salladım, sanki düşüncesi somut bir duman kümesiydi ve ben onu dağıtmaya uğraşıyordum. "Ivır zıvıra girer mi emin değilim ama motor bibloları olur ya hani kitapçılarda ya da böyle değişik dükkanlarda. Onlardan almalıyız! Düşünsene, ona bir umut ışığı olacak, elle tutulur!"

"Mugglelara ilgisi varsa neden illa motor? Araba da seviyormuş öyle dedin ya." diye laflarımı hatırlattı.

"Motoru varmış da ondan," derken sırıttım birkaç saattir ilk kez. "Hem de uçabilen."

"Bizim araba gibi!"

Kafamı salladım, "Şu an motor nerede bilmiyorum ama en azından motorunu anımsatacak bir şeyle avunabilir açığa çıkana dek. Mahkeme sonrası isterse Harley Davidson bile alırız."

Terk ettiği fincanın içinden kaşığını alarak geriye kalmış çikolata damlalarının üzerinde gezdirdi dilini, "Muggle dünyasıyla marka bilecek kadar içli dışlı olmanı aşamıyorum... Hem de senin!"

Göz devirdim. Sonunda ne alacağımızı bulmuşken hızlıca bu işi halledip ev alışverişine başlamalıydık, çok zaman kaybettik. Vicdanım bugün oldukça çene çalmaya başlıyordu.

 

Acele etmemiz gerektiğinin üstüne basa basa sonunda Fred'i yerinden kaldırmayı başarmıştım. Ne var ki kasaya gittiğimde henüz ayağa kalkmış olmasına rağmen beni sollayarak borcumuzu ödemişti. Ne kadar itiraz etsem de paramı kabul etmemekle beraber duymazlıktan gelmişti. Belki de akli dengesini kaybetmesine neden olmuştum sonunda, evet bu oldukça mantıklıydı. O kadar çene çalmıştım ve işkence etmiştim ki sonunda zavallı bilinçaltı çökmüş ve ruh hali yerinde olsa aklından bile geçirmeyeceği komik şeyler yaptırıyordu. Evde yaptığı o anlamsız imaların üzerine beni saatlerdir alttan alması ve sonrasında da içecek ısmarlaması başka bir sebepten olamazdı. Fred Weasley'yi sonunda delirtmiştim.

Diagon Yolu'ndan çıkar çıkmaz Muggle dünyasının kaotik gürültüsüyl çevrelenmiş bulduk kendimizi. Vızır vızır oradan buradan fırlayan arabalar ve sanki gülümsemeyi unutalı yıllar olmuş, gergin bir insan topluluğu... Burası Londra'ydı, Birleşik Krallık'ın kalbi.

Bir an iki bulunduğumuz sokağı karşılaştırmadan edemedim, gerçekten büyücü dünyası garip bir huzurla doluydu. Herkes kendi küçük dünyasında yaşasa da basit insani tepkiler vermekten kaçınmıyordu, aksine mimikleri sıkça değişiyor, gündelik ve doğal bir resim çiziyordu. Oysa sokakta omuz atarak yürüyen, bas bas ellerindeki küçük tuşlu telefonlara bağıran, yüz kasları buruşmaktan gevşemeyi unutmuş mugglelar huzur kelimesini gerçekten biliyor muydu emin değildim bile!

Merlin, hepsi Star Wars'taki robotlar gibiydi, yoksa droid miydi adları? O insan ürünü varlıklar bile daha canlı duruyordu önümdeki manzaradan. Gerçekten bu insanlara mı kin güdüyorlardı? Kendilerini akışa kaptırmış, özünden habersiz zavallıcıklar... Onlara baktığımda içimde biriken tek duygu acımaydı, hepsi aynı olmasa da çoğu aynı bu sokaktaki türevlerinden farksızdı. Belki teknolojileri ilerledikçe bu optimize hayattan kurtulurlardı, belki de bu kafesin demirlerine iyice yapışır, dış dünyayı ve kimliklerini iyice kaybederlerdi, kim bilir!

 

Londra'nın bu kesimine o kadar sık inmesem de yaşadığım yer olduğu için en azından neyin nerede olduğuna hakimdim. Fred'i kargaşanın içinde kaybolmaması için kazağının yeninden çekerek ilerledim. Sayesinde neredeyse iki kez arabalarla toslaşacaktık ama bir şekilde hayatta kalmayı becerdik. En az onun çevresine olan şaşkınlığını kaza geçirmememiz yönünde yaşıyordum. Molly nasıl bunca yıl Fred'i hayatta tutmayı başardı? Hatta genel olarak bütün çocuklarını! Fred kendine de çevresine de büyük bir riskti resmen, şimdi dükkanın plak kesimine hayranlıkla bakan kızıla bakıp bıyık altından gülerken yakaladım kendimi. İlk öncelik, Pofuduk.

 

Geldiğimiz bu dükkan aslında oldukça eskiydi, yirmi - otuz yılı her türlü vardı. Muggle müziğine olan sonu gelmeyen tutkum sayesinde keşfetmiştim burayı. Plaklar arasında kaybolur, saatlerce her birini incelerdim aynı şu an Fred'in de yapıyor olduğu gibi. Klasik bir hobi dükkanıydı aslında. Müzik, çizgi-roman, aksiyon figürü ve heykelcikler gibi şeyler içeriyordu. Daha önceki ıvır zıvırcının aksine bu zamazingolar çoğu yaş aralığı için ilgi çekiciydi.

Elemanların çoğunun yarı zamanlı çalışan lise öğrenci olmalarına rağmen dükkanın sahibi ellilerine yakın tatlı bir amcaydı. Müziğe olan ilgim sayesinde saatlerce sohbet etme şansım olmuştu. Gençliğinde ailesine inaden aile işini devralmak yerine bir müzik dükkanı açmış, zamanla teknolojinin ve müziğin gelişmesiyle işleri büyümüş bir emekçiydi. Dükkanı kiraladığında daha yeni mezun bir delikanlıymış anlattığına göre, önceki yazlarını çeşitli işlerde para kazanmaya harcamış, göz bebeği dükkanı için kimseden yardım almadan bugünlere dek gelmiş. Frank Sinatra satan basit bir kiralık dükkandan hair metal ve pop müzik alıcısının çoğunlukta olduğu, birçok içeriğe sahip bir dükkana dönüşmesi ne kadar da değişikti. Zamana ayak uydurabilmişti.

Mr. Knightley sanırım dükkanın arkasındaydı ki bibloların arasında ben istediğimi bulana dek adamcağızın sesini bile duymadım. Aklımdaki motor biblolarına benzer bir süs eşya bulmuştum. Kendi motorunu görmemiş olsam da anlattığı kadarını anımsatıyordu. Mavi, seleli bir motordu hediyesi, selesinin içinde bir demet farklı renklerden oluşan çiçek sarkarken maceraperest bir kedicik bu çiçeklerin yanına kıvrılmış, cesurca ama çekinerek burnunun ucunu çıkararak manzarayı izliyordu. Şahsen kedi detayını istesem bulamayacağımı düşünüyorum. Harika olmuştu, baktıkça bilinçaltına özgürlük, mutluluk ve tekniken babam aynanda kodlanacaktı. Böylece işim bir açıdan kolaylaşacaktı. 

Ben motoru elime alır almaz Mr. Knightley'nin sesi duyuldu, "Chasity? Gözümüz yollarda kalmıştı, nerelerdeydin?"

Motor kucağımda güvenle oturunca orta yaşlı adama döndüm, "Aslında tatilde arkadaşımın evinde kaldığım için Londra'ya gelme imkanım yoktu ama bir dostum için son dakika hediyesi almam gerekti. Arkadaşımın kardeşi de bana eşlik edeceğini söyleyince Londra'ya inebildim." Seçtiğim hediyeyi hafifçe kaldırarak belli ettim. "Siz nasılsınız? Ayrıca mutlu noeller!"

 

Adamcağızla ayaküstü kısa bir sohbet etmeye başlamıştık, yatılı okulda biliyordu beni o yüzden garipsemiyordu uzun süreli yok olmalarımı -ki gerçekten de yatılı okuldaydım, yalan değildi. Nezaketen derslerimi sormuş, ben de muggle kimliğimi ifşa etmeden okul hayatıma kısa süreli bir ayna tutmuştum. Fred beni şaşırtmadan plaklardan birini havada sallayarak bana seslenene dek gayet sakin ve samimi bir muhabbet halindeydik. Uzun zamandır yarı zamanlı çalışan öğrencilerden biri de bize katılmıştı hem. GnR'ın yaptığı ve iki yıldır içimi deşen köklü değişikliği eleştiriyorduk. Izzy Straddlin. 

"Chasity! Bak senin sevdiğin şu güllü grubun plağını buldum!" O plağı salladıkça yüreğim hopluyordu, elinden kayıp kırılacak diye kaskatı kesilmiştim. "Neydi adı-" Sallamayı keserek yüzünü çevirdi kendine ve okudu. "Guns n Roses."

Mr. Knightley bana, ben Mr. Knightley'ye çalışan kız da bir ona bir bana baktı. 

"Evet, yanımda gelen o."

Tarzına bayıldığım gotik kız (sanırım trad goth olduğunu söylemişti tarzının) endişeyle plağı gözlemeye devam ederken dükkanın sahibi güldü, "Sanki arkadaşının kardeşi demek biraz yetersiz kalıyor." İsyan edeceğimi fark eder etmez ekledi, "En azından arkadaşın olarak görüyor olmalı seni- ki 'güllü grubunu' bile tanıdı, sana göstermek için salladı o kadar."

"O beni hayattan bezdirmeye çalışıyor sadece." diye mırıldanarak bile isteye haksızlık ettim.

Mr. Knightley kendi sözlerime gittikçe inanmayışıma tekrar gülmekle yetindi. Ardından motorsikleti elimden alarak kasanın yanına koydu. Ben de daha fazla seslenmemesi için Weasley'nin yanına adımladım. Sanırım onun için bu ortam ilk defa şekerciye giren bir çocukla aynı hissi uyandırmıştı.

"Lütfen bağırma," diye hayıflandım. "Evet, Gun N Roses, o."

Huysuzlanmama rağmen yüzündeki gülümseme silinmedi. Neden hala sırıtıyordu pişmiş kelle gibi? Haydi Weasley, normale dönelim. Ben fare avlarımla kafayı yiyeceğim zaten, sen de beni lanet atma merasimi için sinirlendirirsin. Karakter dışı davranmaya başlıyoruz.

"Sen bana hediye almamış olsan da ben sana alacağım çünkü iyi ve düşünceli bir insanım."

Çocuk gibi çenesini dikleştirmesine gülmeden edemedim, "Sen mi?"

"Yeterince belli etmedim mi?"

"Lanet fırlatırken mi?" Düşünür gibi yaptım, "Yoksa biricik Pince'imle aramı bozarken mi, dağ trolü?"

"Amma inatçısın."

"Olmasam bu kadar uzun süre benimle uğraşır mıydın?"

Yanıtlamak yerine saçımı karıştırıp kasaya ilerledi. Ardından homurdana homurdana saçımı düzelttim. Neden hâlâ bu kadar samimi davranmaya çabalıyordu ki? Yine mi açığımı arıyordu? 

Gözümün önünde gerçekleşen her şeye kör kalmayı tercih etmiştim bir nevi. Sorunlarımdan kaçıyorum, diyorum ya.

Sirius'un hediyesini özenle paketletip ödemesini yaptım, en az benim kadar inatçı olan dağ trolü de plağı almış, paketlettirmişti. Hem de gözümün önünde.

"Zaten hediyeni gördüm." diye itiraz etsem de herkesin hediyesini Kovuk'ta açacağını savunmuş, çok aceleci olduğumla alakalı laübali bir nutuk çekmişti.

Annesinin elimize tutuşturduğu liste, büyü dünyasına geri dönene dek bir süreliğine biz iki aklı beş karış havada eski(?) düşmanın aklından bile geçmemişti. Kasabın önünde ejder ciğerine zam geldiği yazısını görene dek kafam çok başka yerlerdeydi, öyle ki evde bizi bekleyen curcunayı bile unutmuştum bir anlığına.

Omzunu çürütürcesine parmağımla dürtükledim, "Liste, liste." dedim.

"Ne listes- ah." Duraksadı. "AH." Hızla uzun parmakları kocaman beyaz bir örümceği andırırcasına kıyafetlerinin üzerinde, vücudunda gezindi, kendini yokladı. "Ne yaptım ben onu?"

Dehşetle suratını inceledim, kaç saattir onda diye biliyordum listeyi. Kendisi de alışverişin elzemliğini defalarca tekrarlamışken bu eylemi gerçekleştirebilmek için şu an varlığına en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi nasıl olur da hiç sorgulamazdı? 

Erkeklerin genelinde mi bir aptallık vardı yoksa bana denk gelenler mi defoluydu? Babam hariç, tabii. Hatta Ted eniştemi de eklemeliydim babamın yanına. Bir kez bile Andy halamı üzdüğünü görmemiş, işitmemiştim. Lafını ikiletmez, eşine hem saygı hem de sevgi beslerdi.

"Bugün Noel," Sesim olması gerektiğinden çok daha sakindi. "Annen bize akşam yemeğini yapabilmesi için erken saatte eve dönmemiz üzerine uyardı-" Gittikçe tonum sivriliyordu. "...ve sen annenin akşam yemeği için verdiği alışveriş listesini mi kaybettin?!"

"Şimdi öyle dediğinde tam bir piç gibi geliyorum kulağa ama-"

"Fred, dalga geçmenin sırası değil!"

Sesimdeki çaresizlikti sanırım, belki de yine yolun ortasında bağırıyoruz diyedir, yüzündeki laübali tavır eridi ve kahverengi gözleri ciddiyetle söndü,

"Bu kadar kasma kendini. Annem liste kayboldu diye bana kızacak, senin bir suçun yok. Hem merak etme, ilk sorumsuzluğum değil bu. Dönüp yeni bir liste istesek bir şey olmaz."

"Anlamadığın şey şu ki ben yalan söylemek zorunda olduğum için suçluluk duyuyorum, senin kadar rahat değilim." Ağzını açmaya yeltenince elimi kaldırarak onu susturdum. "Dinle bir beni," diye uyardım. "Kim olduğumu bilmiyorlar, ailemi bilmiyorlar, üstüne şimdi çıktığımızı zannediyorlar. Çığ gibi büyüyor bu yalanlar. Altında ezilmeye başlıyorum... Söylemeden diyeyim, görmezden gelebilsem gelirdim."

Kollarını kavuşturmuş sessizce yakarışımı dinliyordu. Konuşmadığında çok daha sevimli duruyor.

"Hallederiz." dedi sonunda. "Bak, annem seni kabul etmek istemesem de belki de benden daha çok sevdi," Bıyık altından güldü. "Sen çaktırmadığın sürece kimliğin hakkında senden şüphelenmeyecek. Büyük ihtimalle öğrenseydi bile seni suçlamazdı, Merlin, neden seni suçlasın? Hele hele ortada bir fail varken!" Omuzlarımın üstüne ellerini yerleştirdi ve hafifçe sarstı beni bu sefer de, "Kızacak olursa bile seve seve suçu üstlenirim, endişelenme."

Dudaklarımı büzdüm, yine abartmıyordum değil mi? Bence kızmam yerliydi. O ise fazlaca rahattı. 

Madem suçu üstlenecekti, haydi bakalım. Üstelemeyeceğim.

 

Hala somurtuyor olduğumu görünce elini uzattı, "Tiyatronun afişini görmüştüm etrafta deli danalar gibi koşturduğumuzda. 'Bir Noel Hikayesi' diye bir oyun vardı bugün. Öğlen civarı olmalıydı, saati geçmediyse gitmeye ne dersin?" Boştaki elini güven verircesine göğsüne koydu, "Benden."

 

Zaten sıçıp sıvamışken (ve her şey onun üstüne kalacakken) neden hayır diyeyim ki? Moralim düzelirdi hem. Ayrıca tiyatro oyunları hep hoşuma gitmiştir. Büyü dünyasında televizyonlar olmadığı için tek seyir eğlencemiz tiyatrolardı; ben küçükken aslında televizyonların büyü dünyasına adapte edilmesi için çok çaba sarf edilmişti, radyoda bahsi geçtiğini hatırlıyorum hayal meyal, fakat muggleların denk gelmesi takdirinde "Büyücülüğün Gizliliği" kanununun ihlali söz konusu olacağından vazgeçilmişti.

Belki önümüzdeki yirmi yıl içinde bu konuda bir adım atılırdı, kim bilir? Ne de olsa teknoloji ilerliyorlardı, radyodan yanlış duyduğunu düşünen bir muggle televizyonda gördüğünün sahte olduğunu da düşünebilirdi. Bakanlık korksa da değişim ve gelişim kaçınılmaz. Trenle okula gitmek bile bir zamanlar dehşet verici bir düşünce değil miydi onlar için?

 

Anlık bir tereddüte kapılsam da uzatarak yanıtladım, "Peeki. . ."

Sonra bana borcun var, derse onu Nyx'e mama ederdim ya da daha iyisi bahçedeki cücelere kurban ederdim. Bir nevi barış teklifi.

