Chapter Text
Bir haftadır üzerimde olan yorgunluk ve hiçbir şey yapmama isteksizliği yüzünden geceleri geç yatıp gündüz de öğleden sonraya doğru kalkıyordum, daha doğrusu kalkmamak için debelenip duruyordum. Ama şimdi mutfaktan gelen sesle uyandım ve evin içine yoğunca yayılan feromonlarını soludum derince. Dünden beri her zamankinden fazlaca ancak dikkatli olacak şekilde kokusunu salgılıyordu. Hala evin içinde onu rahatsız eden alfa feromonlarının olduğunu anlamıştım ve bu durumdan yakınmıyordum. Aksine onun feromonlarıyla bütün bir ömrümü geçirebilirdim.
Mayışmış bir şekilde gülümserken uykulu olsam bile yorganı üstümden attığım gibi kalkarak içeriye, kokusuna doğru yürüdüm.
Jungkook’un sabah kahvaltısı için pişirdiği yemek kokusu kendi kokusunun yanında bütün evi kaplamıştı. Gözlerim henüz açılmamıştı ve ocağın başında beni gördüğünde bana gülümseyerek “Günaydın,” dediğini fark etmiştim. Ama cevap vermedim, sadece ona doğru yürüdüm ve sonra boynuna sarılarak kucağına tırmanıp bacaklarımı beline doladığım gibi boynuna kondurduğum öpücükle yüzümü tam öptüğüm yere gömdüm. Hafif hafif de soludum.
Jungkook güldü ve hemen uyum sağladı. Yemeğin kaşığını bırakmadan diğer eliyle kalçamdan destekleyip beni kucağına sabitledi ve tıpkı ona yaptığım gibi boynumdan öpüp yemeği yapmaya devam etti. Bir süre bu pozisyonda kalmayı sürdürdük ve inanılmaz ama o kadar rahattı ki, kısacık da olsa uykuya daldığımı söylesem yalan olmazdı.
Kendime geldiğimde uyandığımı anlaması için parmaklarımı Jungkook’un saçlarının arasına götürüp minik minik masaj yapmaya başladım. O da anlamış gibi açıkta kalan boynumdan öptü ve “Günaydın koca bebek.” diyerek eliyle desteklediği kalçamı patpatladı.
Dudaklarım boynunda soluklanırken huysuzca karşılık verdim “Günaydın.” ardından kalçama hızlı bir şaplak yiyip üzerine bir de “Dövseydin bir de, o nasıl günaydın demek.” diye Jungkook’tan azar yedim. Yaşadığım şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdığım gibi omuzlarından ittirip doğruca yüzüne baktım.
“Döverim?”
“Hiçbir şey yapamazsın.”
“Yemin ederim döverim.”
“Dene bakalım.” dediğinde yapamaz mıyım sanıyorsun der gibi kaşlarımı biraz daha havaya kaldırdım ve omuz silkmesiyle birlikte ona benimle dikleşmesinin cezasını vermeye giriştim. Elimi omzuna doğru sertçe vurmak için havaya kaldırdım ancak başaramadan parmakları bileklerime sarıldı, dudakları da dudaklarıma beni sarsacak şekilde kapanıp aynı hızla geri çekildi.
Bu sefer ben de tepki olarak kaşlarımı çattım “Bak, dolandırıcılık yapıyorsun ama.”
“Hiç öyle bir şey yapmam.” dedi ve ardından tekrar öptü.
“Ama böyle öpersen dövemem.”
“Amaç zaten o yavrum.” dedi ve ben daha karşılık veremeden, tezgahın üstüne oturttuktan sonra ellerini kalçama koyup beni sabitleyerek bir öpücük daha kondurdu dudağıma. Bir kez de yanağımdan öpüp hiçbir şey olmamış gibi tekrar ocağa döndü, tavanın içindeki sebzeli kimchiyi karıştırmaya devam etti. Yemeği yaparken ve masayı hazırlarken ki her hareketinde bana temas etmek bir an olsun vazgeçmiyordu, kokusu hep ciğerlerime dolduruyordu. Arada dönüp beni öpüyor, omzuma, dizime ya da yanağıma dokunuyordu. Her küçük teması içimde kıpır kıpır bir his yaratıyordu, yüzümde istemsizce bir gülümseme beliriyordu.
Sabahlardan nefret ederdim ama şimdi fark etmiştim ki Jungkook’la sabah saatleri bile güzeldi. Benimle konuşuyor, beni duyuyor, dinliyor, ellerini üzerimden çekmiyordu ve bunları yapmak içinden geliyordu. Jungkook gerçekten sabahımı ısıtan, mükemmel bir alfaydı.
İçerisine biraz su eklediği tencerenin içinden kaşıkla minik bir lokma alıp üfleyerek bana uzatırken uyardı hemen “Biraz acı olabilir. Yanlışlıkla benim kimchiden koymuşum ama fark edince acısını bastırmak için eklemeler yaptım.”
“Olsun, sen yaptıysan yerim.”
Kaşığın ucundaki lokmayı dikkatlice alıp çiğnerken Jungkook’a bakmayı sürdürdüm ve o da gözlerini benimkilerden ayırmadı. Gözleri dudaklarıma kayıp parmağının ucuyla köşesini silerek göz kırptı ve “O zaman ben de seni yerim.” diyerek boynuma bir öpücük bırakarak ocağın altını kapattı.
Sonra da ellerini bir kez havada çırpıp devam etti ve beni masaya götürmek için kucakladı “İşte, hazır.”
Sonra hiç uyarı vermeden kollarını belimin altına yerleştirip beni tekrar kucağına aldı.
“Ben inerdim,” dedim hafifçe kıpırdanarak ama buna hiç de itirazım yoktu.
“Kucağımda olmanı seviyorum,” burnunu yanağıma sürtüp hafifçe de iç çekti “Hatta kokunu biraz daha yaysan çok daha iyi hissedeceğim.”
Omegam bu isteği karşısında ilk kezmiş gibi heyecanlanırken gülümseyerek parmaklarımı ensesindeki saçlarının içine gömdüm, yanağından bir öpücük çalıp feromonlarımı biraz daha arttırdım. Bedenindeki gevşeme elimin altında fazlasıyla hissedilebilirdi ve başka bir alfanın ufacık feromonlarının bile bu kadar bariz etki ettiğini düşününce, kendi üzerindeki etkimi hayal bile edemiyordum.
Masaya ulaştığımızda kucağındayken beni diğer sandalyeye oturtmak yerine aynı sandalyeye oturmamıza şaşırdım. Bu kadar yakınlığı ve teması beklemiyordum ama kalkmak için davranmadım. Zaten o da rahat edebilmem için diğer sandalyeyi ayaklarım altına çoktan çekmişti bile. Ona uyum sağladım, kimchi kavurmasını diğer tabakla birlikte önüme çekerek yemek çubuklarının birinin ona verdim.
Çubukları eline alıp şöyle bir inceledi ve konuşmadan önce kasenin köşesine vurdu.
“Şu yemek çubuklarının ışın kılıcına benzeyenlerini gördüm bir sitede.”
“Siyahla mavi olan mı?”
“Hı-hmm.”
“Sanırım gördüm geçen günlerde instagramda.”
“Dur bak, göstereyim.”
Masanın üzerindeki telefonunu alıp bana aldığı ekran görüntüsünü gösterdiğinde kendimizi derin bir sohbetin içinde bulduk. Sabahın aydınlattığı sakin ve mutfağı bir olan küçük evimizde, o kadar çok şeyden konuştuk ki… Yaptığımız en saçma hatalardan, kıçımızın açık sanıldığı rüyalardan, sevdiğimiz şeylerden, şohbenin bir türlü suyu ısıtmıyor oluşundan, hatta bu yüzden benimle duşta kurduğu yanak kızartacak cinsten düşüncelerinde… Her şey o kadar güzeldi ki… Anlatmak isteyip de hep içimde tuttuğum her bir düşüncemi farkında bile olmadan bir bir anlatmaya başlamıştım. Çünkü kendimi güvenli yerimde hissediyordum.
Sabahlarımın böyle, bazen onun kucağında bazen de yanı başında geçecek oluşunu düşünmek beni istemediğim kadar çok gülümsetmeye yetiyordu. Ancak aklımda sinsice gezinen düşüncelere de engel olamıyordum. Sürekli ötelesem de olmuyordu, dünden sonra kuruntu mu bilmiyordum ama bana ve omegama huzursuzluk veriyordu.