Uzattığı elini tutarak çocukça salladım, Sylvan'ı özlemiştim.

 

"Sonraki buluşmamız Muggle tiyatrosunda olur belki."

 

Boşluğuma gelmesiyle az daha Arnavut kaldırımıyla bütünleşiyordum, taşların arasına takılmış, uçuyordum ki dengemi sağladım. O da tuttuğu elimi kendine doğru çekerek yardım etmiş sayılırdı. Rahatsız edici derecede iyiliksever olmaya başlıyordu ve anlaşılan bir süre de tahmin edebildiğim sebeplerini görmezden gelecektim.

 

"Dikkat et dü-"

 

"Ne sonraki buluşması?! Şimdi de yalancıktan çıkıyor muyuz?" 

 

İsyanım kahakahalara boğulmasına sebep olurken ben ciddiydim.

"Şakasına demiştim aslında..."

 

"Ah."

 

"Tabii çok istiyorsan-"

 

"Aman aman! Yok, almayayım."

 

Elimi bağımsızlığına çekmeye yeltendiysem de izin vermedi, ben de önceki konuyu tekrar açar diye üstelemedim. Böylece içten içe beni kemiren gerginliğim ve dağ trolüyle tiyatro binasına girmiş, biletimizi almış ve şansımıza çok da kötü olmayan bir sırada yer bulup oturabilmiştik.

 

Gösteri, aynı ada sahip muggle kitabının büyücü uyarlamasıydı. Çok büyük farklılıklar olmamasıyla beraber Noel ruhunu korumayı başarmıştı. Ağzım bir karış açık, sahneye kilitlenerek hayranlıkla izlemiştim gösteriyi.

Fred'in beni tiyatroya götürmesi ağlamasın diye bakman gereken çocuğa şeker vermek ya da onu parka götürmek gibi gelmişti ilk başta, sonra onu dürtükleyerek oyunculukların ne kadar harika olduğunu söylemeye kalktığımda benim kadar olmasa da kendisini gösteriye kaptırmış olduğunu fark ettim. Biraz da olsa sıcaklık hissettim, ne kadar kabul etmek istemesem de rahatladım. Bütün gün ters bakışlarım, sözlerim ve hareketlerime boyun eğmişti. Hatta sırf bugün değil, Kovuk'a vardığımız andan itibaren ya ondan uzak durmuş ya da üstüne çok gitmiştim. 

Geçmişte yaptıklarını hâlâ unutmuş değilim ve onu sinir etmek bana tarifsiz bir haz vermeye devam ediyor, elbette. Ancak son zamanlarda davranışları yumuşamış, sözleri bile ölçülü bir hale gelmişken kaba saba olan artık bendim. Neden böyle davrandığımı biliyordum, tabii onun da. . . 

Yanında asla tamamen rahat olamayacaktım belki, aklıma nasıl saf davrandığım gelece, her hareketinde bir sebep arayacaktım; fakat bunların hiçbiri mağara ayısı gibi davranmamı meşrulaştırmayacaktı. Bir şekilde kendime çeki düzen vermeliydim çünkü kendim gibi hissettirmiyordum. Aramızda hep bir husumet vardı, hep ona karşı çirkeftim ama yaşananlar eskiden karşılıklıydı. Tek taraflı olduğunda sadece şımarık ve iğrenç bir insan müsveddesine benziyordum. 

Yine de azizeye dönüşmeyecektim canım, o kadar da değil. Fazla şımarır sonra...

 

Planlı olduğuna neredeyse emin olduğum gösteriyle en azından biraz kafamı dağıtma fikri işe yaramıştı. Kendimi akışa kaptırmış, soluksuz izlediğimiz oyunun üstüne adeta sekerek tiyatro binasından ayrılmıştım. Çenem de düşmüştü yine.

Aynı şeyleri farklı cümle yapıları içinde tekrarlayıp duruyordum habire.

 

"Oyunculukları çok etkileyici değil miydi?!" Heyecanla alt dudağımı ağzımın içine doğru çekerek ısırdım. Seyrederken de dişlerimin arasında oyuncak etmiştim adeta, uyuşmuştu. Dişlerimin izlerini dilimi değdirdiğimde hissediyor, hem de hafif bir demir tadı alıyordum. Kanamadığına emindim, o sıcaklık yoktu ama biraz daha ısırırsam kanayacağına emindim. "Sanatlarını yaşıyorlar resmen, akademiden çıkan oyuncular çok farklı diğerlerine nazaran."

"Evet, Black," diye sırıttı. "Herhalde beş ya da altıncı söyleyişin." 

 

"Ama haklıyım."

 

"Evet."

 

"Bak," derken çocukça bir sevinçle işaret parmağımı ondan yana doğrulttum. "Kabul ediyorsun. Aynı fikirdeyiz."

 

"Bugün için şaşırtıcı ancak evet. Aynı fikirdeyiz." Eliyle omzuma bastırdı. "Yavaşla biraz, düşeceksin yine. Sonra annem neler yaptın kızcağıza, diye ağzıma sıçacak."

 

Dil çıkarsam da sözünü dinledim. İzlediğim eserle sarhoş olmuş, mutluluğum yüzünden dünyaya kördüm adeta. Bir kadeh kaymak birasını kafama dikmiş gibi hissediyordum, hatırlatmak isterim ki daha önce de demiş olduğum üzere kaymak birasından bile kafa bulan bir insanım.

 

"Listeyi tekrar istemeye gitmeden annenler için Noel hediyesi almalıyız." dememle bana ikinci bir kafam çıkmış gibi baktı.

 

Elim boş gelmiştim, ayrıca Ron, ikizler ve Charlie dışında Weasleyleri bildiğimi söyleyemezdim. Geçirdiğimiz süre kısıtlı olsa da en azından artık onları tanıyordum az buçuk. Mr. Weasley'nin bastıramadığı Muggle merakı, Mrs. Weasley'nin evcimen hobilere olan düşkünlüğü, Ginny'nin Quidditch sevdası, Bill'in ekzantrik kişiliği ve Percy'nin kıçına sopa girmişçesine ciddi oluşu ve ciddiyette huzur bulmasını keşfetmiştim ve bu keşiflerimden harika hediyeler çıkacağına güveniyordum.

Sonuçta Noel'de misafirlikte bulunduğum insanlara hediye almamak yakışık almazdı, berbat olurdu. Tam bir yüzsüzlük...

 

"Nereden çıktı o şimdi?" diye sorguladı. "Bak, hâlâ liste yüzünden için rahat etmiyorsa-"

 

"Listeyle alakası yok," Kafamı iki yana salladım pekiştirircesine. "Noel'de hediye vermeyeceğim de ne yapacağım? Sakın inatlaşma, kafama koydum. Herkese hediye alacağım."

 

Bir süre anlamlandıramadığım bir bakış atsa da sonra kafasını salladı, "Peki. Abartma ama lütfen."

 

"Hediye bulmakta harikayım ben, kafanı hiç yormana gerek yok o konuda sevgili dağ trolcüğüm!"

 

" 'Sevgili' mi olduk şimdi de?"

 

Yüzündeki arsız sırıtışı silmek istercesine omzunu dövdüm, "Weasley!"

Kahkahaları ve sinirden yine pancara dönmüş yüzüm eşliğinde sokağı belki de ellinci kez turlamaya döndük. Çoğu dükkanın çalışanları bize bıkkın bakışlar atıyor ya da ismimizle sesleniyordu artık. Neyse, en azından ileride indirim için işimize yarardı belki. Ne de olsa artık okul kitapları tek harcamam olmayacaktı ağustos sonunda, bir de Quidditch eklenmişti.

Saat bir buçuğa geliyordu herkesin hediyesini almayı bitirdiğimizde. George'un hediyesini zaten almış olmam sayesinde zaman kazanmıştık, Zonko'ya Fred'le girsem hayatta üç saatin altında bir sürede çıkmazdı. Ben de katil olurdum. Hah! İki katil damgalı Black. En azından benimkisi üstüme atılan bir suç olmazdı.

 

Percy için bir tüy kalem seti almıştım, ne tür kitaplardan hoşlandığını bilmiyordum ama profesyonel gözüken bir tüy kalem her zaman kullanabileceği ve sahip olduğu veya okuduğu bir kitabı satın almaktansa çok daha güvenli bir seçenekti. En son arkasından konuşurken yakalamıştı beni, beni kara listesinden silmesine yetecek miydi bu hediye, merak ediyorum. 

Bay Weasley en kolayıydı, tekrar muggle Londra'sına inmiştik ve bir rubik küp almıştık, Fred onu uzun süre meşgul tutacağını iddia etmişti. Hem bir tehlikesi de yoktu ev eşyaları ya da baloncuk makinelerinin aksine. Molly'nin de başını ağrıtmayacak bir hediyeydi bu.

Molly demişken, ona da hoş, örgü bir panço almıştım. Rengarenk ve sıcak tutması için tılsımlıydı. Uçlarında her renkten püskül püskül pofuduk topçuklar sarkıyordu.

Charlie çok basitti, aralarında en iyi tanıdığım o olduğundan kolaylıkla Romanya'da bir türlü erişemediği, Britanya'ya özgü büyücü abur cuburlarından oluşan bir paket yaptırmıştım.

Bill için biraz şaibeli bir yer olan Knockturn Yolu'na uğramam gerekti, açıkçası değişik bir ıvır zıvır almak istediğim dışında kesin bir hediye fikrim yoktu. Fred de belalı olan her şeyi sevdiği için pek sıkıntı etmemişti. Kapüşonunu kafasına geçirtmiştim dikkat çekmemesi için. Bir Weasley orada çiğ çiğ yenirdi. Benim garantörüm soyadım ve akrablarımdı her zamanki gibi. Teşekkürler, Lucius. Teşekkürler, Barty ve teşekkürler baba.

Borgin ve Burkes'e ilk girişim değildi, dükkanın sahibi olan Elowen Burke-Flint Theo'nun Alaric amcasının eşi olduğu için daha önce Theo'yla uğramışlığımız vardı. Elowen genelde dükkanda olmazdı, arada bir çok ilgi çekici bir mal geldiğinde uğrardı anca. Babam ve Barty'nin de işinin düştüğü bir yerdi bu dükkan. Benden bekleneceği üzere bu karanlık ve ürpertici dükkanı seviyordum. Etrafı kurcalama fırsatım olmuştu çokça kez, hatta Theo'yla geldiğimizde bir kez depoya bile girmiştim. Koskocaman kimi lanetli kimi uğursuz, bazılarının üstü örtülerle kapatılmaya çalışılmış eşyalarla doluydu. Hogwarts kütüphanesinin yasaklı bölmesindeki çığlık atan, konuşan kitaplardan çok daha tuhaftı ürünler. Bazılarının sahte olduğu çok belliydi ancak bazılarının sahte olmasını dilerken buluyordunuz kendinizi. 

Şansıma Elowen vardı, koskocaman bir dolabı depoya sokuyorlardı dükkana vardığımızda. 

Elowen, var oluşundan bu yana küt saçlı, renkli gözleri yüzüne tek renk veren unsur olan, soluk benizli, ufak tefek bir kadındı. Giyim tarzı onu bir karanlık fantezi romanından çıkmış gibi gösteriyordu. Genelde insanlara suratında tezek varmış gibi bakardı, yüzünde hep bir somurtma olurdu. Theo, Sylvan ve bana karşı öyle değildi gerçi, Alaric amcaya karşı da. . . Barty'nin yakın arkadaşlarından olduğunu biliyordum, kendisi anlatmıştı. Kadının okul yıllarında ne kadar sinir bozucu olduğunu vurgularken yüzünde sözlerine zıt bir gülüş vardı, Alaric, Elowen ve Barty, Sylvan, Theo ve benim gibi kaotik bir üçlüymüş demem yetersiz kalır. İkisi hayatı pahasına ders çalışan, öbürü ise akli dengesini diğer ikilinin yanında korumaya çalışan, hırslı Slytherinlermiş.

Elowen'ın suratındaki tiksinmiş bakış beni tanımasıyla söndü, ince dudakları hafifçe kıvrıldı. Sonra Fred'i fark etti ve öncekinden daha tiksinmiş bir bakış attı. 

"Bir Weasley'yi, bir Gryffindor'u buraya getirmek akıllıca mı sence?"

Sorusuyla güldüm, "Peşimi bırakmıyor."

"Erkeklere sözünü geçirmeyi öğrenmen lazım," Burnundan nefesini verdi ve gözlerini kıstı, "Özellikle Gryffindor olanlara."

Fred, laf sokmak için can atıyordu, yanımda titrediğini hissediyordum ama Elowen'ın haksız olduğunu da düşünmüyordum. Gryffindorlar fevri ve yoğundu, patlamaya hazır bir bomba gibiydiler. Erkekler ise bunun bir altkültürüydü.

"İnan bana son zamanlarda bina ayırmaksızın hepsinin insanlarla iletişim kurma ve dinlemeyi öğrenme üzerine bir eğitimden geçmesi gerektiğini düşünüyorum." diye homurdandım aklıma yeşil gözlü bir zat-ı muhterem gelince.

"Hmm, amcasının yeğeni. Yine delirtmiş seni anlaşılan." Burnuyla güldü, hafriyatı durdurarak bizi içeri buyur etti. "Yanındaki yolculuk ortağına bakılırsa birisine hediye alacaksın. Zamazingolar?"

Onayladım, "Zamazingolar."

Dükkanın sol duvar kenarına yönlendirdi bizi, tuhaf maymunumsu su canlısının iskeletinin yanında tavana dek uzanan, geniş bir raflı dolabı işaret etti.

"Bu tarz bir şey istiyorsun o zaman." 

Gösterdiği raf gerçekten istediğim türden ıvır zıvırla doluydu. Değişik bir parıltıya sahip, kar küresine benzeyen şeyi elime aldım. "Amacı var mı yoksa süs mü?" diye sordum.

İnanması güç olsa da büyü dünyasında gördüğünüz her göz kamaştırıcı eşya kullanım için üretilmiyordu, bazı sahne dekorları, eski oyuncaklar ya da bir zamanlar gündelik eşya olan antikalar da bu tür dükkanlarda kendini buluyordu.

"Bir çeşit düşünseli," derken elimden alarak küçük küreyi avuçları arasına yerleştirdi. "Anlık düşüncelerini gösteriyor. Kendi bilinçaltına sahip çıkmayı öğrenirsen düşünseli verimiyle çalışır."

Kürenin içi puslanırken ortasında soluk bir görüntü belirdi, Elowen yine dramamızdan ya zevk alıyordu ya da kendince bana yardımcı olmaya çalışıyordu ki Theo'nun uzun, benlerle bezeli suratını gördüm. Alaric amcayla vakit geçiriyora benziyordu. Sonra açık sarı saç topluluğu görüş alanına girdi, eli omzuna değdi. Kafamı çevirip rafa tekrar göz gezdirdim.

"Madalyon tarzında bir şey yok mu?" diye sordum. "Tercihen lanetsiz. Malumunuz, tatilde lanet kıramam... Hele bugün? Hiç vaktim yok!"

Fred'in tek kaşını kaldırarak attığı tuhaf bakışları görmezden geldim, açıklamaya kalksam daha fazla vakit kaybedecektik anca.

"O zaman işlevsiz bir şey istiyorsun." Sanki negatif duygularımdan beslenmişçesine soluk yüzüne hafif bir renk gelmişti. Sesi neşeli geliyor sayılırdı. "Sen dur bir bakalım, yeni gelecekler arasında hoşuna gidebilecek türde bir madalyon vardı."

Kısa ancak hızlı adımlarla gözden kayboldu.

 

"Bu kim tam olarak ve Nott'la alakası ne?"

 

Ah, harika. Küredekini fark etmişti. Ne güzel...

Kaçmaya çalışmam için pek bir sebep yoktu aslında. Yasaklı bir bilgi değildi, kimsenin özeli de sayılmazdı. "Amcasının eşi."

 

"Aranız iyi mi yoksa kötü mü anlayamadım bile. İğneliyor mu yardımcı mı oluyor hiç belli değil!" Elowen'ın görünürde olup olmadığını kontrol etti. Hafriyatla ilgilenmek için durmuş olsa gerek görünürde yoktu. "İlla buradan mı almamız lazım hediyeni? Daha düzgün bir yer-"

 

"Elowen zararsızdır, ona güveniyorum Fred. Theo'yla aramızın limoni olması hiçbir şeyi etkilemiyor," Onu mu kendimi mi temin ediyordum emin olamadım bir an için. Limoni... Biraz eksik bir anlam sanki? "Bize elinden geldiğince yardım ediyor. Normalde müşterilerle münakaşaya girmez bile, dükkan çalışanlarını yönlendirir. Korkmana gerek yok."

 

"Korkmak mı? Korktuğumu mu sanıyorsun?"

 

"Titriyorsun, kıpırdanıyorsun durmadan. Gözün üstümden ayrılmıyor, adeta bakışlarımı yakalamaya çalışıyorsun. Bana kalırsa tedirginsin."

 

Ofladı. "Ben kapının önünde bekleyeyim mi en iyisi? Hemen halledip-"

 

Benim engellememe gerek kalmadan Elowen tekrar belirmişti. "Seni çiğ çiğ yerler Weasley." Gülümsemesinden bir an için söylediklerini hayal ettiğini ve bundan sadist bir zevk aldığını aklımdan geçirmeden edemedim. Büyük ihtimalle haklıydım da. "Uslu uslu dur ve küçük Regulus'un sözünü dinle."

 

"Chasity, gerçekten bizi buralara soktuğuna inanamıyorum." Homurdanmalar eşliğinde dükkanı incelemeye koyularak bizi biraz da olsa rahat bırakma inceliğini gösterdi.

 

"Theodore'un dediği kadar varmış"

 

Fred hakkında mı konuşuyordu bir de? Gerçekten oturup dedikodumuzu mu yapmıştı? Gözümün önünde istemsizce Elowen, Alaric ve Theo'nun abartılı tavırlarla tekli koltuklara kurulmuş, çaylarını yudumlarken çizgifilmlerdeki kötü karakterler gibi uzaktan bir şehri izleyerek bizi çekiştirmesi gibi saçma ve komik bir görüntü oluştu. 

İsmiyle bile tetiklenmiş olmasam gülerdim belki bu hayale.

 

"Şikayet etti demek?"

 

Suratını buruşturdu, "Tam öyle demezdim, şikayet etmektense aynı şeyleri tekrar ede ede başımın etini yemek derdim." Kollarını kavuşturdu. "Dedikleri de mantıklı değil, bölük pörçük cümlelerle bir şeyler söylemekten ziyade boş boş konuşarak içini rahatlatıyor."

 

"Uyuyor mu bari?" Yine dayanamayıp sormuştum.

 

"İksir hazırlıyorum, babası gibi bağışıklığı olduğundan belli bir sınırı geçmiyor tabii-"

 

"Altı saat."

 

"Altı saat, evet." Sessizce bakışmamızın ardından eline oyuncak ettiği küreyi uzattı, "Hediyem olsun. Kullanışlı olacağına şüphem yok."

Küreyi elime aldığımda zihnimehakim olmam gerekmişti. Aniden zihnimi işgal edecek fikirlerle kendimi riske atmak istemeyince eşyayı cepledim. Bu kadar aksiyon yeterliydi.

 

"Umarım aranızda ne olduysa daha öncekiler gibi hızla düzelir, depresif bir ergenden kaçmak için daha sık dükkana gelirsem şu maymunumsu şeyin yanında benim iskeletim de sunulacak."

 

Hediyeyi alır almaz Fred kapüşonunu geçirmiş, adeta kapıya fırlamıştı. Geriye kalanları da tamamlamamızla kaçınılmaz liste olayına dönmüştük tekrar. 

Eve dönüp her şeyi halletmesini bekledim ama öyle bir şey yaşanmadı. Ben sesimi çıkarmadığım müddetçe o da çıkarmadı.

Her bir taşını neredeyse ezberlediğim kaldırımda yine adımlıyorduk. Bu kadar yürüyüşe dar gelmeye başlayan pantolonuma kolaylıkla girebilecek kadar kilo vermiş olmalıydım, bir zahmet.

Flourish and Blotts'un önüne gelmiştik ki dayanamayarak sordum, "Ne zaman yeni liste almak için dönüyoruz?" Sokakta bulunan büyük saate gözüm kaydı, "Saat... İKİ OLMUŞ!"

Benim aksime dudakları ince bir çizgi halini almış, dili titrekçe üzerinde geziniyordu. Gözleri yüzümü ararken sakince sözlerimin bitimini bekledi. Yine yüzünde mahcup bir ifade vardı, daha önce de görmüştüm bunu. Bir şey sakladığında donuklaşan suratı süt dökmüş kediye dönüyordu. Sivri dilini yutuyor, suskun suskun dikiliyordu. 

 

"Fred?" Ne sakladığını sormaya çekiniyordum. Sakladığı bir şey olduğu aşikardı ama sormak istemiyordum. Bir şey söylemiyor olduğunu kabul etmek istemiyordum yine. Mağara ayısı gibi davranmama kızarken aslında haksız mıydım? Cidden çirkefliğimi hak ediyor muydu, yoksa?

 

"Eh şey. . ." Uzun parmaklarını ceketinin cebine daldırdı, dörde katlanmış bir kağıt parçasını uzatıyordu. "Liste."

 

Bir elindeki başından beri yanımızda olan listeye, bir de ona baktım. "Sadist misin?" diye sordum. "Benim kıvrım kıvrım kıvranmamdan haz mı oluyorsun? Psikopat mısın?"

 

"Ben listeyi saklamasam benimle bugünü geçirir miydin? Tiyatroya gider miydik?" Sessiz kalmamla sevimsiz bir gülümseme yüzüne yayıldı. Dudakları gerildi. "Ben de öyle düşünmüştüm."

 

 

***

 

 

'Babamın gözleri yaşarırdı.'

Molly'ye Noel yemeğini hazırlamada yardım ederken aklımdan geçen buydu.

Evde Kreacher olmadığında kendime yumurta kırmaya üşendiğimden ekmek arası yapan bir insanım ben. Şu an ise Molly'ye hindiyi doldurmada yardım ediyordum. Vay be...

 

 

"Gözlerime inanamıyorum," demişti Charlie, su içmek için girdiği mutfakta gerçekleşen manzarayla. "Tonks bunu görmeden ölemez!"

Accio ile getirdiği kamerasıyla benim yemek yapışımı görüntülemiş, hemen bir mektup yazması gerektiğini söylerek tüy kalem - parşömen aramaya koşmuştu. Dora'ya yetiştirecekti.

Eminim o da kıçıyla gülüp Andy halama ve Ted enişteme gösterecekti. Bu sayede bir şekilde babama, Barty'ye ve Kreacher'a da ulaşırdı haber.

Babama ulaşmasa mıydı? Ya ev işlerine yardım etmemi söylerse? Daha kötüsü, ya yemek yapmayı öğretmek için Kreacher'ı görevlendirirse!

Molly'nin işe yaramaz olduğumu düşünmesini istemedim yine de, o yüzden Charlie'nin sözleriyle kızarıp bozarmış, bir şeyler kem küm ederek kendimi toparlamaya çalışmıştım.

O ise, "Olsun canım, yardımcınız varmış sonuçta evde, normal. Hem önemli olan şu an iş yapmak istiyor olman değil mi? İş yapabilmektense yardımcı olmayı istemek çok daha kıymetli, bence." diyerek bana bir gülümseme yollamıştı.

O sırada kafasını mutfaktan içeri uzatan George, "Sandviçe güncelleme geliyor desene." dedi ve benden kafasına el bezi yedi.

 

Arkadaş grubumuzda genelde her şeyin orta kararı olandım. Ne berbattım ne de çok iyi. Yumurta kırarım, pastırma pişirebilirim. Barty'nin yaptığı makarnanın tarifi hafızamdaydı ve hazır çorba da yapabilirim. Asla Theo'nun yaptığı yemeklere su dökemem yine de. Onun gibi pasta da yapamam. Hatta direkt pasta yapamam. Sylvan kadar beter değilim ama . . . O, havuç keserken bile akla karayı seçiyor. Benim sandviçlerimde sos var, malzeme var en azından, onunkinde sadece PEYNİR ve JAMBON var. Çok acıkırsa peçeteyi bile yiyebileceğinden korkuyoruz... 

Nyx, mutfağa girip ayaklarıma sürünürken ben de yemeğe katkıda bulunmaya devam ettim. Ginny de katıldı bir ara bize. Evcimen aktivitelerden nefret etse de annesinin çok yorulmasını istemiyordu, 'eşek abilerinden de pek yardım gelmeyeceğini bildiğini', söylemişti.

Gerçi Bill yardım etmek için uğradı. Hakkını yiyemem. 

 

Molly resmen yoktan var etmişti, sınırlı malzemelerle ne kadar meze çıkardığımıza şok olmuştum. Sanırım gerçek yetenek buydu, elindekilerden en iyi şekilde faydalanmak. Ayrıca evde mayonez yapmayı da öğrendim bugün mutfaktaki saatlerim sayesinde; yumurta, limon ve tuz gerekiyordu sadece. Mayonezin içinde yumurta olduğunu bile bilmiyordum!

 

"Hayatım aydınlandı resmen," diye şakıdım sofraya oturduğumuzda. "Mayonezde yumurta varmış, hiç bilmiyordum bile. Molly, bugün öğrettiklerin ve beceriksizliğime rağmen sabrın için teşekkür ederim."

 

Servis yapan kızıl, toplu kadın gülümsedi. Tombul yanakları al al olmuştu, "Ah, tatlım benim! Sen ne kadar şirinsin öyle. Neden Chasity'yi daha önce getirmediniz eve? Asıl ben teşekkür ederim yardımların için, kuzucuğum!"

Tabağımı uzattığında ben de ona gülümsedim.

 

"Eskiden Gred'le çok da iyi anlaşamıyordu da ondan, anne." diye yetişti George.

 

"O eskidendi, Feorge." Sanırım masanın altından ikizinin ayağını ezmişti ki George sıçradı.

 

Charlie haykırdı, "Çok da iyi anlaşamıyordu ne kadar eksik bir söylem!" İkimizi de işaret etti iki elinin işaret parmaklarıyla. "Aha bu ikisi var ya anne, resmen kan davaları var gibiydi ilk günden. Ben tanıştırayım dedim, belki arkadaş olurlar da kardeşlerim de Chas'i gördükçe uslanır diye, kızın devresini bozdular!"

 

"Lütfen beni katmayın, Chas'le ilk senemden beri arkadaşım ben." 

 

Fred muhalefet olmakta gecikmemişti yine, "Hadi be oradan, ilk sen de anlaşamıyordun Filch zamanlarında." Hışımla hindisini kesmeye koyuldu.

 

Resmen üstümden tartışma yaşanıyordu. Normal bir zamanda olsa aptal aptal gülerdim duruma ama Noel sofrasında bütün konuşma benim adımayken tuhaf hissetmemem elde değildi.

 

"Sen sinir oluyordun, ben de seni yalnız bırakamıyordum sadece, eşek herif. Sonra zaten sana dedim arkadaş olacağım diye. Sen de 'n'aparsan yap' dedin."

 

İkizler ve Charlie kendi aralarında bir tartışmaya girişirken masanın öbür ucunda biz de sohbete koyulduk. Mr. Weasley işte başına gelen ilginç olayı anlatırken Ginny de yazın gerçekleşecek Quidditch Dünya Kupası'ndan bahsediyordu bana. Quidditch seven bir kızın daha bu çatı altında bulunmasına ne kadar sevindiğini ekleyip duruyordu.

Sıcak ve kalabalık bir sofraydı Noel yemeğimiz. Emeğimin geçtiği yemek daha bir tatlı gelmişti. Her zaman yapacak değildim, o kadar iddialı değilim ama mutfakta bir şeyler yaratabildiğimi keşfetmek iyi gelmişti. Kendimi mümkünse daha işe yarar hissetmiştim.

Yemekten sonra oturup hediyeleşmiştik. Kreacher'a babamlar ve arkadaşlarım için olan hediyeleri eve döndüğümüzde vermiştim. Benim için hepsine ulaştırmıştı. Ayrıca babam Kreacher aracılığıyla hediyelerimin evde beni bekliyor olduğunu söylemişti. Tatilin son iki günü evde olacaktım ne de olsa.

Mr. Weasley şaşkınlık nidaları eşliğinde rubik kübü kaldırdı, "Muggleların esrarengiz küplerinden! Merlin, Chasity nasıl buldun bunlardan?"

"Aslında Fred'le Muggle Londra'sına gitme-" Fred'in ayağıyla bacağıma vurmasıyla öksürdüm.

Fred oturduğu yerden otuz iki diş sırıttı, "Hallettik işte babacım ya." 

George da aynı Fred gibi beni dürtükleyerek uyarınca dikkatimi başka bir Weasley'ye çevirdim dikkat çekmemek için, ne de olsa onlardan çok vardı.

Şaşırtıcı bir şekilde Percy'nin gülümsediğine şahit olduk, belki de listeden adımı çıkarmıştır. 

"En iyi hediye benim bu arada!" Charlie çikolata kurbağalarına gömülmüş, likörünü de aperatif olarak tüketiyordu. "Romanya'da bunlardan asla bulamazsın. Farklı abur cuburları var, güzeller, tamam ama bir Britanya abur cuburu etmiyorlar."

Bill, annesinin isteği üzerine kahve sehpasının üzerinde duran radyoyu açmış, büyücülere özel kanalımızla bizi buluşturmuştu. Celestina Warbeck, Noel için özel yayın yapıyordu sanırım ya da o tarz bir şey. Kabalık uğultudan radyoyu pek duyamıyordum. Daha çok arkada hoş bir ses olmuştu.

"Ah, Celestina Warbeck'i ne çok severim!" Molly kocaman bir gülümseme eşliğinde ellerini kalbine götürmüş, gözlerini yummuştu. Yetişkinlerin hepsi çakırkeyfti şu an. Biz de meyve suyu içiyorduk.

Mr. Weasley ayağa kalkıp Molly'nin önüne adımladı, elini uzattı ve eşini dansa kaldırdı.

Kakari kikiri, biraz da yalpalayarak müziğin ritmiyle sallanmaya başlamaları Bill'in de kız kardeşini dansa kaldırmasıyla küçük bir akım yaratmıştı. George, eve ve kalabalığa yavaş yavaş alışmaya başlamış kedimi yine yakalamayı başarmış, göğsüne yatırarak dans edermiş gibi yapıyordu.

"Böylece kızım ilk dansına kalktı." diye alay ettim durumla.

"Tabii, başka kiminle dans edeceğim." Muzipçe göz kırptı.

Charlie, kafasını ritme göre hareket ettirirken herkesten daha sarhoş gözüküyordu. Ancak likördense bir şekilde çikolatadan sarhoş olmuş gibiydi. Kurbağa çikolatalar sarhoş edebiliyorsa bunu Charlie ile keşfetmiştik.

İçi boş çikolata kutularından birini ayakucumda oturan kızıl dağ trolünün kafasına fırlatırken sarhoşluğun etkisiyle kelimeleri yayılsa da eğimi hâlâ harikaydı açıkçası.

"Lan eşek, kızı kaldırsana dansa. Bunu da mı biz öğreteceğiz?"

Fred'le bir an bakıştık. Noel telaşından kimse bizi daha önceki konuda sorguya çekmeyi akıl edememişti geç kaldığımız için. Paçayı kurtardık diyordum ama şu an bu sözler üzerine bütün düşüncelerimi geri alıyorum.

Aslında kimse bizi umursuyora benzemiyordu Charlie haricinde, onun da sarhoşluğundandı tavrı. Percy hediyeleştikten sonra odasına kaçmıştı, Bill ve Ginny yanlarında anne ve babalarıyla dans etmeye devam ediyor, George da onları kedimle taklit ediyor, Ginny'yi güldürüyordu bir yandan.

Belki Charlie sızar da unutur dedim bir an göz kapakları düşer gibi olunca ama ikinci kutunun isabetiyle umutlarımın meyve vermeyeceğine emin olmuştum.

Fred de babasını taklit etti, "Hadi bakalım, Miss. Black de dans etsin madem."

"Lütfettin." derken alaycı bir tavırla güldüm.

"Ta odanın öteki ucundan(!) geldim, lütfen."

"Hmhm."

Çoğu salon dansını biliyordum ama basitçe ellerini belime koydu, ben de onun omuzlarına. Sallandık sadece, aynı sonbaharda ağaçlarının dallarını ilk ve son kez terk eden, ölmeye ve kurumaya yüz tutmuş yapraklar gibi. Gerçi o bunu yaparken bile canlı gözüküyordu, bense toprağa karışmaktan bir gün gerideydim sadece.

"Tuhaf."

Diğer Weasleyleri izlemeyi keserek ona döndüm, "Dans ediyor oluşumuz mu? Bence de-"

"Yok, o değil." Kafasını hafifçe yana yatırdı, "Kavga etmiyoruz."

"Diagon Yolu sonrası hâlâ azara aç olduğunu bilsem-" Gülmesiyle kendi lafımı kestim, "Bak, gülüyor bir de! Az bile kızmışım."

"Azarla kavga aynı değil ki. Eskiden ben sana böcek kustururdum sen de saçlarımı yılan yapardın falan, yoğun duygularla işlenmiş bir düşmanlığımız vardı. Harbi kavga ediyorduk, ha."

Duraksadım, "Yani, evet. . . de ne alaka şimdi?"

"Hiiç," Hafifçe omuz silkti. "Yol kat etmişiz ve Lupin yine haklıymış o kadar."

"O hep haklı." Omzunun üzerinden Charlie'ye kaçamak bir bakış attım, suları test ediyordum. "Sızmış."

"Sızar, bünyesi hiçbir zaman yatkın değildi zaten."

"Diyene bak, senin sanki çok yatkın." Güldüm. "Kaç kez içtin, Merlin aşkına!"

Sorumu duymazdan geldi, "Sen kaymak birasıyla bile sarhoş olmuyor muydun? Bana laf edene bak."

"Asla alkole dayanıklıyım demedim."

"Diyemezsin ki zaten."

"Aksini iddia etmedim.