Düşüncelerimin arasında yemeğin son lokmalarını da götürdükten sonra Jungkook elini uzatıp dudak kenarımdaki sos kalıntısını sildi ve parmağını ağzına götürerek göz kırptı. Sadece göz kırpmakla kalmadı, bir “Mmm…” sesiyle parlak gözlerini yüzümde gezdirdi “Senin tadınla sabah yemekleri daha bir güzel oluyor.”
Ona belli etmeden toparlanıp kıkırdadım ve ona kısacık bir öpücük vererek geri çekildim. Hemen ardından ise masumane bir tavırla hedefimi gerçekleştirmek için ufak bir oyuna giriştim. Bu sırada da ellerimden biri sürekli ensesindeki saçlarla oynuyordu onu etkim altına almak için.
“Hmm… Başka ne güzel olur biliyor musun?” dedim cilveli bir tonla.
“Ne?”
İşaret parmağımı dudaklarının altında sürtüp çenesine, oradan da boynuna ve adem elmasından göğsüne doğru sürükleyip nefesimizi karıştıracak bir şekilde dudakları üzerine fısıldadım “Bulaşıkları hallet ve odaya gel. Sana daha güzel şeyler tattıracağım.”
Kaşlarını kaldırdı ve bir şey söylemesine fırsat bırakmadan ayaklanıp odaya geçmek için koşturdum ama Jungkook’un büyük elleri bileğimi kavrayıp beni kendine çekti ve eli belimi sardı. Sonra kulağıma eğildi.
“Kuralları unuttun galiba, bulaşıklar senin, tencereler benim.”
Plan beklemediğim bir şekilde bozulduğu için şaşkındım çünkü yani… Böyle bir teklifi reddebileceğini düşünmüyordum, iradesi nutkumun tutulmasına sebep olmuştu.
“Ama-ama bu-”
“Bu sefer işe yaramadı ama bu konuşmanın aynısından yine istiyorum, haberin olsun.” dedi ve çenemi tutup hafifçe sallayarak devam etti “Hadi bakalım, doğru bulaşığa. Ben de diğer işleri halledeyim. Şu evi insana çevirelim.”
Orada yıkılmış bir şekilde durup ona bakarken Jungkook kalçama beni zıplatan bir şaplak attı ve ben bununla kendime gelip ona agresifçe bağırdım “Yaah! Sen iyice alıştın bu şaplak işine!”
“Hedef mükemmel olunca kendimi durduramıyorum,” dudaklarını kıvırıp omuz silkti “Bir de güzel şaklıyor, hoşuma gidiyor yalan yok.”
“Git, git buradan gözüm görmesin seni!”
Onu ittirip birkaç kere de omzuna vurarak odaya kaçışmasını sağladıktan sonra oflaya puflaya bulaşık işine giriştim. Pek mutlu olmasam da dediği gibi kural kuraldı ve aslında birçok zaman Jungkook bütün bulaşığı üstlenmişti, mızmızlık yapmam sadece işleri inatlaştırmam demekti.
Bu sırada Jungkook çantasıyla getirdiği kıyafetlerden kirlileri ayırmış elinde çamaşır sepetiyle kapıya doğru yürüyordu. Çıkmadan önce çamaşır dairesine gittiğini söyleyince ona köpüklü ellerimle tamam işareti yapıp öpücük attım ve işime devam ettim.
Çamaşırla ve kirli sepeti ikilisi aklımda neden sürekli yankılanıyordu anlamadığım için beş dakika kadar bulaşık işleriyle oyalandım ama sonra zihnim, olması gereken kırmızı sinyalleri geç de olsa gönderdi.
Çamaşırlar..
Kirli sepeti…
Yeni aldığım iç çamaşırları…
Renk renk, ipli ve dantelli bir sürü iç çamaşırı.
Ellerim anında dondu, gözlerim büyüdü. Hepsi kirli sepetinin içindeydi ve Jungkook erken geldiği için yıkayıp kaldırma fırsatım olmamıştı.
“Hayır hayır hayır… Siktir, hayır.” diye bağırarak mutfağı terk ettim, evden çıkarak aşağıya koşturdum. Merdivenleri üçer beşer atlayarak, neredeyse delirmiş bir telaşla yumuşatıcı kokan çamaşır dairesine virajı keskince alarak nefes nefese hızlı bir giriş yaptım.
Geç kaldık.
Siktir.
Omegamla aynı anda birbirimize fısıldadığımızda Jungkook, çamaşır makinesinin önünde eğilmiş bir şekilde duruyordu. Elinde lanet olasıca vişne rengi, sadece ön tarafında kumaş parçası olan iç çamaşırımı tutuyordu. Başparmağıyla iplerinden birini şöyle bir çekmiş, dudakları hafif aralanmış, yüzünde açık açık etkilenmiş ama şaşkın bir ifade vardı.
Sonra geldiğimi fark etmiş olmalı ki iç çamaşırımın ipleri arasında göz göze geldik.
Bir saniye boyunca zaman durmuş gibi hissettim. Çamaşır makinelerinin dönen motor sesleri, arada bir florasanın tiz sesi, hatta göğsümün içinden geçen çarpıntının sesi bile yankılandı kulaklarımda. Loş lambanın altında Jungkook’un yüzündeki şaşkınlık yerini çok kısa sürede tanıdık bir sırıtışa bıraktı. Aynı anda da yanağının köşesinde bir gamze belirdi, gözleri parladı. Yüzüne o edepsiz, kendinden emin gülümseme yerleşti ve başını iki yana sallayarak “Şimdi de bunlardan birini mi giyiyorsun?” diye sordu.
Tam o an buhar olup evrene karışmak, yok olmak istedim…
Hiç böyle olsun istememiştim, hem kızarmış hem de biraz kızmıştım bu yüzden de üzerine doğru koşturup elindeki iç çamaşırımı kaparak sepettekileri de alelacele topladığım gibi yukarıya koşmaya başladım. Ayaklarım nereye bastığımı bilmiyordu ama tek bildiğim: Jungkook’tan uzaklaşmalıydım.
“Nereye, gelsene bir, konuşalım kaçma hemen!” diyen sesiyle adımlarını duydukça daha çok hızlandım ve apartmanın içinde bağırdım “Hayır, istemiyorum. Gelme sen de git!”
“Kızdın mı sen? Gel şuraya konuşalım yavrum, kaçma.”
“Konuşmayacağım, git.”
Evin kapısına vardığımda şifreyi hızlıca girdim ve o gelmeden kapıyı üzerine kapatmak için ittirdim ama tam o anda Jungkook’un ayağı araya girdi.
“Taehy-”
“Çek ayağını of!”
Kapıyı kapatmaya çalışırken ayağını tekmeledim, ve hafif bir homurdanmayla çekilmesini fırsat bilerek kapıyı kapatıp tek tuşla kilitlediğim gibi sırtımı yasladım.
Çok sinirliydim ama çok da mutsuz çünkü gerçekten hiç böyle hayal etmemiştim. Gördüğünde şok olup büyülenmesini, parlak parlak bakan gözlerindeki bütün değişimlerin sebebi olmayı istemiştim. Ama şimdi bütün planlarım bozulmuştu ve karşımda sırıtmıştı.
Bir süre dışarıda kalmasını ümit ederek sırtımı kapıdan ayırarak attığım iki adım, tahmin etmediğim bir sesle duraksamamı sağladı.
Bip-bip, bip-bip, bip. Klik.
Kahretsin, kapıyı kilitlemiştim ama diğeri tamamen aklımdan çıkmıştı. Çünkü her lanet evin tek kapısı olurdu, ikinci kapının aklıma bile gelmemesi oldukça normaldi.
Jungkook’un feromonları kapıyı açtığı anda bütün evin içine üşüştü. Yavaşça arkamı döndüm, kapıyı kapatırken gözleri direkt üzerimdeydi. Göz bebekleri parlıyordu, alnındaki birkaç saç teli düşmüştü ve dudaklarında hafif bir gülüş vardı.
Çikolatanın en yoğun, en tatlı kokusuyla sarılan dört bir yanım yüzünden elimdeki iç çamaşırlarını eşofmanımın ceplerine sıkıştırıp başımı eğdim, elimle de yüzümü kapattım. Sanki o beni görmezse ben de onun varlığını inkar edebilirmişim gibi. Fakat tam önüme geldiğinde vücudumun her köşesinde Jungkook’un feromonları bir anda hissedilir olmuştu. Kokusu… Yoğun, sıcak ve yaramazdı. Hem meraklı hem de cezbedici.