Gözlerimizi senkronize bir şekilde kısmış, eskiden olduğu gibi düşmanca birbirimize bakıyorduk ki karakterinden çıkarak güldü. "Suratın kızınca çok komik oluyor, ciddiye alamıyorum asla."

"Peki, dağ trolü."

"Peki, garkenez."

 

Konuşmamız o kadar boş ve saçma sapandı ki nasıl sıkılmadığımı sorgularken buldum kendimi. Gariptir ki ne odama kapanıp kitap okumak, ne de yanından uzaklaşmak istiyordum. Eğleniyordum. 

Weasleylerin yanında bulunduğum süre, uzun olmasa da bana uzak olan, aidiyet vermeyen ama sıcak hissettiren bir yuva hissiyatı uyandırmıştı. Babamlarla geçirdiğim her Noel belli senaryolar içerirdi, Kreacher'ın hazırladığı yemeği yerdik, hediyeleşir, oturur televizyon izlerdik. Bazen beraber kutu oyunu oynardık, genelde muhabbet ederdik. Anlatacak garip hikayeleri hiç tükenmezdi onların. Gürültü de olmazdı bizde, ben de çok sevmezdim gürültüyü zaten. 

Niyeyse şu an gürültüden rahatsız olmuyordum. 

Bir çift yeşil gözü bulmak için odayı aramıyordum da... Arkadaş edindiğim bu güzel insanlar ve dağ trolüyle kaliteli vakit geçiriyordum. Şaşırtıcı değil miydi?

 

 

 

 

 

 

Chapter Text

 

 

Morpheus'un elleriyle ördüğü rüyalar alemimden sıyrılırken günün ilk olmadığına neredeyse emin olduğum ışıkları yüzümü okşuyordu. Tek kız olan Weasley çocuğu, evin sonradan eklenmiş gibi duran nice odalarından birine sahipti ve bu küçük oda belki de en iyi ışık alan oda olabilirdi.

 

 Kırsal ortamla birleşen aydınlık oda sayesinde babamın gözlerini yaşartacak kadar erken uyanmama yol açıyordu, yani saat sekiz. Normalde dokuzda uyanırdım, daha erkeni doğama aykırıydı. Alışık olduğum miskin hayat tarzını suçluyorum, hem babam da kısmi erken emekli yaşamında olabildiğince uyumayı seviyordu. Uyanmama sebep olabilecek tek unsur, gecenin köründe elinde asa ışığıyla Florence Nightingale gibi gezen Barty'ydi. Sağlıksız, asla beşi aşmayan saat aralığındaki uyku süresinin haricinde kalan bu karanlık saatlerde uyanacağımızı düşünerek ev ışıklarını açmamasına rağmen Lumos'unun ışığı veya takır tukur ayak sesleriyle illa uyanıyorduk. Ben aslında şanslıydım, kapım aralık olmadığı müddetçe saydıklarım beni uyandırmaya yetmezdi, hatta yanıbaşıma kurbağa korosu getirseniz yine uyanmam. Fakat babama geçmişinin hediyesi olan hafif bir uyku bahşedilmişti. Çalışırken masa başında uyuyakalmış olsa veya yazlıkta koltukta kestiriyor olsa bile (ki genelde bunu yapan Barty olurdu) herhangi bir minimal hareketimizde ayaklanırdı, gözleri faltaşı gibi açılırdı.

Uyku mahmuru yüzümü buruşturdum ağlamaya başlayacak küçük çocuklar gibi, babamı özlemiştim. Eve gidip battaniye altında ona sarılarak uyumak istiyordum. Televizyonun ışığı göz kapaklarıma yansırdı, sesi de çok açık olurdu ama ben babamın koynuna başımı yasladım mı bütün kaos benim için bir ninniye döner, onun imzası haline gelmiş, pahalı parfüm kokusuyla tatlı ve hafif bir uykuya dalardım. Uyku ve uyanıklık arasında . . .

Sabah olduğundan olsa gerek üzerimdeki battaniyeyi kaldırır kaldırmaz üşümüştüm. Ağzımı siper ettiğim kolumun içine esnedim ve kendimi hızla battaniyeye geri sardım. Boştaki elimle gözlerimi ovalarken çoktan giyinmiş olan Ginny'yi fark ettim.

"Günaydın," diye mırıldandım yeni uyanmış olmamın verdiği boğuk sesimle. "Saat kaç?"

Kızıl, omuzlarını geçen senenin aksine aşmaya başlamış saçlarını bir tokayla topluyordu, "Günaydın, sekiz buçuk olması lazım." Kafasıyla oturduğum yatağı işaret etti, son kez lastikten geçiriyordu saçını, "Kalkıyor musun? Kahvaltı hazır sayılır."

Etrafımı saran kalın battaniyenin arasından kafamı salladım, "Serin geldi de. . ."

Sanırım kırsal havaya normalde alışık olmadığımı hatırlamış olsa gerek kaşları havalandı ve kapı koluna uzandı, "Ah, doğru. Bir saniye- ANNE SICAKLIK İÇİN TILSIM YAPMADIN MI HALA?"

Altı erkek kardeşle büyümenin getirisiydi sanırım.

Aşağıdan yankı misali bir ses yanıtladı, "Söyle abin halletsin!"

Reşit olamamanın siniriyle iç çekti, göz devirdiğine yemin edebilirim. Yarım bir nefes alarak yine ciğerlerini doldurdu, bu sefer yukarı uzattı kafasını, "ABİ TILSIM YAPSANA!"

Patır patır ayak sesleri. Düşeceğini sandım bir an...

Bill'in günaydın demesini duydum, ardından ısınmamız için bir tılsım yaptı ve geldiği gibi aynı şekilde düşercesine en alt kata dek devam etti.

"Sağ ol," Yavaşça gerindim ve battaniyeden sıyrıldım. Kıyafetlerime uzandım. "Sabah sabah asla sesimi yükseltecek enerji bulamazdım, sen nasıl başarıyorsun?" 

Biraz sitem ederek geçirdim kazağımı üstüme.

"Altı erkek kardeşle büyümeyi dene, ister istemez gelişiyor bu özellik." Göz kırptı. 

"Tek çocuk olmanın tek özelliği mıyıl mıyıl olmak sanırım."

"Of, ne rahattır . . ."

Sırıttım, "Bir açıdan öyle."

Çoğu açıdan öyleydi ama bunu ona söyleyerek kalbini kırmayacaktım. Çok tatlı kalabalık bir ailelerdi, evet ama bu kesinlikle normal standartlarda tercih edeceğim bir ortam değildi. Küçük, kaotik çekirdek ailem benim komfor alanımdı. Her zaman kalabalıkta olmak beni tüketirdi. Ben sosyal bataryası kolay biten bir insandım ve altı sosyal kardeş sonum olurdu. Harry vardı, aynı evde değildik daha ve o bile yetip artıyordu. Ben evin tek çocuğu olarak şimdilik çok mutluydum, bütün ilgi bendeydi, gürültü yapıp kavga edecek kimse yok, ne babam ne de Barty sosyal insanlar, böylece sürekli bir konuşma veya hareket halinde olmak zorunda olmuyoruz. Biz sessizce oturup uslu uslu televizyon izleyebilen, topluca kitap okuyabilen, radyo dinleyebilen veya sadece ateşi seyredebilen bir aileydik. Kreacher hele en sakinimizdi! Weasley evinin aksine gürültüdense sakin bir sessizlik hakimdi bizim evde. Boş bir ev gibi hissettirmiyordu bu sessizlik. Aksine sanki bütün parçalar yerine oturmuş gibiydi. Aileyi, sıcakkanlılıklarını ve bu kadar dostça oluşlarını çok sevmiş olsam da tatilin son demlerinde evime döner dönmez huzur bulacağıma hiç şüphem yoktu.

 

Kahvaltı da aynı sabahın başlangıcı gibi gürültülü, kalabalık ve olaylıydı. Düşüncelerimin sesini duyamıyordum bile. Hem sevmiş hem de biraz sinir olmuştum. Daha çok sevmiştim, evet. Beynimi uyutmak ve kısa süreliğine de olsa susturmak zihnimi ve vicdanımı dinlendiriyordu. Şurada ne kadar kalmıştı ki okula dönmemize? Maraton aynı hızla devam edecekti zaten, en azından şu kısıtlı sürede tembellik etmeye hakkım vardı. 

Yemek faslının ardından usulca oturma odasına dönmüş, kucağımda Nyx'le koltuklardan birine kurulmuştum. Siyah kediciğim huzurlu mırıltılar içinde kucağıma kıvrılmış kestirirken ona imrenmeden edemedim, hayat ona güzeldi. Ne ders, ne ilişki, ne de aile sıkıntıları vardı. İlgi orospusu olduğu için gözüne hoş gelen kim varsa sırnaşıyordu, Theo'yla aramın limoni olmasına rağmen kucağından inmiyordu mesela, George'u belki iki-üç kez görmüştü ancak bu tatil boyu çocuğun kıçının dibinden ayrılmıyordu. Böyle rahat olmak isterim.

Elim sağ bileğime sarılı bilekliğime uzandı istemsizce. Küçük, gümüş halkalarını parmağımla okşarken üstüne işlemeli ametist taşlarını seyre daldım. Sylvan'ın hediyesiydi. Ertesi sabah Kreacher aracılığıyla yollamıştı, aynı şekilde Theo'nun hediyesi de elime ulaşmıştı. Diğer arkadaşlarımın hediyeleri evde olduğumu sandıkları için salonumuzun bir kenarına yığılı halde gelmemi ve onları açmamı bekliyordu. Her şeyimi bildiği gibi takı zevkimi de bildiği için seveceğim bir hediye seçmesi çok zor olmamıştı herhalde Sylvan'ın. Hediyeyi elime alır almaz hevesle açmış, sonra bileğime geçirmiştim Ginny'nin yardımıyla. Klipslerle pek iyi değildim.

Theo'nun hediyesi hala paketindeydi. Elime alır almaz sanki lanetli bir objeye dokunmuş gibi irkilmiştim. Ne zaman açmaya cesaret edeceğimi bilmeyerek sandığımın dibine fırlatmış, varlığını unutmak istermişçesine bir hışımla sandığımı kilitlemiştim. Hâlâ oradaydı. Ne olduğunu merak edip etmediğime pek emin değildim. Aklımdaki varlığı ne olduğu veya bana hediye edilmiş olduğundansa lanetli varlığı hakkındaydı. Sandığımda ben açana dek var olacaktı. Bekliyordu. Yok olmayacaktı çünkü çoktan bana hediye edilmişti. Çöpe de atsam, denize de fırlatsam o varlığını sürdürecekti. Şimdi tekrar düşününce bile ürperdim.

Günlerdir aklımın en ücra köşesinde bile bulunmayan kuzgunu andıran bakışları beni herkesin, her şeyin ötesinden izliyordu sanki. Her hareketimi içiyor, kendi varlığıyla bütün ediyordu. Gitmiyordu. Oysa Fred'le yaşanan o saçma salak olaylar öncesi dipdibeyken gözlerini hissetmiyordum. Sanki bir tür kriptonitti. Yine de Fred'e çok yaklaşmaya da cesaret edemiyordum. Hiçbir şeye cesaret edemiyordum ki, zaten! Aciz ve zavallıydı halim, gururuma yediremiyordum. Korktuğum neydi tam olarak? Yarım kalmak? Yalnızlık? Sıçıp sıvamış olduğumu kabul etmek?

"Çok derin düşündüren ne seni?" Ayağım dürtüldü. "Nen var?"

Nyx yine kucağımdan hoplayarak kaçmış, kuyruğunu kıvıra kıvıra George'a ilerliyordu.

"Hiiç, dalmışım öyle." 

Sandığı hepten atmak da kurtarmazdı. Yine var olacaktı.

"Kahvaltıda da çok yemedin."

Sadece kurtulduğum sandık olacaktı.

"Dün akşam yediklerim çok geldi herhalde, iştahım yoktu. Öğlen yerim."

Kurtulduğum sandığın içinden çıkacak bir ne idüğü belirsiz hediye.

"Yemin ederim Rosier'a şikayet edeceğim seni böyle devam edersen."

"Merak etme," diye mırıldandım. "O benim ağzıma her türlü sıçacak." Haklı olarak.

Omuzlarımı çevreleyen bir çift kolla kafamı çevirdim, ayak seslerini de duymamıştım.

"N'olmuş benim garkenezime?"

"Nerden senin garkenezin oldum, dağ trolü?"

Koltuğun arkasından tırmanarak yanıma geçti, "Başka sana garkenez diyen yoktur herhalde diye düşünüyorum."

"Beni o iğrenç yaratığa benzetecek kadar centilmenlikten uzak bir sen varsın, merak etme."

"E tamam işte, garkenezim oluyorsun o zaman."

Gözlerimi devirdim. Kendimde onunla tartışacak enerjiyi bulamıyordum.

Nitekim şansım çok da kötü değilmiş ki Bill tekli koltuğa atlayarak başlayabilecek herhangi bir dalaşmayı önledi.

"Of, çok sıkıldım, amma da tekdüzesiniz siz de."

Ginny de oturma odasına, yanımıza gelmiş elindeki spor dergesini parmakları arasına sıkıştırarak sayfasını kaybetmemeye çalışıyordu. Bill nereye giderse o da peşindeydi. En sevdiği abisi olduğunu anlamak için Ravenclaw olmaya gerek yoktu.

Koltuğunda yayılırken mavi gözleri kız kardeşinin elindeki dergiye kaydı, "Quidditch mi oynasak?"

İkizlerin ağzından onaylayan mırıltılar çıkarken Ginny de hevesle cıvıldadı. Gerçi su içmek için aşağı inen Percy çok da memnun görünmüyordu bu fikirden. Burnuna tezek kokusu gelmiş gibi ekşitmişti yüzünü. Sanırım yakalanmamak için merdivenlere ilerlemeye çalıştı ama Bill çoktan kim hangi takımda olur diye kardeşlerini dizmeye başlamıştı.

"Sen Slytherin kovalayıcısıydın değil mi Chas?" diye sordu emin olmak için.

Ben daha onaylamak için ağzımı açamadan Fred ve George atladı, 

"Evet, bütün oynamak için karar alma adımlarını-"

"-bütün antrenmanlarını,-"

"-her Oliver'ın fark etmediğini zannetiğinde Oliver'ı kesmesini-"

"-ve en önemlisi her Quaffle'ı kale direğinden geçirişini seyrettik."

"İyi."

"Kesinlikle iyi-"

"Ve adil."

"Ve adil. Çoğu takım arkadaşının aksine."

"Yüzde doksan dokuzunun falan."

"Yüzde bir de zaten o."

Kaktüs iğneleri gibi çıkmaya başlamış kızıl sakalını kaşıdı en büyük Weasley çocuğu, kardeşlerinin uzun uzun konuşması onu hiç yormamıştı. Alışıktı besbelli.

"O zaman kovalayıcı yapalım seni, Charlie'yi de kovalayıcı olarak sizi takıma verelim, arayıcı koyamayız sonuçta üçe üçlük oyuna."

Ginny hatırlattı, "Hem snitch çok uğraştırır, annem geçenki gibi ağzımıza ederse hoş olmaz. Yazın bir ay Quidditch oynamama cezası vermişti, dört hafta boyu bahçe cücesi temizlemiştik..." Titredi.

"Vurucu?" diye sordum. "Sonuçta bludger önemli bir etken oyunda, onu da çıkaramayız."

"George'la ayırıyor musunuz bizi?" 

George ikizine doğru dramatik bir şekilde kolunu uzattı, "Haaayııııırrr-"

"Tabii ayırcaz, manyak mısınız?" Charlie de oturma odasındaydı artık. "Ben Fred'i istiyorum takımımıa yalnız, şu ikisi rakip olursa sabahı göremeyiz."

İkimizi işaret edince Ginny ve Bill tuhaf bir bakış atmakla yetindi. Sonra birbirlerine dönüp omuz silktiler.

Ginny sanırım abisiyle sevgili olduğumuzu düşünüyor. En azından hareketleri bir süredir öyle. O sevgili olduğumuzu düşünüyorsa George haricinde ev ahalisi de ondan farklı düşünüyor olamazdı.

Kimin suçuydu bu acaba?

Ters ters dağ trolüne baktım sadece.

"Hakem de lazım, sonra şike şike diye ağlarsın yine."

"Hah, ben mi ağlayacağım?!" diye itiraz etti Charlie. "PERCY İN LAN AŞAĞI!"

 

 

 

***

 

 

 

Böylece Quidditch uğruna odasından uzaklaştırılarak gün ışığı görmeye ve çimene dokunmaya zorlanan, hakemimiz Percy hepimizi kara listesine yazdı. Tam Noel hediyem sayesinde ucuz kurtuldum derken Prewett genlerinin en daim taşıyıcısı Weasley çocuğu beni yine düşmancıl bakışlarına hedef bellemişti, tabii kardeşlerinin yanında.

 

Fred'le aynı takımda oynamak tuhaf bir deneyimdi. İkizlerin yeteneği su götürmez bir gerçekti, izlediğim her Gryffindor maçında ne kadar senkronize ve çok kolaymışçasına oynadıklarına şaşırırdım. Şimdi ayrı takımlarda ve rakiplerdi ancak her bir hareketleri hâlâ harikaydı. 

George'un isabetli atışlarına rağmen onu nötrleyen ikizi sayesinde darbe almamayı başarmıştım. Aynı şekilde Ginny ve Bill de George sayesinde Fred'in var gücüyle yolladığı Bludgerlardan kurtulmuştu.

Charlie'yle oynamak da garip hissettirmişti, o takımdayken ben oynayamayacak kadar küçüktüm. Sadece maçlarından birkaçına denk gelmiştim ve o büyük, kuzeninin arkadaşı olduğu gerçeği yüzünden Charlie hiç aynı takımda oynayacağımı düşündüğüm biri olmamıştı.

İki zamane Gryffindor takım kaptanının da aynı maçta olması heyecan vericiydi, Charlie bana komfor sağlıyordu, küçüklüğümdü. Bill ise yeni tanışmama rağmen oldukça ekzantrik gelen, renkli bir kişilikti. Kızıl olmasalar ve birbirlerini andırmasalar akraba olduklarını tahmin edemezdim herhalde. Charlie utangaç bir yapıya sahipti, daha hesaplıydı oysa Bill, cüretkar, atılgan ve dobraydı. Her Weasley çocuğu bir diğerinden alakasızdı, ortak yanları kızıl saçlarıydı. 

Hele Percy! Evlatlık olsa daha çok benzerdi kişiliği... Benim bile huyum suyum babam ve Barty olmuşken o nasıl bu kadar farklıydı ailesinden? Şaşırtıcıydı.

 

Bill'in öngördüğü üzre Charlie gerçekten itiraz etti, mızıklandı ve belki beş el oynadık. Haşatımız çıkmıştı, hava soğuktu ve terlemiştik. Bill her birimize ısı tılsımı yapmış olsa da maçın sonunda hasta olacak gibiydik. Belki soğuktan değil ama kesinlikle yorgunluktan.

Skoru hatırlamamakla beraber umursamıyordum da. Molly bizi azarlarcasına eve çağırınca belki de bu yüzden en az sorun eden ben olmuştum. Aynı düşündüğüm gibi o da hasta olacağımızdan yakınmıştı.

 

 

Ardı ardına alınan duşlar, şöminenin başında ısınmalar ve sıcak birer kase çorbanın üzerine topluca ödeve oturduk. Günlerdir ertelediğimiz yığın tatilin son haftası göt korkusuyla öyle ya da böyle elimize yapışmıştı. 

Bill ve Charlie bizi yemek masasında ödev yapmak üzere yalnız bırakmış, biri annesine yardıma giderken öbürü de odasına çekilmişti. 

Ödevi bölüşerek yapabileceğim başka bir dördüncü sınıf olmadığı için hayıflana hayıflana yazıyordum cevapları. 

Percy'nin alay edercesine daha önce başlamış olmamız gerektiğine dair sözleri dışında ağzını açan olmadı. Bir ara Ginny anlamadığı bir yeri bana sordu sadece. 

Fred ve George karakterlerine uymayacak kadar sessiz, sakindi. 

Aklıma daha Severus'un ek ödevleri de olduğu gelince kafamın masaya düşmesine izin verdim. Çok salmıştım kendimi.

"Aha, ilk ödev kurbanımızı verdik."

Tüy kalemle kulağımı gıdıklamaya çalışma ve dürütkleme arasında bir şey yapmaya çalıştı biri.

Homurdandım kafamı kaldırmadan, "Beynim durdu."

"Cidden öneceden başlamalıydık."

"Çok geçe kaldık."

Benim pilimin bitmesi bir süreliğine ödeve ara verip mızmızlanmamıza zaman verse de kafamı kaldıramadan Weasleyler ödevlerine dönmüştü.

Mecburen ben de kafamı kaldırdım, iki elimle destekleyerek düşmediğine emin oldum. Öyle ya da böyle ödev bitecekti. Eve götürmek istemiyordum. Son güne kalırsa hem stres olacaktım hem de ailemle vakit geçiremeyecektim. Zaten sınırlı bir süremiz varken bunu da ödeve çarçur etmek istemiyordum.

Maskotumuz haline gelen Nyx salına salına üzerine atladığı masada gezinmişti bir süre. Sıkılmadan volta atan kedim kararlılığını devam ettirmeyerek masanın ortasına kıvrılmış, çok geçmeden uyuyakalmıştı.

Kıskandım. Kedi olmak vardı bu hayatta. Bak, Nyx ödev yetiştirme derdinde değil, paragraflarının boyunu da ölçmüyor, Sihir Tarihi kitabını da adını araştırırken unutacağı bir büyücünün duyuru yaparken kaç düğmesinin iliki olmadığı gibi gereksiz bir bilgiyi bulmak için hatim etmiyor.

Maması, suyu hazır. Kime sırnaşsa ilgi geliyor. Benim gibi harika bir sahibi var. Daha ne olsun? Bir tek tahtı eksikti prensesimin.

Acaba Barty ve babam ne yapıyordu şimdi? Aklımdan asla çıkmayan o soru . . .

Eve dönmemiş olduklarını varsayıyordum, Birleşik Krallık'ta bir işleri olsa beni burada bırakmazlardı. İş yaptıkları kimsenin izlerini süremeyeceklerinden her zaman emin olurlar. Bu yüzden ev olabileceğim belki de en güvenli yer.

Ülke sınırlarında olmadıklarına göre herhangi bir yerde olabilirlerdi. Belki oda kiraladılar kalmak için, şu an Avusturya taraflarında gecenin köründe babam uyumaya çalışıyor, Barty uykusunu bölecek işler peşinde olduğu için eline geleni ona fırlatıyor. Belki de Asya'dalar, saat farkı o kadar fazla olamazdı o taraflarda. Japonya'da olabilirler, Barty oranın yemek kültüründen nefret eder, kesin kendine iki yumurta kırıp yerdi. Babamın sushiye hayır diyeceğini sanmam, her zaman farklı tatlara açık olmuştur. Kreacher ne yapıyordur acaba? O da yanlarında mı? Evi düzene sokuyor da olabilir... 

Ev...

Nasıl da özlemiştim evimi! Kalın perdeleri sayesinde loş ışık alan odamı, üst kattaki karanlık koridorları, geniş mutfağı, koltuğun tam karşısında televizyon durmasa 1800'lerden fırlamışçasına duran oturma odasını, büyük ve sıcak şömineyi, hepsinden önemlisi evi ev yapan kişileri, ailemi.

Yazın Quidditch Dünya Kupası'na gitmemiz şarttı artık, onları affetmemin tek yolunun bu olduğunu söyleyecektim. Barty'nin hayır diyeceğini sanmam. Babam da eminim biricik kızının gönlünü kazanmak için biraz riski göze alacaktır.

Sirius ne olacaktı o sırada?

Sahi Barty ve Sirius aynanda evde bulunacak mıydı? Sonuçta animagus olan, hafif kaçık bir Azkaban kaçağı koklaya koklaya bile evde gezinen başıboş ve alakasız rakunun hayvan olmadığını anlardı. 

Babam Sirius'u evden atmazdı...değil mi? Atacak olsa çoktam gammazlamaz mıydı bakanlığa? Yoksa kendi elleriyle onu sokağa atmak gibi ilginç bir intikam fantazisi mi vardı? Konu o ikisi olduğu müddetçe hepsi imkanlıydı açıkçası.

Elime tekrar aldığım tüy kalemimi çok sıkmış olsam gerek, siyah, yoğun mürekkep parmaklarımı bir ahtopotun kollarını dolaması misali sardı. Sonra aynı hızla elimden akarak masaya damladı.

"Ödevden o kadar nefret ediyor olamazsın ya?"

Sorulan soruya sadece güldüm, beceriksizce uzatılan peçeteyle çoktan elimi kapkara yapmış mürekkebin en azından bir kısmını almaya çalıştım.

Hiçbir fikriniz yok.

 

 

 

*** 

 

 

 

"Ottery St. Catchpole?"

"Çok uzun bir isim, öyle değil mi?"

"Mugglelar ve verdikleri isimler..."

 

Kovuk'un çok yakınında bulunan Muggle kasabasının girişinde durmuş, tabelasıyla bakışıyorduk. İnanması zor ama fikir ilk defa aramızdan birinden çıkmamıştı, Molly alması gerektiği malzemeler olduğunu ve bizim evden hava almak için çıkmamız gerektiğini söyleyerek bizi, küçük ordusunu, peşinden sürüklemişti.

"Tabeladan çok daha ilgi çekici şeyler olduğunun garantisini verebilirim," Arkamıza kadar gelen Bill üç yüz metre kadar ötemizi işaret etti. "Sadece şuracıkta."

"Çok büyük bir yer değil aslında" diye başladı Charlie. "ama inan bana sıkılacağın bir yer de değil. Hatta yaşıtlarınız var epey, arkadaş edinirsiniz belki." Çillerine eşlik eden yara izleriyle kaplı ellerinden birini Fred'in, öbürünü de George'un omzuna yerleştirdi, "Bu ikisinin kız arkadaşlarıyla oldukça popüler olduğuna şüphe yok."

George pişmiş kelle gibi sırıtırken Fred de dudaklarını gülmemek için büzüyordu. Kaşlarımı çatarak ikisinin suratını incelesem de koluma giren Ginny tarafından uzaklaştırıldım.

"Harika bir pastane var burada, her türlü kremalı pasta, dev kurabiyeler ve dondurmalar var. Tabii, dondurmalar şu an yok, yazın satıyorlar sadece. Sanırım Mugglelar bize göre daha çabuk hasta oluyor."

Kafamı salladım, "Kremalı pasta severim, özellikle çilekliyse."

"Küçük çilekli pastaları var aslında!" Aynı abisi gibi çilli olan suratında geniş bir gülümseme yayıldı, "Hani yuvarlak, iki-üç kişilikler var ya, onlardan. Tabii, ben onları da tek başıma yiyorum ama o biraz benim öküzlüğüm."

Gülerek omzumu omzuna çarptım, "Merak etme ben de biraz öyleyim konu sevdiğim yiyecekler olunca."

 

Kasabanın meydanı olduğunu söyledikleri yerde durduk. Aynı Diagon Sokağı ve Hogsmeade gibi Arnavut kaldırımıyla kaplıydı bu kasaba da. Yuvarlak, taştan yapılma bir çeşme, çevresinde oturacak banklar ve bu çeşmenin tam karşısında Ginny'nin bahsini ettiği o pastane vardı.

"Bu kadar kalabalıkken teker teker dükkan gezemeyiz, saat üçte burada buluşmak üzere herkes kasabada istediği gibi gezsin. Unutmayın, konuşmalarınıza dikkat etmelisiniz, Muggleların yanında büyüden sakın bahsetmeyin." Molly bana baktı, ardından çocuklarına hatırlattı, "Chasity'nin kasabaya ilk gelişi olduğu için sakın onu kaybetmeyin."

"Yer yön duyumun pek de iyi olduğunu söyleyemeyeceğim, maalesef." diyerek onayladım.

"O zaman Chasity-"

Kızcağıza lafını tamamlamaya bile süre tanımadan ikizler yanıma atıldı, "-bizimle geliyor."

"Herkese iyi eğlenceler!"

En küçük Weasley itiraz eden laflar sarf etse de iki baş belası birer koluma girmiş beni sürüklüyordu. Kim bilir nereye gidiyorduk!

"UNUTMAYIN SAAT ÜÇ!"

Suçlayıcı bakışlarımı sırasıyla ikisine yönelttim bir yandan apar topar yarı koşturur yarı yürürken, "Adam kaçırır gibi ne yapıyorsunuz öyle, zavallı kadıncağız arkanızdan bağırmak zorunda kalıyor bir de!"

"Bir şey olmaz-"

"-alışık o."

Göz devirmekle yetindim. Ne desem fayda etmeyecekti, nasıl olsa.

"Nereye gidiyoruz, bari onu söyleyin." diye yakındım.

"Ivır zıvır dükkanı." İmayla sırıtan Fred, tiksinç ifademle kahkahalara boğuldu.

"Uzun bir süre almayayım, sağ ol."

"Pofuduk için gittiğiniz gün n'aptınız, Merlin'in sakalı aşkına. Goblin ayaklanması sonra kaygı bozukluğunu anlatan Profesör Binns gibi oluyorsunuz." 

George'un benzetmesine gülsem mi ağlasam mı bilemedim. O kadar dükkan gezmek cidden travma sonrası kaygı bozukluğu yaratmıştı. Fred sağ olsun.

"Bana bakma, ben gayet eğlendim."

"Tabii, eğlenirsin."

"Niye eğlenmeyeyim? Sen de eğlendin."

"Fred. Günün yarısı yalanınla-"

"Yalanım sadece iki-üç saat aldı. Atma."

Kolumu saran dokunaçlarından kurtuldum, hışımla ittim. "İki-üç saat az çünkü(!)"

"Pofuduk için geçirdiğimiz saatten az."

"Pardon, bir dahakine açık açık annene Londra'ya gitme sebebimi söylerim de sensiz gidebileyim."

"Annem de izin verirdi ya."

"Sen-"

"İki sivil birey gibi davransanız ölecek misiniz?"

George ağzını açmasa daha saatlerce devam edebilirdik sanırım.

"Pardon."

"O başlattı."

"Chas."

"Pardon."

 

Ivır zıvır dükkanına gittik, büyücü dükkanından daha bile sıkıcıydı. Farklı bir şey olur diye ümit etmiştim ama büyücü de olsa muggle da olsa her birey belli bir ıvır zıvır hayalinin ötesine geçemiyor anlaşılan.

Sonra kitapçıya gittik, küçük ve tatlı bir dükkandı. Birkaç çizgi roman aldım, bazı kitaplara da göz atma şansım oldu. Fred'in gevezeliğine rağmen hoş bir kazanç olmuştu bu kasaba gezisi.

Ginny'yle gezebilsem eminim çok daha keyifli zaman geçirirdim ancak kaçırıldığım gerçeğini değiştiremem.

Karşılıklı dükkanların arasını geniş bir asma ağacı çatı gibi örtüyordu, George yakınlarda pek çok şarap üreticisi ve doğal olarak bolca asma bahçesi olduğundan bahsetmişti. Öyle ki asmanın bolluğundan kasabaya dekor bile sağlanıyordu.

Kış olduğu için pek canlı durmuyordu bu süsler, ben böylesini tercih ederdim yine de. Ölü gözüken ince, uzun, asma ağacı gövdesi birbirine dolanıyor, ulaşılmaza uzanıyor gibiydi sanki. Karanlık bir güzelliği vardı. Kışın gümüşi havasıyla ağaç da gri duruyordu. 

"Biraz iskelete benziyor," dedim asmaları işaret ederek. "Çok hoş değil mi?"

"Eğer karanlık bir açıdan bakacaksak, sanırım, evet."

"Her zaman karanlık bir açıdan bakarım, en güzel hazineler hep karanlıkta bulunur." 

Annesinin zorla boyunlarına sardığı atkılardan birini gevşetirken sordu, "Binasal deformasyon mu yoksa hep mi böyleydin?"

Yüzümü buruşturdum yüzeysel soruyla. Slytherin olduğu için bir insan karanlık, ürpertici veya rahatsız edici şeylerden hoşlanacak değildi. Tabii, hepimizin farklı yanları vardı ancak basma kalıptan çıkmış bir avuç ucube de değildik. "Tabii ki binamla alakası yok George," Göz devirdim. "Benimki daha çok ebeveynsel sanırım."

"Black evinde büyüsem herhalde ben de Drakula'ya falan dönerdim." İşaret parmaklarını üst köpek dişlerinin hizasında baş aşağı tutarak abartılı bir vampir taklidi yaptı.

"Biliyor musun dağ trolü, mugglelar eskiden kızılları vampirlik ya da cadılıkla suçlarmış." Suratımı ona yaklaştırıp sırıtarak ekledim, "Onların kalbini kazıkla ezer, ateşte yakar ve mezarlarından kalkmamaları için demir bir kafes örerlermiş."

Çocukça dilini çıkardı, "Diyene bak."

George bize anlamadığına dair bir bakış atsa da görmezden geldim, bir Weasley'nin kızıl olduğumu bilmesi yetiyor da artıyordu zaten.

"Sarımsak da sevmez ki bu," derken ikizini işaret etti. "Muggle vampiri falan mısın?"

"Evet, ikinizin de kanını emcükleyeceğim, sonra da karanlık şatomda org çalacağım." Saçımı kenara çekerek boynumu ısıracak gibi yaptı, burnunun boynuma değmesiyle komik bir feryat atarak George'a yapıştım. "Şaka yapıyoruz kızım, cidden yiyecek olsam seni ohooo."

Ona suratımı buruşturarak tuhaf bir bakış daha atarak iyice George'a yapıştım, "Beni yerse sana musallat olurum, Georgie.

"Ben de diyordum işin ucu ne zaman bana girecek."

"Fena mı olur, buluşmaya çıkarsan taktik veririm, piyangoyu falan sızdırırım belki. Zengin oluruz."

"Salak, sen zaten zenginsin."

"Ah, doğru." Omuz silktim. "Olsun ama sen sapsın, buluşmalarında yardım etmemde hayır var yani."