“Hmm…” diye bir ses çıkarttığında sinirlenip ayağımla yeniden ayağına vurdum ve ellerimin arasından boğukça konuştum “Tek kelime etme.”
“Sadece bir şey merak ediyorum… Şu anda da onlardan birini mi giyiyorsun?”
Ellerimi yüzümden çekip onu omuzlarından ittirerek “Çok kötüsün, çok da edepsiz! Tek kelime etme dedim sana.” dediğim gibi arkamı odaya gitmek için döndüğümde kolumdan tuttu. Sert ama oldukça zarif bir şekilde geri çekti beni ve ben daha bırakması için yakınamadan elleri ensemdeki saçlara tutunup dudakları dudaklarıma kapandı.
Neye uğradığımı şaşırdım ve ilk başta ellerimi koyacak yer bulamadım. Sertti, tutkuluydu, baştan çıkarıcıydı özellikle feromonları bana saldırırken oldukça da vahşi. Nefesimi içine çeken şiddetli bir fırtına gibiydi. Dudakları dudaklarımın arasına öyle bir iştahla saldırıyordu ki kalbim, kaburgalarımı kıracak kadar hızlı atıyordu ve neredeyse ayakta duramayacak kıvama gelmiştim.
Ellerimden birini ondan güç almak için saçlarına götürüp çekiştirdim ve diğerini de eşofmanının lastiğine geçirip kendimi ona yasladım. Bununla birlikte Jungkook’un kalçamı kavradığı gibi kendine daha çok yaslayarak onu bütünüyle hissetmemi sağladı.
Beni öperken, bana dokunurken ve onu hissederken nefesimi, düşüncemi, kendime dair ne varsa her şeyi yitirir gibi hissederken nasıl oluyor da dünden beri beklediğimizi aklım bir türlü almıyordu. Aramızdaki tutku, dudaklarından dökülüp diline, oradan da boğazıma kadar sızıyordu, birbirimizi öpmekten çok artık işgal ediyorduk.
Jungkook alt dudağımı ısırarak geri çekildiğinde elleri kapüşonlumun ucunu buldu ve beklemeden çıkartarak yeniden bizi birleştirdi. Ama bu kez yönü boynum olmuştu ve ben daha kolay erişebilsin diye üzerine tırmanarak kucağındaki yerimi hızlıca almıştım.
Dişleri tenime değdiğinde, kesikçe bir nefes aldım ve omuzlarını sıkıştırarak inledim. Dudaklarını bastırıp emdiği her an nefesimin kesilmesine yol açıyordu ve bunu yapmasına bayılıyordum. Beni ayak ucuma kadar titretiyordu.
İnlediğimde Jungkook hafifçe geri çekildi ve sıcak nefesi hızlı aralıklarla boynuma çarparken beklemeye başladı. Aynı şekilde ben de nefes nefese kalmıştım ve feromonları yüzünden neredeyse sarhoş olacaktım.
Kendini toparlamaya çalıştığını kalçamı sıkan ve muhtemelen sabahında izi kalacak o yerden anladığımda sesi boğukça kulağıma doldu. Sakindi ama toplamasına bakılırsa biraz sonrası için pek öyle olmayacağı kesindi.
“Şu kokuyu…” derken hafifçe yutkunma sesi kulağıma doldu “Yok etmem gerek.” dediğinde kendini tuttuğu tüm anların sonuna geldiğimizi anladım. Dünden beri bütün ufak temasları, kokumu arttırmamı istemesi bu yüzdendi. Ben de kendimi tam anlamıyla ona bıraktım.
Kollarımı boynuna dolayıp kucağına kendim çıktım ve dudaklarımızı birleştirdim. Jungkook beni kontrol edebilmek için ellerinden birini saçlarımın arasına götürdü ve güçlüce sıkıştırdı, kalçamı da aynı şekilde tutarak sıktı. Bedenim bedenine, onu sadece arzulayarak değil ihtiyaç duyarak yaklaşıyordu. İçten içe titriyordum heyecanla ve uyuşmuş parmak uçlarım sert, güçlü ve sıcak omuzlarına tutunarak güç alıyordum.
Jungkook diliyle dudaklarımı araladığında öyle bir tutkuyla öptü ki beni, içimde kıvılcımlar çaktı. Dilinin baskısı, nefes alışındaki hız, ellerinin bedenimde gezinmesi… Cayır cayır yanıyordum resmen.
Aralarda çıkan boğuk seslerle deliliğe yaklaşan bir hale bürünüyorduk ve kalp atışlarımız yaşadığımız adrenalinle her geçen saniye artıyordu. Elimi ensesinden biraz daha yukarıya çıkartıp aşağıya çekmem onu delirtmiş olmalı ki hırlayarak belimi sıkıştırdı ve inlememi sağlayacak şekilde dudaklarımı dişledi.
Kucağında odaya doğru ilerlerken feromonlarımız havayı kaplamıştı ve onun aksine ben kontrolsüzce bütün evi istila etmeye başlamıştım. Beni baskılamaması omegamın özgürce dilediğini yapmasını sağladığı için özgüvenim oldukça yükselmişti.
Odaya vardığımızda, Kafein’in rahatsız olduğunu belli eden bağırmasıyla odayı terk etmesi kısa sürdü ve Jungkook kapıyı ayağıyla itip kapattı. Sonra da beni yatağa attı. Nefes nefese, feromonlarımızla boğulmuş halde dizlerimin üzerinde doğrularak eşofmanını çıkartan Jungkook’a aynı şekilde ben de çıkartarak eşlik ettim. Ardından o kapüşonlusunu sıyırırken dayanamadım, çıkartıklarımı yere gönderip karnına avcumu yasladım.
Tenine dokunduğum anda, parmak uçlarımın altında gerilen kasları hissettim. Onları yukarıya doğru sürürken tenindeki sıcaklık elimi cayır cayır yakıyordu. Kaburgalarının oradan göğsüne, oradan da boğazına kadar uzanan sıcaklık… Onu dokunarak ezberliyordum, sanki ilk kez keşfediyormuş gibi.
Jungkook kapüşonlusunu sıyırıp attığında, siyah saçları darmadağın oldu, alnına düşen birkaç tutam, çehresini daha da keskinleştirmişti ve kömür karası gözleri de hafifçe kızıllaşmıştı. Üzerini fırlatıp atması pürüzsüz göğsüyle ve kalbimi hızla çarptıran dövmesiyle karşılaşmama sebep oldu ve dokunmak için yukarı tırmanan bileğimi hızla tutması saniyeler sürdü.
Anında gözlerimiz buluştu ve beni dudaklarımızın arasında birkaç saniye kalacak kadar yakınıma çekerek bekledi. Nefes alışlarımız birbirine karışıyordu, bakışları öyle yoğundu ki, aramızdaki hava sanki elektrikle dolmuştu.
Dudaklarının kenarına kaydı gözüm, ışığın altında hafifçe parlayan nemli ıslaklık, henüz ayrıldığımız öpücüklerin iziydi ve o izin bütün vücudunda olmasını istiyordum. Ancak neyi beklediğini bilmiyordum, bu yüzden de gözlerimi dudaklarından ayırmadan nefes nefese sordum.
“Neyi bekliyorsun alfa?”
Jungkook’un bileğimi kavrayan eli biraz daha sıkılaştı ve gözlerindeki kızıllık karalarıyla karışarak başkalarının korkacağı ancak benim eriyip bittiğim bir renge büründü.
“Hesap yapıyorum.” dedi ve ben kaşlarımı sorar gibi kaldırdığımda devam etti “Ne kadar süre dayanırsın diye.”
Öyle bir tonda söylemişti ki bunu omegamın titrediğini hissettim. Dizlerim yumuşadı, midemde kelebekler değil, kocaman bir yangın oluştu ve müthiş bir özgüvenle doldum.
Bütün bedenimin ısısı artarken gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, dudaklarımı hafifçe ısırdım ve bende yarattığı özgüvenin hakkını vermek için omegamdan destek aldım. Gözlerimin renginin yansımasını onunkilerde gördüğümde bileğimi tuttuğu elinden yavaşça kurtardım ve sweatimi çıkartıp attığım gibi yatağın ortasına doğru tam karşısına uzandım.
Öncekiler kadar iddialı olmasa da yeni aldıklarımdan en sade olanlarıydı ve sadece iç çamaşırlarımla karşısında durmak bile kalp atışlarımın göğsüme çarpıp durması için yeterliydi. Ancak dediğim gibi, bana bakışı, bana dokunuşu ve sözleri cesaretimi körüklediği için omegamla çıtayı biraz yükseltmekte bir sorun görmedik.
Dirseklerimin üzerine geriye doğru yaslanmış bir şekilde ona bakarken hafifçe gülümsedim ve sonra yavaşça bacaklarımı araladım “Belki bu hesaplamana yardımcı olur,” dedim.
Pasif bir omega için baskın bir alfaya büyük sözlerdi bunlar ama Jungkook, basit bir alfa değildi. Her ne olursa olsun, benim alfamdı. Benim.
Bakışları ne araladığım bacaklarıma ne de iç çamaşırlarıma kaydı. Sadece gözlerime baktı ve ben de ona olan sonsuz güvenimle bakarken tek bir kez bile gözünü kırpmadan konuştu.
“Hesapladım.”
“Kaç saat buldun?” dediğim anda Jungkook bunu bekliyormuş gibi ayak bileklerimden tuttuğu gibi beni ters yüz edip arkama geçti ve bileklerimi başımın üzerine sabitledi. Neye uğradığımı şaşırdım ve açıkçası ufak da olsa kendi sonumu mu hazırladım diye düşündüm çünkü tam kalçama doğru sertliğini hissettirip kulağıma doğru boğukça kıkırdayarak fısıldadığı şey, tam da bunu hissettirdi.
“Sen saat olacağını mı düşündün?”
Ardından kalçama doğru bir baskı daha yaptı ve bu dudaklarımı içe katlayarak sessizce inlememe sebep oldu. Bu son sessiz inlemem oldu çünkü Jungkook’un dudakları kulağımın altından omurgama doğru ilerlemeye başladı.
Islak dudakları, öyle yavaş, öyle içimi titreten bir şekilde ilerliyordu ki öpücükleriyle her bir omurum tek tek titriyor, göğsüm sıkışıyordu. Nefesimi tutmaya çalıştıkça içimde biriken tüm duygular, kelimelere dökemeyeceğim o yoğunluğun altında ezilerek beni tüm dünyadan soyutluyordu. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım ancak kafamın içinde uğuldayan tek şey onun sıcaklığı, kokusu ve dudaklarının bıraktığı ıslak izlerken bu pek mümkün değildi..
Dudakları omurgamdan aşağıya doğru inerken, sırtımda dolaşan nefesi tüylerimi ayağa kaldırdı. Bileklerimi bıraktığı için yorganı ellerim arasına sıkıştırdım ve başımı gömerek güç almaya çalıştım ancak dayanamadım, dudaklarımdan istemsizce ismi döküldü.
“Jungkook…”
Jungkook hiçbir şey söylemeden iç çamaşırımı sıyırarak dudaklarını nefesimi kesen bir noktaya değdirdiğinde istemsizce sırtımı yay gibi gerip kaçındım ama o buna engel oldu. Büyük elleri kalçalarıma tutundu ve “Rahat dur.” diyerek bu kez dilini beklemediğim bir şekilde içeriye kaydırdı.
Omegamla birlikte baştan aşağıya titredik ve kelimenin tam anlamıyla delireceğimi sandım. Dilinin her darbesinde nereye sığacağımı, ellerimi nereye koyacağımı bilemediğim için bir süre kendimi tuttum ama çok sürmedi. Dili ulaşabileceği ve beni zorlayabileceği en son noktayı buldu ve adını duymaktan son derece memnunmuşçasına beni zorladı.
Omega sıvımın sıcaklığını bacaklarımın arasında hissederken dilinin yetersiz geldiği o noktaya ulaşarak “Lütfen…” diye hıçkırdım ve yorganı çekiştirerek nefes nefese devam ettim “Jungkook lütfen, lütfen sana çok ihtiyacım var.”
Neredeyse sızdırma noktasındayken Jungkook’un dili ona en muhtaç olduğum anda kalçalarım arasından çekildi. Sızlanarak burnumu çektim ve ona uzanmak elimi arkaya attım. Jungkook uzattığım elimi tuttu ve özenli öpücükleriyle omurgam boyunca yukarı tırmanarak yeniden onu hissetmemi sağlayacak şekilde üzerime kapandı.
“Tadın ve…” derken nefes nefese “Kokun…” boynuma ve yanağıma kondurduğu öpücüklere mest olarak gözlerimi kapatıp sözlerine gülümsedim “Nasıl bu kadar güzel olabilir?”
Elleri elimin üzerine kapalı, dudakları da tenimde dolanırken bu anın tadını zevkle çıkarttım. Ruhumun bütününe dokunmasına izin verdim.
Jungkook biraz öncenin aksine kendini dizginlemişti ama bir parçası hala mücadele ediyor olmalıydı ki köpek dişlerini bana bariz bir şekilde hissettirmeden durmuyordu. Tenime her geçirir gibi yaptığında omegam deliriyor, mühür yerimde oluşan hassas duyarlılık beni altüst ediyordu. Bunu yaptığı her an bedenim refleksle ona doğru çekiliyordu ve sertliğine sürtünmeden duramıyordum.
Feromonlarından bahsetmiyorum bile… O kadar güçlüydü ki, ciğerlerimi yakıyor, bilincimi tatlı bir sersemliğe sürüklüyordu. Sanki burada, dizlerimin üzerinde ve onun altında değildim de yoğun bir rüyanın içindeydim.
Dişleri altında hassaslaştığım için “Ah, alfa…” diye bir inleme bıraktım ve bu sanki bir şeyleri uyandırmış gibi hızlıca, güçlü elleriyle kalçamı kavradı, beni kaldırdı. Sırtımı kendi göğsüne yaslayıp bizi birbirine tam anlamıyla yapıştırdı. Boy farkımız pek yoktu ama beden farkımız yüzünden kollarının arasında kaybolmuştum.
Bu yeni pozisyonda hareketlerim daha özgürdü bu yüzden hafifçe ona döndüm ve öpücüğüne yakalanmamla dudaklarımın arasından soluksuz bir ses kaçırdım. Ardından bir yenisi, bir yenisi ve bir yenisi daha kaçtı...
Hızlıydık, birbirimizi yemeye ant içmiş gibiydik bu yüzden de öpüşmelerimizin sesi tüm odayı dolduruyordu. Jungkook’un o baskın, boğucu tadı öylesine tatlıydı ki, sonsuza kadar bunu yapabilirdim, nefessiz kalmak problem değildi.
Kolları bedenimi sımsıkı sararken, bir eli kalçamı okşadı ve kasıklarıma ilerleyip oradan yavaşça göğsüme oradan da boynuma kaydı, dikkatle de sardı.
Bu hissi sevdim. Jungkook tarafından tutulmayı, beni sarmasını ve biraz da olsa üstünlük kurmasını... Bunu yaparken de tek bir hareketimle geri çekilebileceğini belli edişini.
Jungkook boştaki elini aramıza götürüp sertliğini kalçamın arasına, tam o kaygan yere sürttüğünde ağzının içine doğru inledim. Dili tam anlamıyla beni hazırlamıştı ve yeteri kadar da beklemiştim. Dokunduğu her santimde yanıyorken, bedenim ona ait olmanın şiddetiyle titriyorken daha fazla beklemek istemiyordum ancak o harekete geçene kadar ona kendimi ittirmekten başka çarem yoktu.
“Kendimi tutuyor olmasam.” dediğinde penisinin ucu ne içeride ne de dışarıdaydı, ıslanmış açıklığıma sürekli sürtünüp dudaklarını ve sıcak nefesimi tenime değdiriyordu “Sana neler yapardım, bir bilsen.”
Dişlerinin olduğu nokta mühür yerime o kadar yakındı ki içinden çıkamadığım kadar yoğun hislerle mücadeleye sürüklenmeye, acı çekmeye başladım. Çünkü bir an önce onu içimde istiyordum, beni bütünüyle sarmasını ve belki de…
Bebek…
Alfanın bebeklerini istiyorum.
Alfanın bebeklerini ver bana Taehyung.