"Acıktım beeeeen!" İlginin üstünde olmamasıyla kendini üzerimize çulladı. Molly neyle besliyordu bunları? Ağırlığı altında ezilirken kurtulmak için çırpındım. Pek bir etki etmedi, orası ayrı.

"Lee'nin eksikliği oldukça hissediliyor." Nefesim kesiliyordu.

Bakır tenli arkadaşlarının bahsiyle üstümden bir yük kalktı, tekrar hizamızdaydı artık.

"Sahi, Lee sana da hediye göndermiş, Georgie söyledi."

Cümlesi biter bitmez solumdaki ikize ters ters baktım, "George'un da ağzında bakla ıslanmıyor, galiba." Bana özür dilercesine attığı bakışları görmezden gelerek bu sefer sağımdakine döndüm. "Evet, ben de şaşırdım açıkçası. Sizinle takılsam da arkadaşı olarak kabul etmiş olacağını hiç düşünmemiştim."

"Az mı sanki? Dile kolay üç buçuk aydır yapışık geziyoruz." Dirseğiyle dürttü. Temas etmeden duramıyordu. "Demek oluyor ki Gryffindor'lu arkadaş sayında artış var."

"Ben varım, Lee var . . ." diye saymaya başladı George teker teker yumruk yaptığı elinden parmaklarını açarak.

"Ginny var, Ron var," Senkronize bir şekilde bana döndüler. "Ne? Sizin küçük kardeşiniz olmaları arkadaş olamayacağım anlamına gelmiyor."

"Bizim sülale olmasa ortada sayacak eleman sayısı bir." Kahkahalara boğuldular.

"Normalde Gryffindor tercih etmediğim için olabilir, yoksa en yakın arkadaşım Ravenclaw. Hufflepuff'ın çoğuyla samimiyim. Siz sayın bakayım benim haricimde bir Slytherin." Sessizce bakışmaları üzerine muzaffer bir gülümseme bahşettim. "Ben de öyle düşünmüştüm."

Rotamız daire çizermişçesine hissettirmeye başladı bir süre sonra. Sıkılmıştım. Çok da yapacak bir şey yok gibiydi. Acıkmaya başlıyorum ben de ve dediklerine göre gideceğimiz dükkana daha vardı. Ginny'nin yanına kaçmak vardı şimdi!

"Biraz daha acıkırsam senin şakanın aksine gerçekten vampire dönüşüp birinizi yiyeceğim." diyerek ofladım. "Tercihen ilk Fred, George dırdır yapmıyor en azından.

"Ben n'aptım yine ya?"

İsyanıyla omzuna vurdum, "Sen sus. Hiç konuşma. Ortalığı batırdın da sıvıyorsun zaten."

"Annem neden sizi sevgili sanıyor hâlâ, sahi?" 

Al, buyur, dercesine "n'aptığını" soran zavallı dağ trolüne işaret ettim.

"Ya, ne bileyim, şimdi 'çıkmıyoruz aslında' desem neden öyle dedin o zaman diyece-"

"Ah, bakın! Freddie, Georgieee!"

Sindirmeme fırsat kalmadan ikizlerin ve tekniken benim de üstüme çullanan kızlarla afalladım. Bu da neydi şimdi? Çifte hayat mı yaşıyordu ikizler? Bir bu eksikti.

Gizli bir tarikatları vardı kesin, Fred'de tarikat lideri olacak şeytanlık var. Zavallı Georgie'm de peşinden sürüklenmiş olmalıydı, her zamanki gibi.

Tarikat ne üstüneydi acaba? Taptıkları belli bir iblis mi vardı? Yoksa Fred iç dünyasında olduğu iblisi dışarı mı yansıtıyordu? Dağ trolüne iblis diye tapıyor olabilirler. 

Nefesim kesildi tekrar, yoksa bu salaklar büyü mü yapıyordu? Çevrem bu kadar kaçak ve suçluyla doluyken artık normal ihtimalleri düşünemiyorum bile. Ailesel deformasyon...

Kızlardan biri ince uzun ve sarışındı, istemsizce gözümün önünde canlanan başka bir sarışınla dudaklarımı büzdüm. Hepsi benzer kıyafetler giyiyordu. Kareli etekleri üzerine blazer ceketleriyle sanki herhangi bir özel okuldan çıkmışa benziyorlardı. Bir insan neden bu havada okul üniforması gibi bir kıyafet giyerdi ki? Kendi kıyfatlerime baktım, hava soğuk olduğu için uzun kollu ve çizgili bir kazak, üstüne kareli koyu renk bir gömlek ve altıma da rahat, bol kesim bir pantolon giymiştim. Normalde kıyafetlerimi özenle seçen bir insanım, zaten dolabımı da planlarım her kıyafet alışımda, ancak bu soğukta ne görünüşüm ne de milletin ne düşündüğü umrumdaydı. Hatta babamın ya da Barty'nin ceketlerinden araklamadığım için kendime kızıyordum. Upuzun deri ve kargo ceketleri vardı. Hele babamın yerleri süpüren deri ceketleri (ben giyince yerleri süpürüyordu, babam için o kadar uzun değil açıkçası) gözlerimi kamaştırıyordu. Giydiğim gömleği de zaten ikisinden birinden araklamıştım. 

Çoğu muggle dergilerindeki modellere benzeyen bir deri bir kemik vücutlara sahipti. O dergilere bir kez bakmıştım sadece, Mr. Knightley'nin dükkanında görünce merak ettim. Acayip diyetlere güzelleme yapıyor, anoreksiyayı övüyordu. Bir daha muggle modasına bakmama kararı aldım böylece. Kendi sağlıkları hiç mi umurlarında değildi? Neden kusmak istiyorlardı? Hiçbir şekilde makarna ya da ekmek tüketmeyerek aslında kendilerine ne kadar zarar verdiklerini doktor randevusunda, birkaç seneye göreceklerdi muhtemelen.

Fiziksel görüntüm umrumda değil diyemem, herkes görüntüsünü umursar. Fakat kendime işkence edecek kadar önemsemiyorum. Balıketliyim, biraz da göbeğim var, kesinlikle sıfır bedenin yanına yaklaşamam ama sağlıklıyım. Önemli olan da bu. 

Normalde görüşüm bu yönde, peki neden ikizleri çevreleyen kızların kafalarındansa vücutlarına kilitlenip kaldım? 

Kızlardan ikisi birer ikizin koluna girmiş, diğerleri de koyun sürüsü gibi kalabalık ederek takip ediyordu. Ne konuştuklarına dikkat etmesem de seslerini incelterek konuştuklarını duyuyordum. Bu da saçma bir hareketti. Kuşlarla ilgilenmediğin müddetçe sesinin incecik çıkmasının bir erkek tarafından çekici bulunacağını zannetmiyorum. Tiz bir sesten veya çocuksu konuşmalardan etkilenen bir erkek varsa da acilen yetkililere bildirilmesi lazım, bu kesinlikle normal değil, aynı karşıdaki için kendini değiştirmenin saçma olduğu gibi.

İyice kopmuştum çevremden, canım mümkünse daha da sıkıldı.

Kulak kabartayım dedim, belki bir yerden yakalar, o kadar kötü olmadıklarını düşünürdüm.

"-okuldakiler de öyle düşünüyor. Siz ikinizin yatılı okulda olması cidden çok kötü... Düşünsene nasıl eğlenirdik aynı okulda olsak!"

Kahverengi saçlı, diğerlerine nazaran kısa olan kız kafasını salladı destek çıkarcasına, "Hem Beth'in ne hallere düştüğünü görmek sana keyif vermez mi? Hak ettiğini buldu ne de olsa."

"Beth'in acı çekmesini izlemek bana eskiden verebileceği kadar keyif vermez, Sophia." Fred'in alaycı sesini duymamla sadece dört ay önce onu ne kadar itici bir insan olarak gördüğümü hatırladım. "O zaten hak ettiğini buldu ve üstünden aylar geçti, lütfen. Eskiden takıldığım ve sonu kötü biten bir insanın peşinden neden koşayım?"

"Aptal Sophia..."

"Ah, haklısın, pardon." 

Resmen televizyondaki gençlik dizilerinden bir sahneyi izliyordum. Fred ve George'la tanışık olmasam kıçımla gülebilirdim ancak maalesef biri yakın arkadaşım öbürü de..-

"Bu kız kim bu arada, Freddie?" Sarışın sonunda beni fark etti demek. "Kuzenin falan mı?"

Weasleyler de varlığımı hatırlamıştı böylece. Hormonlarının kölesi iki ergen kızardı. 

"O, Chasity." diyebildi Fred. En az benim kadar o da ne olduğumuzu bilmiyordu. Dediğim gibi, sıçıp sıvıyordu. 

Arkadaşım diyebilir miydi? Kızların olası gazabını önlemezdi herhalde. Bizim okuldan, dese neden burada olduğuma yine kılıf çıkmazdı. Cezalı olduğum kişi de olmuyor sanki.

Sahi neyiz biz? Mr. Knightley'nin sözleri yine kulaklarımda çınlarken karşımdaki manzaraya daha fazla katlanmak istemediğime kanaat getirdim. Bu kız grubu oldukça sığ, yapışkan ve cıvıktı.

"Adını sormadım, kim dedim." 

"Ben Ginny ve Charlie'nin yanına gidiyorum, oldukça sıkıldım çocuklar. Size iyi eğlenceler bimbo* takımınızla." Kulaklarım uğuldayıp yüzüm kızarırken kuruyan ağzımdan bunları kustum, aynı hızla neresi olduğuna emin olamadığım bir yola saptım.

Zaten küçük bir kasaba burası, öyle değil mi? Koskoca şatoda kaybolmuyorum, burada kaybolursam komik olur.

Yalnız gidecekleri pastanenin adını alsaydım hiç fena olmazdı. 

Soğuktan kimi yeri buzlanmış kaldırımda kaymamak için çaba sarf ederken ikizler ardımdan gelmesin diye binbir ara sokağa saptım. Rezillik çıkarmıştım sanki biraz... çok az.

İşler uzamadan söyleyebilirdim ve beni eminim başka bir Weasley'nin yanına götürürlerdi. Neden o kadar bekledim ki?

Vantuz gibi yapışmıştı koluna.

Düşüncelerim ve utancım gördüğüm sokak kedisiyle sustu, toz oldu ve uçtu, gitti.

"Selam, tatlış." diyerek yanına eğildim. Elimi koklamasına izin verdim -ki art niyet taşımadığımı bilsin. Sonra zaten kendisi kafasını elime tosladı. Ben de onu okşamaya başladım, kafasını seviyordum, kulak arkalarını kaşıyor, sırtında elimi gezdiriyordum. Hayvanlar çoğu insandan daha iyiydi, orası kesin.

Paçalarım buzlu kaldırımdan sırılsıklam olup bacaklarım çömelmekten ağrıyana kadar kediyi sevdim, o da etrafımda gezindi, bana süründü. Kalkıp veda etmeye çalıştığımda beni bırakmadı, bilmediğim sokaklarda beraber aval aval dolaştık. Arada miyavladı, ben de onunla muhabbet ettim. Yanımızdan geçenler delirmiş olduğumu düşündüklerini belli eden tuhaf bakışlarını üstümden çekmese de ben halimden memnundum. Bir avuç aç ve vahşi, ergen dişi canlıdan çok daha güvenliydi her şeyden önce.

Zaman kavramım pek çalışmıyordu, saat de görmemiştim hâlâ ama epey vakit harcamıştım. Çeşme de yoktu, pastane de. Panikler gibi oldum yine de Kreacher'ı çağırmadım. Kreacher'ı çağırırsam babamın kulağına çalınacaktı misafirlikte kaybolduğum ve büyük ihtimalle bir daha kalmama izin vermezdi. Babam için benim haklı ya da haksız olmam önemli değildi, sonucunda zarar alıyorsam onun için bütün olay bitmişti. O yüzden Kreacher'dan yardım isteyemezdim, Nyx'i istesem çağırabilirdim, tabii hava iyi olsa... Daha ben kat kat kıyafetle donarken bidicik kedim nasıl hayatta kalacaktı onca yol boyu? Hem Nyx babamın baskısına ne kadar dayanabilir bilmiyorum, babam illa ona başıma iş açtım mı açmadım mı diye soracaktır. Ben de mi animagus olsaydım, ne? Nyx'le konuşabilmek her şeyden öte, en eğlenceli deneyim olurdu. Ne olurdum? Ben hangi hayvana benziyordum ki? Şansıma kesin panda ya da koala çıkardı animagusum. Düşüncesi bile güldürüyordu, Slytherin ortak salonunda bir PANDA. 

Elimde kalan tek seçenek yanımdaki küçük yoldaşımla etrafta boş boş gezinmekti. Muhtemelen eninde sonunda bulacaktım. Kimseye sormaya da çalışmadım, konuşacak havamda değildim. Kaybolmam gittikçe sorumsuzluğumdan kaynaklanıyordu. Olsun, daha üç olamazdı ne de olsa.

Kedicik benim saf saf bakınmamdan sıkılmıştı sanırım. Dört patisinin üstünde hızlandı, beni solladı ve dönüp bana baka baka yolda öncülük etti. Kedilere bayılıyorum. 

Kediciği takip ederek çeşmeye ulaştığımda tek bir sorun kalmıştı o da çeşmenin karşısında olması gereken pastane yoktu. Ayaklanıp gitmiş olamazdı. Muggleların bu kadar çabuk dükkan kapatabileceğini de zannetmiyorum. Karnım acıkmış, üşüyordum ve ayaklarım ağrıyordu. Ülke sınırından çıkmış olsam umursamazdım artık. Fred ve George'a emanet değil miydim? Bulsunlar beni, bana ne.

Banklardan birine oturdum, bu çakma meydan da orijinaline benziyordu. Çeşmesini çevreleyen banklar aynı şekilde dizilmişti. Kedi de benimle beraber banka kuruldu. Bana sokuldu, sonra kucağıma yattı. Mırlaya mırlaya uyuklarken ben de onu sevdim. Beni yeterince meşgul ederdi. 

Yol boyu karşılaşmamama rağmen bu çakma meydanda da saat vardı, sonunda yelkovan ve akrebin kovalamacasını izleyebiliyordum. Nitekim düşündüğüm gibi üç olmamıştı. İkiyi yirmi geçiyordu.

Bir süre kedi beni ve zihnimi oyalamaya yetti, sonra bir süredir zihnimin misafiri olmamış kimseler akın etti. Fark ettim de Fred ve diğer Weasleyler yanımdayken aklıma sorunlarım gelmiyordu. Beni meşgul tutuyorlardı. Kendi küçük dünyaları beni de içine çekiyor, akşam yemeği, bahçe cüceleri ve konuşmalarımız dışında bir şey aklıma gelmiyordu Sanki Kovuk'u çevreleyen bir büyü, içine girenlerin zihnini eve hapsediyordu. Babam ve Barty'yi özlemek dışında dert ettiğim bir şey olmamıştı. Sirius bile aklıma nadiren gelmişti. Söyleyince kulağa nasıl da acımasızca geliyor ama gerçek bu. 

Theo ne yapıyordu acaba? Ya Sylvan? Sylvan'ın büyükannesi iyileşmiş miydi? Theo'nun babası amcasının yanına uğramış mıydı acaba? Tatili zehir olurdu. Elowen, Theo'yla hiç konuşmuş muydu? Beni gördüğünden bahsetti mi?

Sirius ne alemdeydi? Yine fevri bir hareketi olmuş muydu? Fare kapanlarımda ölü, soğuktan donmuş, bir parmağı eksik bir fare sıkışmış mıydı? Harry ve Ron ne yapıyordu? Süpürgesini hâlâ özlüyor muydu Harry? Remus da okulda kaldı mı tatilde? Belki Harry'yle vakit geçirirlerdi böylece. 

"CHASI-CHASITY!" 

İrileştirdiğim gözlerimle çeşmenin bir noktasına dalmışım. İsmimin böğürülmesiyle bu geçici körlükten uyandım. Sırf kimin ne yaptığına kafa yorarak kaç dakika geçirmiştim? Saate tekrar baktığımda neredeyse üç buçuk olduğunu fark ettim. İrkildim.

"Bill?"

Ah, demek Fred kendi pisliğini temizleyemiyor.

Kızıl adam bir bana bir kucağımdaki kediye baktı. "Bunca zaman kediyle mi oynadın?" Kahkaha attı. "Sen cidden çok farklı bir insansın, Chasity." 

Kucağımdaki kediye veda ederekn banka bıraktım, belki de sırf benim için orada beklemişti. Patileri banka değer değmez hızla uzaklaşması bana bunu düşündürmüştü.

"Kayboldum." diyebildim.

"Çeşmeyi karıştırmış olman çok doğal, prenses. Sonuçta ilk kez geliyorsun buraya, bizimkilerin öküzlüğü." Sevecen bir şekilde saçımı karıştırdı, "Gel hadi, annem endişeden mahvoldu. Fred ve George'u öldürmeden gitsek iyi olur. Acıktın mı?"

Kafamı salladım, "Sizin yanınıza gelecektim, bulamadım. Çok yorulup acıkınca da vazgeçtim. Kedicik beni yalnız bırakmadı neyse ki."