Omegam çok daha farklı düşünüyordu ama ortak noktamız Jungkook’u içimizde istememizdi. Bu yüzden de mızmızlanarak başımı geriye attım ve ağlar gibi bir sesle de inledim. Onu ne kadar istediğimi daha fazla nasıl belli edebilirdim bilmiyordum ama elimden geleni yaptım.
“Kimse sana… Kendini tut demedi alfa” derken arkamdaki sıcaklık neredeyse içimdeydi ve kelimeleri toplamak zorlaşmaya başlamıştı “Ne istersen yapabilirsin.”
Jungkook beni biraz daha uyluklarının üzerine çekip boynumu biraz daha sıkıştırdı ve omzumdan kulağımın altına doğru dilini sürüdü “Ne istersem mi?”
Tek nefeste konuştum “Evet.”
“Seni ısıracağım.”
“Lütfen…”
“Seni defalarca kez ısıracağım omega. Benim gibi kokana kadar da durmayacağım.”
Bir anda kendini itmesini ve hızla bana çarparak içime girmesini beklememiştim ama en beklemediğim şey, aynı anda çiçeklerimin olduğu yere köpek dişlerini geçirmesiydi. Bir an için kilitlendim, bedenim bu hisse tepki olarak müthiş bir sıcaklıkla patladı, çığlık atarak dizlerime ve yatağa doğru boşaldım.
Jungkook içime doğru düzenli hareketlerini sürdürürken düşmemem için boynumdaki elini omzuma doğru sardı ve diğer eliyle de kalçamdan destek oldu. Bu sırada çoktan ısırdığı yeri bırakmış, eğilerek dudaklarımı yakalamıştı.
Bir anda hem ısırık hem de aniden kalçama süzülüşü yüzünden boşalmak beni duygusal bir boşalmaya da sürüklediğinden gözlerim sulanmıştı. Ancak çabuk toparlandım, oluşturduğu hisler o kadar güzeldi ki bir an için bile boşlamaya niyetim yoktu. Jungkook’u yaşamayı seviyordum, onunla geçirdiğim her an benim için o kadar özeldi ki bir saniye bile kaçırmamalıydım.
Bacaklarımda güç olmadığı için Jungkook’un göğsümden omzuma doğru uzanan koluna tutunup güç alarak tırtnaklarımı geçirdim ve inledim.
Birkaç damla yanaklarımdan süzülüp öpüşmemize karıştı, Jungkook dudaklarımı daha sert bir sahiplenişle yakaladı ve sonra beni kolları arasına hapsederek kontrolü tam anlamıyla eline aldı. Artık ben sadece dizlerim üzerinde duruyordum ve o, kendini hızla içime ittirerek odanın içine tenlerimizin birbirine çarpış sesini dolduruyordu.
Gittikçe artan hızı öpüşmemizi savruklaştırınca çoktan kasılmaya başladığım için koluna daha sıkı tutunup gözlerimi kapattım. Gittikçe hassaslaşıyordum ve kalçalarım arasına her çarptığında zirveye ulaşabileceğim o noktaya çok yaklaştığını hissediyordum. Bu yüzden inledim ve ağlayarak “Biraz daha, lütfen alfa…”
Belimi tutan eli seğirmeye başlayan penisimi sıkıca sararak hırladığında bir küfür savurdu, “Siktir,” dedi ve dişlerini hafifçe tenime geçirip omzumda ufak bir iz bıraktı “Söyle… Biraz daha ne?”
“Hızlı…Hızlı ol-ah!”
Kalçama doğru yaptığı kontrolsüz baskı ve istediğim o noktaya olan ani vuruşu nedeniyle “Evet,” diyerek kolları arasından tamamen yatağa serildim. Jungkook aramızda bir nefes boşluğu bile kalmaya izin vermeden üzerime kapandı.
Artık her hareketinde Jungkook’un vücudundaki kaslar üzerime baskıladıkça, sıcaklığı tenime işliyor, feromonları daha bozguna uğratıyordu. Her dokunuşu beni delirtiyordu ve kollarımı okşayıp bileklerimden tutarak yatağa bastırdığında dudaklarını tekrardan çiçeklerimde hissettim. Ne yapacağını sezmiştim, çiçeklerimi ısıracaktı ve bunu sadece ona ait olmamı istediğinden yapacaktı.
Yapacağı şeyi omegamla istekli bir şekilde bekledim ve keskin dişlerinin çiçeklerimin üstüne tekrar gömülüşüyle sızlanarak yüzümü çarşafa kapadım. Önceki ısırıktan daha derindi ve sızı neredeyse sarhoş eden bir haz dalgası gibiydi. Dişlerinin tenimdeki varlığı ve vücudumun her yerine yakıcı bir his yayıyordu. Beni çıldırtan şey tam da buydu işte, sadece fiziksel hisler değildi. Jungkook’un bana en yakın olduğu andı, mühür değildi ama mühüre benziyordu, çok garip bir histi. Sanki duygularını da damarlarımda geziniyormuş gibiydi.
Dişleri tenime kenetlenmiş bir halde üzerimde kurduğu o yırtıcı arzuyu, sevgiyi, açgözlü sahiplenmeyi tam anlamıyla iliklerime kadar hissediyordum. Kendimi ona bırakmıştım ve sanırım bu pasif omega’nın, baskın bir alfa için verebileceği en büyük şeydi. Tamamen güvenle ilgiliydi.
Freni patlamış bir araba gibi ikimiz de kontrolsüzce ana kaptırmıştık kendimizi. Alfanın hırlamaları sona ulaşmaya çok yakın olduğunu gösteriyordu, ben ise asla durmamasını bağırarak kendimi ona ittiriyor, bir yandan da bedenimdeki ısırığın hisleriyle mücadele ediyordum. Her hareketimiz kontrolsüz ve açgözlüceydi.
Jungkook’un içimde yarattığı baskı o kadar yoğundu ki, her çarpışmada yatağın üzerinde ileri doğru sarsılıyordum. Göğsüm yatağa sürtünürken çarşafı kavradığım elim kasıldı ve parmaklarım beyazladı. Ben de çok yakındım.
Dişlerinin baskısı yerini tatlı bir sızıya bıraktığında istemeden de olsa hıçkırdım ve burnumu çekerek yaşlı gözlerle alfaya döndüm. Jungkook çenesini sıkarak hırladı ve sertçe öperek hareketlerine ara vermeden kulağıma yaklaşıp fısıldadı “Bana bu kadar güvenmen… Kendini bırakman… Beni delirtiyorsun.”
İçimde yarattığı şeyler öyle yoğundu ki cevap bile veremedim, sadece inleyerek hareketlerine karşılık vermekle yetindim.
Jungkook omurgamın üzerine ıslak bir öpücüük kondurup alnını sırtıma yasladı, bir eliyle kalçamı sımsıkı kavradı. Diğer eli de kaburgalarımdan yukarı kaydı bizi birbirimize yapıştırıp hırlayarak “Benimsin, omega.” dedi. Aynı anda ise penisini duvarlarımı yıkarcasına içime sertçe gömerek kendini bıraktı. Aynı anda ben de hırlamasına kısa bir çığlıkla eşlik edip peşinden kendimi bıraktım. Zirve çok yüksekti ve bir anda aşağıya düşmek kalbimi göğsümü delecek kadar hızlı attırdı.
Jungkook’un içimde kasılmalarını ve arkamda hala titreyerek boşalmaya devam edişini hazdan mest olmuş bir gülümsemeyle bekledim. Sıcak sıvısı, içimi doldururken şişmeye başlayan düğümünün bana tutunmasını bekledim. Ancak Jungkook düğümünü vermek yerine geri çekildi ve içimdeki bütün menilerinin bacaklarımdan usulca süzülmesine neden oldu.
Üzerimdeki ağırlığının el verdiği şekilde ona dönmeye çalıştım ve burnumu çekerek mızmızlanıp onu kendime çekmeye çalıştım “Neden düğümünü vermedin?”
Nefes nefeseydi ama benim aksime sesimi kontrol etmeyi başararak beni cevaplamıştı “Veririm.”
“Ne zaman?”
“Şimdi.”
“Ne?” diyerek sorduğum anda Jungkook üzerimden kendini yana doğru atarak beni de tuttuğu gibi, tam yeniden sertleşmeye başlayan penisinin üzerine oturtup çığlık atmamı sağladı.
“Ve günümüzün geri kalanında. Belki de ertesi günün akşamına kadar da.” dediğimde kaşlarımı kaldırmamı serseri bir gülüşle izleyip kolumdan çekerek üzerine kapaklanmamı sağladı “Hesabı tek bir oran üzerine yaptım sandın değil mi?”
Alfanın kokusu yeniden bütün odaya yayıldı ve gözlerindeki yaramaz ışıltı kelimeleri gibi henüz bitirmediğimizi bana altındaki sertlik gibi hatırlattı. Sonra, hiçbir uyarı vermeden dudaklarıma kapandı. Dili dilime sürtündü, elleri yeniden yaşayacağımız şeylerin fragmanı gibi kalçalarımı sıkıştırdı. Sonra ben, kendimi yeniden onun kollarında kaybettim.
Tıpkı söylediği gibi, günün geri kalanında ve ertesi günün akşamına kadar.
***
Ev sessizdi ama Jungkook’un feromonları neredeyse bütün evi kaplamıştı, benim kokum neredeyse yok gibiydi. Bu durumdan oldukça memnundum. Kendimi ona daha fazla aitmiş gibi hissediyordum ve her nefes alışımda feromonları ciğerlerimi bütünüyle kaplamasından mutluluk duyuyordum. Son birkaç günün tamamını neredeyse tamamen yatakta geçirmiştik ve sadece ders seçimi için birbirimizle ilgilenmeyi bırakmıştık. Bunun dışında gerçekten yorgundum ama aynı zamanda da içim kıpır kıpırdı çünkü o da mutluydu. Beni ilk kez ısırdığında yaşananları hatırladığımda gerçekten mutlu olmasının beni bu kadar bariz etkileyeceğini düşünmemiştim ama gerçekten mutluydum. Heyecanını, mutluluğunu ve gülüşünden önce vereceği tepkileri anında hissetmemin keyfini sonuna kadar yaşıyordum.
Sadece… Bu hisleri yaşarken aklıma hep günün birinde birinin benim yaşadığım hisleri onunla paylaşıp gerçek sahibi olabileceği düşüncesi geliyordu ve göğsümü sıkıştırıyordu. Böyle zamanlarda Jungkook hemen kötü düşüncelerimi anlamış gibi beni sarıp sarmalayarak yok ediyordu ama ben düşüncelerin yok olmadığını sadece açığa çıkmak için zaman kolladığını biliyordum.
İç çekerek kalemimde fırça darbesi yapacağım alanı büyütüp uzandığım yerde tablete biraz daha eğildim. Dijital çizimlerde iyi değildim, fırça darbelerini ekranla birleştirmek hala tuhaf geliyordu ama artık ertelememem gerektiğini bildiğim için seçmeli olarak renk bilimi ve dijital renk kullanımını seçmiştim. Renk kuramlarını ve duygusal anlatılarımı geliştirmek için biraz daha detaya inmem gerekiyordu. Kağıt üzerinde renkleri ve çizgileri kullanımım güçlü olsa da dijitalde yetersiz kalmak istemiyordum. Bu yüzden de birkaç zamandır sürekli denemeler yapıyordum. Portfolyom için de çok önemliydi, mezun olduktan sonra tek bir alandansa birçok alana da hakim olmak işlerimi kolaylaştıracaktı.
Büyüttüğüm yere birkaç ince çizgi ve kahverengilikler ekledikten sonra küçülterek duruşuna bakarken kapının sesiyle hafifçe irkilip baktım.
Jungkook poşetleri tezgaha bıraktı ve “Geldim!” diye bağırıp ceketini astığı gibi üzerindeki kapüşonlusunu çıkartarak yanıma koşturdu. Bunu yaparken de feromonlarını özgürce serbest bıraktı.
Dağınık siyah saçları ve bakarken bile eriyip gittiğim kaslarıyla üzerime doğru koşturup yatağa ulaştığında dudakları uyluğuma değdi. Oradan da kalçama ve karnıma doğru ilerleyip sayısız öpücük bırakarak yukarıya doğru çıkmaya başladı.
Elimi hızla saçlarının arasına götürdüm ve kıkırdarken uyarı niteliğinde adını söyledim “Jungkook…”
“Nee?” dedi o da gülerek ve başını kaldırdı. Göz göze geldik, ellerimle çehresine dökülen saçları hızlıca ittirdim ve göz devirdim.
“Yapma.”
“Seni öpmeden duramıyorum.”
Tabii ki beni dinlemedi ve göbeğimin çevresine kondurduğu öpücüklerine devam edip aklına bir fikir gelmiş gibi bir hızla kaldırdı başını yine “Buraya bir piercing fena halde yakışırdı.”
“Asla!” dedim kararlılıkla “Ben kulaklarımı bile zor deldirdim. O acıya hayatta dayanamam.”
“Yatakta değil ama dövme ve piercing yaptığım insanlar elimin hafif olduğunu söylerler.”
Ne?
Omegam agresif bir kıskançlıkla kulaklarını diktiğinde ben de aynı şekilde dirseklerimden destek alıp kaşlarımı kaldırdım ve dik dik bakarak “Dövme ve piercing yaptığın insanlar yataktaki analizini nasıl yapabiliyor?” diye sordum.
Vereceği cevabın yanında yatakta üzerime biraz daha çıkarak dudaklarına kıskanılmanın verdiği gurur dolu bir gülümseme kondurup hızlıca öptü ve geri çekildi “Yapmıyorlar. Sadece seni kızdırmak istedim.”
“Hiç inandırıcı değilsin.”
“Eğer öyle olsaydı bunu çoktan duyardın. Hemen yan dairendeydim.”
Gözlerini kırpmadan benimkilere bakarken uzun süre öyle kaldık ve kafamda onu bir başkasıyla hayal etmeye başladığım an başımı delice salladım. Jungkook’un da yüzünü ittirip agresifçe söylendim durdum.
“Siktir git ya, bir daha bana böyle saçma salak şeyler düşündürme. Yemin ederim o zaman kimin elinin hafif olmadığını görürsün.”
Aptal, sinir etmişti beni. Zaten içimde yeni korkular oluşmaya başlamıştı şimdi bir de başka başka konuları aklıma sokup beni overthinke sürükleyip delirtecekti.
Ona olan sinirimi yumuşatmak için bir süre beni öpücüklere boğdu ve en sonunda ben kendimi ona bırakıp pes ettiğimde arkama geçerek duvara yaslandı, beni kolları arasına çekip belime sarıldı. Ben de bu anın tüm tadını çıkartıp tabletimi elime aldım ve çizimimi yapmaya devam ettim.
“Bir ay önceye göre çizimlerin baya gelişti farkında mısın? Renklerin uyumu da çok güzel”
Jungkook eliyle tableti alttan destekleyerek bakmak için hafif kaldırdığında onaylayan birtakım sesler çıkarttı.
“Öyle mi diyorsun?”
“Hı-hm, bak,” diyerek gölün sığ taraflarındaki bataklığı gösterdi “Buralar çok gerçekçi duruyor. Gölle olan birleşim kısmı hoşuma gitti, yansımalar da oldukça başarılı. Sadece birkaç yer bence daha cesur olabilirdi.”
Resmin bütününü görmek ve bana göstermek için küçülttüğünde ben de onunla birlikte dikkatlice çizgilerimi inceledim. Küçük bir göl çizmiştim, gölün iskelesinde oturan arkası dönük bir gölge vardı ve etrafındaki hava basık, iç karartıcıydı. Gölün sığ kesimlerinde bataklık eklemek istemiştim ama sonra resme biraz da olsa canlılık, umut katsın diye taç yaprakları şemsiyeye benzeyen pembe bir çiçek eklemek istemiştim.
Jungkook parmağıyla bataklığın kenarlarına dağılmış pembe çiçekleri büyültüp diğer eliyle belimi okşarken “Seni götürdüğüm dağ evinin orada da bu çiçekten açıyor.” dediğinde omuz silktim ve gördüğüm bir hatayı hızlıca düzelterek soru sormuş gibi cevapladım “Bilmem, sadece bu kadar karanlık bir resme umut olsun diye eklemek istedim.”
Spontane, içimden geldiği gibi bir şeyler çizmek istemiştim, dağdaki ev aklıma bile gelmemişti. Önceden de böyle şeyler yapardım, ders saatlerinde dalgın olduğum zamanlarda omegamı çizerdim ve bunun yaşadığım depresyonla ilgili olduğunu bilirdim. Şimdi çizdiğim şey ise bir depresyondan ziyade aslında korkularımı temsil ediyordu.