Omzuma kolunu sardı koruyucu bir tavırla, "Bizim inekler n'apıyordu? Yine kız peşindeydiler di mi?" Kardeşlerinin huyunu bildiğini ve saklamaya çalışmamamı söylercesine baktı, saklamayacaktım zaten. Beter olsun, Fred.

"Bildiğin popüler kız tiplemesi sardı birden etrafımızı," Anlatmaya koyuldum. Bu anı bekliyordum kaç saattir. "Sanki dünya yok oldu bir onlar varmış gibi varlığımı unuttular, en sonunda baktım olmayacak yanınıza geleyim dedim."

"Geçen yaz bu kadar haşırneşir oldular. Şimdi tam boyunuzun uzadığı, hatlarınızın oturmaya başladığı yaşlardasınız ya, bizim keratalar da bir şeye benzemeye başlayınca egoları yükseldi. Baktılar kasabada yeniler diye kızların da ilgisi var, çoğu günlerini onlarla geçirmeye başladılar. Sırf kızlar değil, oğlan arkadaşları da var aslında ama anladığım kadarıyla birkaç flört ettikleri kız olmuş, o yüzden yeni ve havalı yüzler ilgilerini çekince kızlar da sardı." Göz kırptı, "Kafanı çok takma, o kızlar küçük bir yere yaşadıkları için yatılı okulda kalan iki kasaba dışında yaşayan kişi ilginç geliyor. Burnu havada gözükseler de zorbalığa kadar gideceklerini zannetmem. Fred ve George alık alık bakmıştır ilgi sarhoşluğuyla, tahmin edebiliyorum. Yine de zaman tanısan olayı uzatmazlardı. Yanlış anlama, hareketlerini meşrulaştırmıyorum. Ergen, hormonel ve salaklar. Yaşıtın erkeklerin hepsi değilse bile çoğu öyle."

"Ona ne şüphe."

Güldük.

"Fred çok korkmuş." demesiyle yüzüne baktım ilk defa. Oh olsun. "Sen gider gitmez peşinden ilerlemişler ama izini kaybettirmede hiç fena değilmişsin, hanımefendi."

Takdir edercesine söylediği sözleri iltifat olarak aldım, pişkin pişkin güldüm. Eh, olacak o kadar. Azkaban kaçağı bakıyoruz sonuçta.

"Fevri davrandım." 

"Evet ama bu sayede derslerini de verdin bence." Tanıdık sokaklara adımlamaya başlıyorduk. "Senin sakinliğini bozup ona laf etmendense saçma tavırları karşısında uslu uslu durmayacağını görmesi bence önemli. Bu her türlü hayat ilişkilerinde önemli, aklında bulunsun. Saygının değerini hafife alma. Sana verdiğin saygının aynısını vermeyen birisiyle ne iş yapabilirsin, ne arkadaşlık ne de herhangi başka bir şey."

Kafamı sallayarak onayladım.

Bir dakika, her türlü ilişki derken yine Fred'le aramızda bir ilişki olduğu mu ima edildi? Bu kaçıncıydı?

Molly yemek yapmaya yardım ederken hep imada bulunuyordu, Charlie zaten açık açık söylemekten bir adım uzaktaydı. Ginny'nin odasını paylaşırken kaçarım yoktu. Percy... Onun evde olduğunu unutuyorum bazen. Tek imada bulunmayan o galiba.

"Bak,  meydana geldik bile."

Evet, çeşmenin karşısında cidden pastane vardı...

 

 

 

 

***

 

 

 

Önümüzdeki günler kedinin yanında kendimi nasıl kaybettiğime gülmekle geçmişti. 

Fred ve George'un azardan beti benzi atmış, annelerinin suyuna gitmek için birbirleriyle yarıştığı bir döneme girmiştik. 

George beni görür görmez özür dilemişti, doğal olarak ona da ikizine de zorlu günler yaşatmıştım ama Fred'e ne kadar işkence edersem edeyim zihnimdeki o vızıldayan Snidget susmuyordu.

 

Öyle bir hal almıştı ki bu durum, Fred'le yalnız kalmamaya çalışıyordum. Yalnız kalırsam bile ya laf sokuyor ya da onu görmezden geliyordum. Rahatsız edici küçük kuş susmuyordu ki normal davranayım! Yakalayamıyordum, bir kulağımın ardına gelip fısıldıyor, sonra öbür kulağımdan içeri giriyor, beynimde vızıldıyor, bazen gözlerimin ardına kaçıyordu. 

Harry'ye yazdığım belki de beşinci mektubumu Errol'ın bacağına bağlarken kuşun ölmemesini umuyordum. Zavallı yaratığın iki nefeslik ömrü kalmıştı. Acısam da ailenin gelirinin iyi olmamasından yeni baykuş alamayabileceklerini biliyordum, ayrıca bunu söylemek kesinlikle haddime değildi.

"Harry gün içerisinde seninle benden sık konuşuyor -ki aynı evdeyiz. Düşün."

Derin bir nefes alarak yüzüme en bıkkın ifademi yerleştirdim, ona döndüm. "Kasabadaki kızlarla konuş sen de, eminim muhabbetleri sarar."

"Hadi ama Chasity, kaç gün oldu!"

"Bana mı soruyorsun? Çetele tuttuğunu sanmıştım."

Kollarını çaprazlayarak adımımı attığım yere geçti, ilerlememe engel oldu. "Özür diledim."

"Yaptığın bir eylemin farkında olmana sevindim."

"George'u affettin."

En bariz şeyi söylemişçesine omuzlarımı kaldırdım, "Çünkü o, George."

Dikkatinin dağılmasından faydalanarak yanından sıvıştım, başka bir problemden daha kaçıyordum.

"Kaç kaç, söyleyecek mantıklı bir açıklaman olmadığı için kaçıyorsun zaten."

İncinen Slytherin gururum duraksamama sebep olsa da ardıma bakmadım, haklıydı. 

Bugün yılbaşıydı, olayları uzatırsam ve tartışırsak sadece keyifsiz bir gece geçirmiş olacaktık. Ne ona ne de bana bir faydası olmayacaktı sarf ettiğimiz kırıcı lafların.

 

Belli bir saate dek Bill, Charlie ve Ginny'yle vakit geçirdim, George da yanımıza uğradı ama çok durmadı. Fred'le annelerine yardıma gittiler. Kasabaya.

Molly'nin dönüşüne dek mıyıl mıyıl şömine başında çene çaldık. Yapacak daha iyi bir şeyimiz yoktu ne de olsa. Ödevlerimiz bitmişti, Bill ve Charlie'nin yardım edebileceği bir iş de yoktu. Percy zaten yoktu. Herkes sakin, huzurlu ve mutluydu.

Sonra George ve Molly'nin yanında Fred de geldi. Bana baktı, ben de Nyx'e baktım.

Huzurum kaçmıştı.

 

Akşam yemeği için çoğu zaman olduğu gibi Ginny'yle annesine yardıma gittik. El becerim gelişirken bir işe yaramaya çalıştım. Hala dibi biraz tutmuş makarnayı geçebileceğimi sanmasam da en azından eskiye göre mutfakta daha iyi bir asistan olduğuma emindim.

Mr. Weasley eve döner dönmez Charlie ve Bill uçuç tozuyla ortadan kaybolmuş, bir saat geçmeden ellerinde dört şişe ateş viskisi ile dönmüşlerdi. Annelerine şişeleri gösterirken şebek bir sırıtış sunmuş, hevesle oturma odasını yılbaşına dah uygun bir hale getirme çabalarına girişmişlerdi.

Yemek hazırlanır hazırlanmaz fazladan mesainin yorgunluğu ve açlığı içinde oturan Mr. Weasley hatrına aleacele sofrayı kurduk.

Beceriksizce kurcalanan radyoda Celestina Warbeck yine bulunmuştu. Şarkılar eşliğinde keyif içinde yemeğimizi yedik. Alkol şişeleri boşalmaya sofrada başladı. İkizlerin bakışlarından anlamıştım akıllarından geçeni. Hayır demeyecektim.

Yemeğimiz bitince radyoda yılbaşına özel hazırlanan sohbet programı da şarkıların arasına eklenmeye başladı. Yetişkinler koltuklara geçti, çerezler eşliğinde çakırkeyf muhabbetler döndü. Charlie'nin Romanya, Bill'in Mısır anılarını dinledik. Okulda yaşanılanlardan bahsettiler. Molly ve Mr. Weasley de kendi zamanlarında yaşadıkları deneyimi anlattı. Aile dedikodusu geçti arada ama tanımadığım için pek dinlemedim. 

Weird Sisters çalmaya başlayınca Ginny dans etmek ve zıplamak arasında hareket etmeye başladı, beraberinde kardeşleri de ona katıldı. Sonradan bunun sarhoşken meşakatli olduğuna kanaat getirdiler ve Bill yanında Charlie'yi de götürerek koltuğa yıkıldı.

İkinci şişe bitmişti ve üçe geçiyorlardı. Percy de ders çalışma bahanesiyle odasına kaçmıştı. Herhalde on bir civarıydı. Ginny günün yorgunluğuyla abilerinin arasında uyuyakalmıştı.

Biz de bunu fırsat bildik. 

"Sen odayı kontrol et, kapıda nöbette ol ki Percy'ye yakalanmayalım."

George'un kulağıma fısıldadıklarına kafamı sallayarak dikkat çekmemeye özen göstererek merdivenlere yöneldim. Neyse ki müziğin sesinden ahşap merdivenlerin gıcırtısı duyulmuyordu.

İkizlerin odasının önüne geldiğimde nefesimi tuttum ve parmak ucunda Percy'nin kapısına kadar adımladım. Yavaşça kulağımı kapısına dayadım. Kapısının altından ışık geliyordu zaten, uyanık olduğuna emindim ama dikkatinin yeterince dağınık olduğuna emin değildim.

Boğuk bir mırıldanma duydum ilk. Sonra sözcükleri seçebildim. Sanırım kız arkadaşına şiir yazıyordu. Düşünce ne kadar tatlı olsa da kesinlikle şiir yazmaya hiçbir yatkınlığı yoktu. Percy'nin yeterince meşgul olduğunu ve bizim varlığımızı bile hatırlamayacağını düşünüyorum. O berbat kafiyeleri düzeltmek bütün gecesini alacaktı.

Travmatize olmuş bir şekilde kapıdaki nöbetime devam ettim, ders çalışıyor olmasını tercih ederdim.

İkizler beklediğimden uzun bir sürede tamamlamışlardı görevlerini.

"Nerde kaldınız?" diye sordum suçlarcasına. 

"İçeri geçelim önce."

Tekrar etmelerine gerek yoktu. Kendimi memnuniyetle odaya attım. 

Odaları birbirine paralel iki tek kişilik yatak, kocaman ahşap bir dolap ve bir çalışma masasından oluşuyordu. İki yatağın da başucunda birer komidin vardı ek olarak. Sade, sıradan bir erkek çocuk odasıydı.

Yatakların arasındaki boş alana kurulduk, Fred viskiyi açmaya koyuldu.

"Bill bizi gördü." dedi George.

"NE?"

"Bağırma!"

Çok bağırdığımı fark ederek daha kısık bir sesle tekrarladım tepkimi. "Ne yaptı peki? Nasıl getirdiniz bunu? Lütfen abinizi bayıltmadığınızı söyleyin."

"Saçmalama, sarhoş bile olsa bayıltacak biri varsa o da Bill." Delirmişim gibi baktı ikisi de.

"Wow."

"Evet."

"Eee, saldı mı sizi öylece?"

Kafalarını salladılar. 

Deminden beri şişenin tıpasıyla uğraşan Fred sonunda tıpayı iki dişinin arasında sağlamca sıkıştırdı ve kafasını geri çekerek şişeyi açmayı başardı. 'Pop' sesi odada yankalanırken Percy'nin Penelope'ye olan aşkının ve korkunç şiir yeteneklerinin merakına ağır basmasını diledim.

"Ne yapacağımızı daha alırken tahmin etmişlerdir." diye fikir yürüttü Fred. "Sen niye savaştan çıkmış gibi bakıyordun geldiğimizde. Neydi onun adı? 1000 yard stare*?"

"Siz şahit olduğum o sözleri duysanız kendinizi parçalara ayırırdınız, emin olun bundan." Titredim. "Percy, kız arkadaşına şiir yazıyor- daha doğrusu yazmaya çalışıyor. Seslice."

"OF! Keşke bu anı yakalayıp onu okulda rezil edebilseydik..." 

İkizi düşüncesini destekledi, "Okulda muggle kameralarının çalışmaması çok kötü."

"Şiirleri okumak zorunda olduğu için o kıza acıyorum." 

Fred elindeki viski şişesini uzattı, "Maalesef bardak almak gibi bir lüksümüz yok, annem mutfağa girsek hemen fark ederdi. Kırmızı çizgisi."

Elinden şişeyi aldım ve kafama diktim. Belki de o kadar büyük bir yudum almamalıydım. Anlık heyecanıma yenik düştüm sanırım.

Yüzümü boğazımdaki acı karıncalanmayla buruştururken viski şişesini geri uzattım, "Çok ağır..."

"E herhalde, Ateş Viskisi sonuçta."

Şişe George'un eline geldiğinde önce bir şişeye sonra bize baktı. "Boş boş oturup içmek çok saçma. Hadi 'doğruluk mu cesaretlilik mi' oynayalım bari."

"Üç kişi mi? Cidden?" 

Sorum ikisinin de muzipçe sırıtmasına sebep olurken gelecek cümleyi hissedebiliyordum, "Ne o, korktun mu? Cesaretin hiç mi yok küçük yılan."

Baygın bakışlarımı atmakta gecikmedim. "Sor hadi."

"Feorge, doğruluk mu cesaretlilik mi?" 

George bir an düşünür gibi yaptı, ardından, "Cesaretlilik, Gred. SIcak bir açılış yapalım bari oyuna."

Cesaretlilikle oyunu açmak tam onlara göreydi cidden. 

"Chas, var mı fikrin?" Fred'in sorusuyla omuz silktim. "Tamam o zaman, git ve amuda kalk. İlk cesaretim dostane olacak."

George ne kadar kolay olduğunu söyleyerek duvara ilerledi. Yere koyduğu ellerinin üzerinde duvardan destek alarak durdu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu şimdiden.

"Ya vazgeçen ne yapacak?" Fred'in gittikçe zor cesaretler vereceği gerçeği gözümü korkutmuyor değildi.

"İçecek tabii." Fred tekrar büyük bir yudum aldı. "George sıra tekrar sana dönene dek ordasın, inme sakın. Şimdi Chas, doğruluk mu cesaretlilik mi?"

Şimdi cesaretlilik dersem daha kolay soracaktı ama şimdi cesaretlilik demem oynunu oynayacağım anlamına da geliyordu. Kolayı seçtim, "Doğruluk."

"Tahmin etmiştiiim." Baş aşağı olmasından zar zor çıkan sesiyle George geri kalmadı.

"Hmm, elimde ne güzel bir hak var," Şişeyi uzattı, "Sadece birkaç ay önce olsa şu anı hayatını karartmak için kullanırdım."

"Bilmek harika." İç çektim. "İkizinin basınçtan damarları patlamadan soracak mısın?"

"Nott'la aranızda ne oldu-?" Lafı bitmeden elimdeki şişeyi kafama diktim. Böyle bir olayı oyun sırasında asla anlatmazdım.

Hareketim ikisini de güldürürken şişeyi ona uzattım. "Doğruluk mu cesaretlilik mi, dağ trolü?"

Gerindi, "Ben senin gibi korkak değilim. Cesaretlilik."

"Camdan dışarı bir sırrını bağır. Yeni bir sır olsun, sakın gidip beş yaşında Ron'u travmatize ettim diye bağırmaya kalkma."

"En sevdiğim oyuncağımdı."

"Ron daha bebekti."

"İspitçi Ron."

George okkalı bir küfür etti. "Yap şunu yoksa ikizin kalmayacak, Gred!"

Fred hızla penceresini açtı ve bağırdı, "SEVDİĞİM KİŞİ BENDEN NEFRET EDİYOR GALİBA!"

"Bu sır değil ki, kendi düşüncen." derken şişeyi işaret ettim.

"Aslında bir tık sır gibi, en azından aşağıdakiler için öyle." Sanırım onu boğacak gibi baktım ki hızla kafasına dikti. "Georgie, özgürsün artık."

George kendini serbest bıraktı ve ortamıza düştü. "Öldüm galiba."

"Yok daha yaşıyorsun, G." 

"Hiç öyle hissettirmiyor var ya, kafam zonkluyor. Sanırım midem de bulanıyor."

Hızla geri çekildim, "George üstüme kusarsan camdan atlarım, sakın."

"Yok ya, kusmam." Fred'i dürttü, "Sor hadi."

"Doğruluk mu cesaretlilik mi?"

"Ce-" Ayağımla dürttüm.

"Soluklan önce, bu tur doğruluk de."

"Akrobatik hareketler sunmayacaksam cesaretlilik." Yattığı yerden sırıttı.

"Açıkçası nasıl başaracağına bağlı, belki sunarsın belki sunmazsın." Dudağını büktü, "Percy'nin odasından şiirlerinden birini çal."

İrileştirdiğim gözlerim üstüne dikilince güldü, "Bir şey olmaz, o halleder."