Jungkook’u hatırlatan bir yerde tek başına oturmuş bir gölge… Belki de artık onun hayatının gölgesinde kalmış, dışarıdan mutluluğunu izleyen silik bir siluet.
Jungkook düşüncelerimi dağıtarak yanağıma bir öpücük kondurup bacaklarının arasında kalmış bedenimi sıkıştırarak daha sardığında “İyi olmuş bence,” dedi ve resmi geri küçültüp devam etti “Seçmeli ders de elinin dijitalde gelişmesine yardım eder. Ben de bazen destek veririm, dijitalde iyiyim biliyorsun lisede harçlık çıkartmak için tasarımlarımı satardım, ayrıca Insoo’yla hep yarışırdık… Ve hep ben kazanırdım.”
Gülümsedim. Jungkook’un iyi olmadığını bildiğim hiçbir konu yoktu ama bazen bunu yaparken kendini düşünmediğini fark ediyordum. Çünkü ben yoğundum, ama onun ikinci dönemi bölümü gereği çok daha yoğun olacaktı.
Belimi saran elini tutup öptüm ve yerine geri koyarak iç çektim “Sanki senin kolay olacak bu dönemin.”
“Sorma,” derken incecik bağdan bana doğru akan yoğun, sıkıntılı hislerle kuşatıldım “Bu dönem gerçekten zor olacak gibi duruyor. Kodlar, projeler, sunumlar… Üstüne bir de basketbol takımı. Her hafta antrenman var, ay sonlarında da okullar arası maçlar. Sikeyim, ciddi anlamda ağzıma sıçılacak.”
Tadının kaçtığını ve canının sıkıldığını hissettiğim anda tableti yatağın bir köşesine gönderdim ve ona doğru dönerek sarıldım. Sonra geri çekilip avcumu yanağına dayayarak dudak bükmesiyle konuştum.
“Matematiksel konularda kafam çalışmaz, basketbola da yardım edemem…” diyerek dudağından bir kez öpüp geri çekildim “Ama çalışmaktan sıkıldığında seni kollarıma alıp öperim. Maçlarda da takımın altın oyuncusunun tribündeki bir numaralı fanı olurum.”
Son söylediğim hoşuna gitmiş olmalı ki dudakları iki yana kıvrıldı “Demek bir numaralı fanım olursun… Bir de bana ilgi alanının içi boş protein tozu kaslar olmadığını söylemiştin.”
“Hala değil.” derken omuz silkerek ona biraz daha yanaştım ve kıkırdayarak devam ettim “İlgi alanım sadece sensin.”
“Hmm, demek ben…”
“Hı-hm, sen tabii.”
Gülümsedi ve gözlerinin kenarında o tanıdık çizgiler yavaş yavaş belirerek içimi ısıttı. Sonra boynumdan öpüp beni kendine çekerek kolunu belime daha sıkıca doladı.
Bir süre öylece, sessiz bir şekilde birbirimize sarılarak kaldık. Normalde rahatsız edici olabilecek bu sessizlik tam tersine, içi huzur dolu, sıcacık ve rahatlatıcıydı. Solukları tenimde dolanıyordu, kalp atışları göğsüme karşı sanki yavaşça dokunuyordu ve parmak uçlarıyla belime küçük küçük daireler çizerken beni sarhoş ediyordu..
Jungkook usulca “Keşke bütün dönem böyle geçse.” diye mırıldandığında pozisyonu biraz daha değiştirip hafifçe aşağıya, göğsüne doğru kayıp yıldırıma benzeyen dövmesine avcumu yasladım. Sıcaklık parmak uçlarıma yayıldı ve hafifçe irkildiğini fark ettim.
Hızlıca elimin üzerine elini koydu “Ciddiyim omega. Sadece bütün dönem değil ömrümün geri kalanını da burada geçirebilirim.”
“Ne yapacağız o kadar yıl yatağın içinde saçmalama.” dedim kıkırdayarak.
“Sevişiriz.”
“Ya sıkılırsak?”
“O zaman da öpüşürüz. Ondan da sıkılırsak sohbet ederiz, sarılırız, yine sevişiriz. Imm… Sonra sen resim çizersin ben de seni izlerim. Yapacak bir şey illaki bulunur, yeter ki böyle kalalım.”
“Çizim yaparken beni izlemen fena olmaz aslında,” dedim ve tuttuğu elimi parmakları arasından geçirerek dudaklarımı değdirip öptüm “Ama böyle kalamayız Jungkook.”
“Kalırım işte, gör bak.”
Beni tek seferde kolları arasında kalabileceğim şekilde sarıp üzerime kapanmasına izin verdim ve uyum sağladım. Çünkü ikimiz de biliyorduk ki sonsuza kadar burada kalamazdık, bir noktada kalkıp hayatın akışına devam etmeliydik. Tam da düşündüğüm gibi oldu ve Kafein’in deli gibi bağırarak yanımıza atlaması bizi gerçeğe döndürdü.
Güldük, debelendik, ve biraz daha oynaşıp durduk. Sonra yataktan kalkıp gerçek hayata döndük. Önce bir şeyler atıştırdık, bana yine seveceğim tariflerinden yapıp tıka basa yemek yedirdi ve ardından dağıttığımız evi toplamaya giriştik.
İki gün sonra da dersler başladı ve böylece ikimiz için de bambaşka bir dönemin kapısı aralanmış oldu. İlk hafta göz açıp kapayıncaya kadar bir çırpıda geçip gitti. Sabahları çoğu zaman beraber gittik kampüse ve her zaman aynı saatlerde çıkamadığımız için yorgun argın ama mutlu bir şekilde evde buluştuk. Kendi çapımızda bir rutin oluşturarak zor olsa da başardık. Yemek, ödevler, biraz öpüşme, biraz kucaklaşma ve düzenli sevişme sonrası birbirimize sokularak uyumak. Hayalini bile kuramayacağım düzenli bir ilişkim vardı. Her şey olması gerektiği gibiydi.
Yine de…
Her şey değildi.
Aşamadığım ve beni fazlasıyla zorlayan bir konu vardı. Jungkook’la yakın olmak, beni öpmesi, elimi tutması ya da yanaşıp sarılması hoşuma gitse de etrafımızda arkadaşlarımız hariç insanlar varken beni fazlasıyla geriyordu. Gözümün önüne o şerefsizle olan kavgalarımız geliyordu, defalarca kez bağırıp insanların içinde ulu orta öptüm diye bana yapıştıracakları damgalardan bahsedip duruşu kulaklarımdan çıkmıyordu.
Her şey Jungkook’un okulun ilk haftası beni fakülteye bırakmasıyla başlamıştı. Elini bırakıp yanından ayrılacakken beni kolumdan tutup kendine çekmiş ve belime sarılarak dudaklarıma uzanmıştı hoşça kal öpücüğü için. Ama ben korktuğumdan öpücüğü dudaklarıma ulaşamadan yanağımı çevirerek engellemiştim ve sanki numara yapıyormuş gibi kıkırdayarak uzaklaşıp uzaktan öpücük atmıştım.
O hafta boyunca bu mesele içimde büyüdü. Jungkook’un gözlerini üzerimde hissettim, sanki içimi görür gibi yapıyordu ve beni tartıyordu. Bir şeylerin farkındaydı ama bir şey söylemek için bekliyordu. Ben de sustum.
Ve kendi kendimi, ne olacağını bilmediğim büyük bir hataya sürükledim. Bu hata, bana Jungkook’un ilk kez bağırdığı ve gözyaşı döktüğü, benimse suçluluğumu kabul ettiğim en kötü hataydı.
O gün dersim erken bittikten hemen sonra Jimin ve Hoseok hyungla vedalaşarak Jungkook’un antrenman yaptığı yere, kapalı spor salonuna yürüdüm. Havalar kıştan bahara geçmeye yakınlaştığı için kırılmıştı, kalın, uzun montlar yerine kısa ve orta incelikle kabanlar yeterli geliyordu.
Fakülteye fazla uzak olmadığı için yirmi dakika yürümüş, birkaç sefer gördüğüm ve az da olsa sohbet ettiğim Jungkook’un birkaç arkadaşına başımla selam vererek tribünlere çıkan kapıdan içeri girdim.