Avutmak istercesine George'un omzunu ovaladım, "Onun sırası gelince beraber seçeriz istersen."

Verdiğim intikam teklifini reddederek, "İnan bana bunu bana sormasa ben ona soracaktım senin aracılığınla."

Şans dileklerimizi toplayarak odadan çıktı, tabii kocaman bir yudum aldıktan sonra. 

Oyunda alkolün yeri çok da kalmamıştı aslında.

Merakla kapının aralığından kafalarımızı uzattık dağ trolüyle, o an için bütün yaşananları unutmuştum. 

"Sence yapabilecek mi, gerçekten?" Odadan çıkınca sanki az önceki bağırışlarımızın yanında normal konuşma sesi çok batacakmış gibi fısıldadım. 

O da bana uydu, "Halleder ya, en kötü denedi deriz geçeriz. Çok isterse içer." Suratlarımız çok yakındı, nefesindeki alkolün kokusunu alıyordum. "Georgie'yi aziz yapıyorsun, arkadaş olmanız benden daha masum olduğu anlamına gelmiyor."

"Belki..."

 

George bir şekilde Percy'nin dikkatini dağıtmayı becererek cebinde şiir kağıtlarından biriyle döndü. Öğrenci başkanı belki fark eder de gelir diye bekledik. Viskiyi görmesi bizi yakardı. Bir süre sonra fark etmeyeceğini anlayarak içeri doluştuk.

Tekrar halka olduk zeminde. George cebinden çıkardığı korkunç yazı denemesini sahte bir öksürüğün ardından abartılı bir aksanla okumaya başladı, 

"Saçlarının dalgalanması beni mest eder

Ah, yok mu ışıldayan o gözlerin beni sana hapseder

Dilim lal olur seni görünce-"

Gülmekten öksürmeye başladı. Daha fazla devam edemedi. "Bunu okuyamam reezalet, bu ne!" Kahkahalara boğularak kağıdı önümüze attı, sonra şişeye sarıldı.

Fred'le göz gezdirirken ben bile sonraki kıtayı okumaya cesaret edemeyerek kendimi yere attım. Sanırım yapabileceğim tek güzelleme en azından bir jest yapmayı düşünmüş olmasıydı.

 

Şişenin dibini görene dek oyuna devam ettik. Başım dönüyordu ve sarhoş olmuştum, hem de kör kütük! George sonunda dayanamayark yerde sızıp kaldı. Fred onu yatağına taşırken ben de üstünü örtmek için battaniyesini açtım.

Sonra bahçeye inmeye karar verdik. 

"Ayakta duramıyorum." 

İtirazlarıma rağmen elimden tutarak bir şekilde merdivenlerden indirdi. Çoktan gece yarısı geçmişti. '94 yılına girmiştik. Geri sayım yapamamış olmanın hüznüne rağmen vücudumdaki alkol sayesinde kafamda düşünceler uzun durmuyordu.

Aşağıdakilerin çoğu odalarına çekilmişti, Bill ve Charlie hariç.

Ses çıkarmamaya özen göstererek bahçeye adımladım. Ayaklarımız toprağa değer değmez ikimiz de rahat bir nefes aldık. Ağzımızdan buharlar çıkıyordu ama soğuğu hissetmiyordum henüz. 

Biraz yürüdük, açıklık bir alana gelince yanına aldığını bile fark etmediğim bir örtüyü yere serdi, kendisi uzanırken bana da aynısını yapmamı işaret etti.

"Yıldızlar çok güzel değil mi?" diye sordu. En az benim kadar harfleri uzatıyordu.

"Hmhm," Evin ve gecenin yansıyan ışıklarıyla zar zor seçilen yüzüne baktım. "Öyleler ama buraya sadece yıldız seyretmeye gelmedik öyle değil mi?"

Suratında yamuk bir sırıtış yayıldı, "Ne zeki şeysin sen öyle, Potter."

Kıkırdadım, "Ne sandın, Gryffindor değilim sonuçta."

Onu kızdırmak için dediğimi biliyordu, sanki alınmış gibi yaptı, "Hiç beklemezdim senden, çok kırıldım." Parmakları belimde gezindi, merhametsizce gıdıkladı beni. "Koynumuzda yılan beslemiş, haberimiz yok!"

Gıdıklanan ben olsam da benimle kahkaha atıyordu.

Bir süre gıdıkladı, sonra onu iktirdim ve tekrar yanıma uzandı. Gülmeyi hemen kesemedik. Hâlâ sarhoştuk ve ergen.

"Özür dilerim."

Kısa süren sessizliği bölmesine şaşırmamıştım. "Biliyorum, kasabadan döndüğümüz günden beri her saat başı söylüyorsun neredeyse." Kolumu alnıma yatırdım.

O da kolunun üstünde yatar pozisyonda doğrularak bana baktı, "Hayır, cidden özür dilerim." Bakışlarımız birleşene dek bekledi. "Salakça davrandık- davrandım." Yüzünü buruşturdu. "Keşke bir şişe daha olsaydı."

"Sakin şampiyon," Tekrar uzanması için bastırdım. "beşinci sınıf alkolik olmak için biraz erken."

Beni duymazdan gelerek devam etti, "Geçen yaz popüler olduk, kasabadakiler epey taktı bize. Yeni bir kişilik oluşturmak eğlenceliydi, muggle gibi davranmak da... Aslında geride kaldığını fark ettim, rahatsız olduğunu da."

"Ne o, hala benden nefret mi ediyorsu? Öç alma çabası mı bu?"

"Hayır..." Kurtlu olduğu için yine doğruldu, "Kıskanmanı umdum. Ne bileyim bir tepki verirsin ve... Beklediğim şey kaçman değildi." Kaşları çatıldı, "Sanırım senin vereceğin tepkileri sen bazında düşünmedim. Vermeni isteyeceğim şekilde düşündüm. Aptallık ettim."

Kıkırdadım yine, "İsteyince gayet düzgün özür diliyorsun yani?"

"Nott konusunu oyun sırasında açtığım için de özür dilerim."

Gülmem durdu, durgunlaştım. İsmiyle bir elektrik çarpmışa dönüyordum. Okula döndüğümüzde nasıl olacaktı?

"Biraz fazla hassas davranıyorum herhalde. Çoğunuzun her şeyin farkında olduğuna eminim. Huyunu da biliyorum, doğru değil yaptığın ama merak ederken art niyetin olduğunu düşünmüyorum. Yoksa art niyetin var mı?"

Benim gibi durgundu yüzü, "Var, bence art niyet en azından."

"Şantaj peşinde-"

"Yok, o kadar drama peşinde değilim be garkenez. Sen de iyice annemin dinlediği radyo dinletilerindeki karakterlere çevirdin. Kıskanıyorum sadece."

Eninde sonunda bu konu açılacaktı, biliyordum. Bakışlarımı yıldızlara çevirdim ve iç çektim. Anlatmaya koyuldum, "Theo'yla durumlar karıştı. Her şeyi anlatmayacağım ama şunu söyleyeyim, senin durumunun o da farkında." 

"Durum? Bu bir durum değil, his."

"Her neyse işte," Oflayarak doğruldum, "Körükledi durumu. Sonra ben de başka durumları fark ettim. Herkesin bir durumu var. Durumlar ortada."

"Bir daha durum kelimesini kullanırsan seni boğacağım."

"Hayalet olursam sana musallat olmam."

"Boğarak öldüreceğim demedim."

Kahkaha attım, "Biliyor musun, kendime işkence etmemeliyim belki de."

"Biliyor musun," Kafasını omzuma yasladı, "bence de kendine işkence etmemelisin."

"Sen dediğinde aksini yapasım geliyor."

"İşkence et o zaman."

Bahçe cüceleri görünürde yoktu ama bir sürü baykuş ve gece kuşu görmüştüm bulunduğumuz yerden. Doğanın içinde bulunmak güzeldi.

"Annem seni de köşeye sıkıştırıyor mu?" diye devam etti. "Her eline geçen fırsatta ağzımdan laf almak için şekilden şekile giriyor da."

"Mhm, pek belli etmemeye çalışsa da ima edip duruyor. Yakında açık açık konuşacak diye tırsıyorum."

"Yok, tarzı değil. İmasına devam eder, kendince oyunlar ayarlar konuşman için."

"Sıçtın sıvadın, Fred. O gün George'u da almalıydık." Kafasını iterek omzumdan uzaklaştırdım. Koca kafası omzumu ağrıttı. 

"Annem hayatta salmazdı o zaman. Sirius için daha önceden hediye alman asıl kurtarıcı olurdu."

"Ah, benim suçum yani?"

Yaptığı imanın farkına anca varmış olsa gerek bocaladı, "Hayır, olan oldu zaten. Başka şansımız yoktu, demek istediğim o-" Bıyık altından güldüğümü yakaladı sanırım, yine beni gıdıklamaya başladı. "Sen çok fenasın."

"En iyilerinden öğrendim!"

 

Bir süre boğuştuk, gülüştük, boş boş konuştuk ve bakıştık. Sonra uyuyakalmışım. En son hatırladığım üşümeye başladığımda uzun bir silüetin hayal meyal geldiği ve üzerimizi örttüğüydü. Anca uyandığımda o silüetin Bill olduğu aklıma dank etmişti.

Bu saatten sonra kaçmamın alemi yoktu, hem kaçmadığım zaman sorunlarımın seslerini duyamıyordum. Snidget'ın cıvıltısı kuzgunun sesini bastırırken kendime işkence etme sebebi bulamıyordum. Kendi gardiyanımdım ve kendi zindanımdaki benliğimi azad etmiştim ya da öyle düşünüyordum.

 

Ertesi gün eşyalarımı toparlamaya başladım. Weasleylerle son günümün tadını çıkardım ve Fred'e eziyet etmedim. Onunla beraber güldüm. Charlie ve Bill'le vakit geçirdim, oldukça eğlendim.

İkisinde öğlen saatlerine doğru Kreacher geldi, eşyalarımı aldı ve ev sahipleriyle vedalaşmam için bana süre tanıdı. Teker teker hepsine sarıldım, Ginny'yle okulda görüşme kararı aldık, Bill de Charlie'yi kıskandığını ve arada mektubumu görmek isteyeceğini söyledi, Molly beni yaza tekrar görmek isteyeceğini, Arthur tanıştığına memnun olduğunu, George zaten iki güne beraber olacağımızı, Fred ise onu çok özlemememi(!) söyledi. Nyx'i kucağıma aldım, el salladım ve evimize döndük. Ah, Percy'nin varlığını yine unutmuştum.

 

 

 

***

 

 

 

Kendimi Grimmaul Meydanı 12 numarada bulduğumda ilk yaptığım şey geldiğimi evin her köşesine duyurmak oldu. 

"EVDEYİM!"

 

Babam ve Barty hızla oturma odasından çıkarak beni karşılamıştı. 

"Sonunda geldin, ha, başbelası?" 

Babamın açtığı kollarının arasına atlarken Barty'ye seslendim, "Aynısı söyleyecektim."

Bacaklarımı gövdesine sardım, kollarımı da geniş omuzlarının etrafına. Suratımı boyun girintisine yaslarken babamın çok özlediğim kokusunu içime çektim. 

"Çok özledim..."

Çocukça davranmak istemesem de boğazım düğümlenmişti.

"Tatlı prensesim, minik şeftalim..." Saçıma öpücükler yerleştirdi. "Tatilde yanında olamadığımız için çok üzgünüm. Ne kadar heveslendiğini biliyorum. İstediğin kadar kız, haklısın."

"Yazın hepberaber Quidditch Dünya Kupası'na gidersek affederim."

Boynuna mırıldandığım sözlerle kahkaha attı, bedeniyle beraber sarsıldım. Mümkünse daha sıkı sarıldı, oturma odasına adımlamaya başladı.

"Tamam, minik şeftalim. En güzel yerden alacağım bileti. Hatta istersen şu Bulgar arayıcıısyla tanışırız. Neydi adı Viktor Kramp?"

Mutfaktan Barty'nin sesi yükseldi, "KRUM!"

Fanatikliğine gülerken babam beni koltuğa bıraktı. "Aç mısın?"

"Ne zaman değilim ki?"

Çenesini ovaladı, "Depresif depresif ergenlik yaparken aç olmuyorsun bak."

İtiraz eden sesler çıkardım, "Depresif değilim ben." Burnuma dolan kokuyla yayıldığım koltuktan doğruldum. "BARTY MAKARNA MI YAPIYOR?!"

Babam tepkime gülerken ben mutfağa uçtum, fasulye sırığına benzeyen sarışına yapıştım. "Seni de çok özledim, Barty."

Şaşırtıcı bir şekilde yapışmamdan şikayet etmedi, büyüyle ocağı kapattı ve bana sarıldı. Yanağında hiç pütür pütür sakal olmadığını fark ederek daha da şaşırdım, kokladım. "Sen yeni tıraş mı oldun?"

Geri çekildi ve beni süzdü, "Sen benim için hazırlanmamış olsan da ben sen seviyorsun diye tıraş oldum, evet bücür."

"Bir dahakine eve abiyeyle girerim, not alındı."

"E, bir zahmet."

Mutfak dolaplarına yöneldim, üç tabak çıkardım. "Mutfakta yiyoruz değil mi?" diye sordum emin olmak için.

"İstersen televizyon karşısında da yiyebiliriz." Babam yanımıza gelmiş, mutfak duvarına yaslanıyordu.

"Hayır," Kafamı salladım. "Sizi özledim, yüzünüze bakarak ve muhabbet ederek yemek yemek istiyorum."

Barty tabakları doldururken bir yandan takılmadan edemedi, "Turunçgiller iyice evi mi özletti?"

Çatalları tabaklarımızın yanına sıraladım. "Aslında evet, onları bir arada görmenin de etkisi oldu."

Babam sesini çıkarmadı ama içten içe kötü hissettiğine emindim, bakışları bizimle değildi. Söylediğimden pişman olsam da yalan söylememdense en azından hislerimi dillendirmemin daha sağlıklı olacağına karar verdim. Babamı üzgün görmekten nefret ediyordum, babamsız olmaktan nefret ettiğim gibi.

Sofraya oturduğumuzda ne kadar yorgun gözüktüklerini fark ettim. Babamın gözaltları daha koyu halkalarla bezeliydi, yüzü süzülmüştü, saçları da dağınıktı. Barty görünüş olarak çok farklı gözükmüyordu, ta ki bakışlarını yakalayana dek. Gözleri durgundu, yorgundu. Çilleri daha belirgindi, aynı ormanda buluştuğumuzdaki gibi. Sanki rengi çok az daha solgundu.

"Quidditch nasıl gidiyor? Süpürgene alıştın mı?"

Babamın sorusuyla onları incelemeyi bıraktım. "Evet alıştım, çok eğlenceli gidiyor. Marcus Flint'i sinirlendirdiğim her saniye hayatıma renk katıyor."

"Babasını da sevmezdim zaten." Barty kimi seviyordu ki eski sınıf arkadaşlarından?

"Alaric'in nesi oluyor Marcus?" Flint soyadını taşımaları normal şartlar altında yakın bir kan bağları olduğunu göstermezdi, fakat Flint ailesinin fazla genç ferdi olduğu söylenemezdi.

"Kuzeninin çocuğu." Kaşlarımı çattığımı görünce açıkladı, "Aynı Theodore gibi. Theodor'un büyükannesi bir Flint, onun erkek kardeşlerinden biri Alaric'in babası."

Safkan dedikodumuzu da almış olduk böylece. "Acaba o ne yaptı tatilde? Elowen'la karşılaştığımızda onlarda olduğunu teyit etmiş-"

"Ne zaman Borgin and Burkes'e gittin?"

Babamın Knockturn Yolu'na girmiş olduğumu fark etmemesi imkansızdı zaten.

"Hediyelik eşya ararken. Boş ver onu baba, yalnız değildim, hem başımın çaresine bakıyorum gayet."

Barty çatalına doladığı makarnasını yerken homurdandı, "Senin Theo iyi partilemiştir."

"Pek öyle bir ruh halinde değildi aslında."

"Elowenlar düzenleyecekti bu seneki kış balosunu." Anlamlı bir bakış attı. "Hani safkan balosu, hepsi geliyor, falan filan. O."

Yani Greengrass'laydı.

"O zaman tatilinin kötüü geçtiğini zannetmem."

"Ben de."

Babamın bakışları ikimiz arasında gidip gelirken herhalde tadımızı kaçırmak istemedi ki ağzını açmadı. Theo konusunu unuttuk. Benim tatilimi konuştuk. Kaybolmamı ve sarhoş oluşumu es geçerek tatilimden bahsettim. Onları özlemiş olsam da tatilimin kötü geçmediğini söyleyerek içlerini bir nebze de olsa rahatlatmak istedim.

Nitekim işe yaradı, bu konu da açılmadı bir daha. Gecikmiş hediyelerimizi açtığımız, sıcacık, tembel bir gün geçirdik. Yaşamak istediğim tatilin küçük bir kesitini yaşatmak beni mutlu etmişti. En önemlisi ise Barty de babam da yanımdaydı.

 

Notes:

Sonunda buraya da atıyorum ficimizi, cümleten gözümüz aydın Wattpad'den gelen tayfa