Alfaların feromonları sıradan antrenmanlardan biri olduğundan bütün salonu kaplamıştı ama Jungkook’u kolayca bulmam bir saniye sürdü. O da aynı anda geri geri giderek oynadığı maçta beni fark ettiğini belli etmek için bana kısaca döndü ve ışıl ışıl gözlerle dudaklarını iki yana kıvırdı. Tıpkı onun gibi ağzım kulaklarıma varana gülüp ona el salladım. O kadar şapşaldı ki oyuna dönmüştü ama elini havaya kaldırıp basket topunu takiplerken bana parmaklarıyla kalp işareti yapmayı ihmal etmemişti.
Çantamın sapını omzuma doğru kavrayarak merdivenlerden aşağı inerken Jungkook’un hızlı attığı basketi ve koçun antrenmanın bittiğine dair öttürdüğü düdüğü tam zamanında geldiğimin işareti oldu. Jungkook diğer alfa arkadaşlarıyla güç gösterişine katılıp beşlik çaktı ve tişörtünün önünü kaldırıp, yüzünü silerek yanıma koşturdu. Bu alışkanlığından asla vazgeçmiyordu ve maçlarda da yapışı herkesin gözlerini dikerek onu izlemesine sebep oluyordu.
Tribünlerin korkuluklarına ulaşıp bana “Geleceğini söylememiştin?” derken sesi heyecanlıydı ve beni öpmek için kendine, dudaklarına doğru çekmişti.
Kıkırdadım ve dudaklarım yerine yanağımı çevirerek hedefini değiştirdim “Beraber geçeriz diye düşündüm. Hem Kafein’e mama alacaktık markete de uğrarız.”
“Ha güçlü ve kaslı kollarıma ihtiyacın olduğu için geldin yani, mama taşıtacaksın.”
“Şimdi yalan söyleyip romantik bir sebep mi uydursam, yoksa dürüst olup egonu mu tatmin etsem bilemedim.”
“Ya da sadece öpebilirsin?”
Burnumu kırıştırarak ıslak saçlarını elimle dağıttım ve gülümsemesine karşı koyamayarak gülümsedim “Hasta olacaksın, git üzerini değiştir.”
Yaramaz çocuklar gibi hızlıca beni öpmek için yüzüme yaklaştı ama bu kez de elimi yüzüne koyup ittirerek ona engel oldum. Bunu yaparken de gülmüştüm ama Jungkook’un yüzünde bir anlık bir donukluk belirmişti. Ne kadar bunu istemeden yapsam da bu rahatsızlığımı seziyordu. Şimdi de kırgınlığını o an içinde bir yerlere ittiğini hissettim, her zamanki gibi dışarıya belli etmemeyi tercih etti. Tişörtünün ucunu düzeltti, sonra hafifçe güldü ve “Giyinip hemen geliyorum,” dedi.
“Ben de dışarıda sigara içiyorum o zaman.”
Bana iki eliyle tamam işareti yaparak soyunma odasına koşturdu ve ben de sigara içmeye çıktım. Bir dal yaktım, diğer elimi de ceketimin cebine sıkıştırdım. Bu sırada da arada bir çıkan Jungkook’un arkadaşlarına el sallayıp hoşça kal dedim. Antrenmandan ve maçlardan sonra mutlaka duş alırdı, bu da benim iki sigara bitirme süreme denk geliyordu.
İlkini etrafı izleyerek bitirdim, ikincisinde telefonumla oynamaya başladım ve biraz sosyal medyada takılıp Seokjin hyungla uğraşarak sinirlendirdim. En son birkaç nefeslik kalan sigaramı dudaklarım arasına götürüp çektiğimde Jungkook’un kokusunun burnuma doluşu arkama dönmemi sağladı.
Kapıdan kurutmaktan nefret ettiği ancak dışarı çıkacağı için mecburen yaptığını bildiğim saçlarını başını öne eğerek çıktı. Ancak onları kontrol altına almaya çalışırken bukleleri ona asice karşı çıkıyordu. Doğrulduğunda sırt çantasını astığı omzunda düzeltip siyah beresini takmayı çözüm olarak buldu ve doğruca benimle göz göze geldi, dudakları kıvrıldı.
Odağını kaçırmadan bana doğru yürüyordu ama bu bir göz kırpma süresi kadar sürdü. Hemen sağ tarafında bir adamla göz göze geldiler ve Jungkook geri önüne bakmak yerine ikinci kez gözlerini o omegaya çevirdi, yürümeyi kesti.
İlk başta yadırgamadım sadece sigaramdan nefeslenerek onların kısa sohbetlerini izledim. Omega Jungkook’la hemen hemen aynı boylarda, siyah ve saçları kısaydı. Yüzünü görmemiştim ama dikkat çekici biri olduğu ona uzaktan baktığımda duruşundan belli oluyordu
Jungkook onu can kulağıyla dinliyor ve arada başını sallıyordu ve arkasındaki sahayı göstererek birkaç şey söylüyordu. Yani her şey gayet normaldi ama sonra…
Jungkook gülümsedi.
Alfa başka bir omegaya gülümsedi.
Bir anlığına içimde hafif bir huzursuzluk belirdi. Kanım çekildi ve buz kestim, içimde bir şey düğümlenir gibi oldu. O gülüşü nasıl beni nefesimden edebilirdi bilmiyordum ama öyleydi işte.
Ben daha bu gülüşün bendeki etkisini toparlayamadan omeganın, Jungkook’un omzuna hafifçe dokunduğunu gördüm, Jungkook’un ise dudaklarına biraz daha içten bir gülümseme kondurduğunu. Başını hafifçe yana eğmiş, sanki uzun zamandır tanıyormuş gibi doğal hareketlerle konuşmaları devam ederlerken Jungkook ona baktığımı anlamış olmalı ki birkaç adımla yana geçip vedalaşmak üzere elini kaldırdı.
Sigaramı dudaklarımdan indirdim ve o zamana kadar sadece sırtını gördüğüm omeganın vedalaşmak için dönmesiyle yüzünü de görmüş oldum.
Gözleri badem şeklinde ve derin, ışıl ışıl bakıyordu, sanki her an bir şeyler anlatabilecek gibi anlam yüklüydü bakışları. Gözlerinin altında belirgin olmayan ama gülünce ortaya çıkan hafif kırışıklıklar vardı, elmacık kemikleri belirgindi ve çenesi de sivri ama yumuşaktı. Dudaklarıysa tam olması gerektiği gibi, yüzüne uygun bir incelikteydi.
Olduğum noktadan vedalaşmalarını izleyip bana doğru ellerini ceplerine sokmuş bir şekilde gelen Jungkook’a çevirdim bakışlarımı. Adımlarında bir değişiklik yoktu, yüzünde sıradan bir ifadeyle yaklaşıyordu bana.
Yanıma ulaştığında kolunu omzuma atıp başımın tepesine bir öpücük kondurdu, ben de elimi belime sardım ve beraber yürümeye başladık.
“O kimdi?” diye sordum olabildiğince hafif ve meraklı bir sesle.
“Bizim bölüm profesörünün asistanı, Jung Haein.”
“Ah, anladım.”
“Geçtiğimiz dönemde veri yapıları ve algoritmalar dersimize giriyorlardı. Bu dönem de algoritmalar dersine giriyorlar, profesör bu hafta iş seyahatine çıkacakmış, önümüzdeki hafta geldiğinde benimle mutlaka görüşmek istediğini söyledi.”
Bu açıklama her şeyin oldukça sıradan bir nedeni olduğunu gösteriyordu ama içimdeki o belli belirsiz his tamamen kaybolmuş sayılmazdı. Yine de sakince kaşlarımı kaldırıp sormaya devam ettim “Aa neden, bir şey mi oldu acaba?”
“Kötü bir şey olduğunu sanmıyorum. Geçtiğimiz dönem sınav kâğıdımı incelediğinde algoritma çözümlerimi ilgi çekici bulduğunu, daha sonra bununla ilgili görüşmek istediğini söylemişti. Muhtemelen bununla ilgilidir.”
“Sevgilimin inanılmaz zeki ve yetenekli olduğunu zaten biliyordum ama böyle resmi bir davete şahit olmak güzelmiş.” dedim gülerek.
Jungkook da gülüşüme eşlik etti ve beraber kısa sohbetler ederek yürümeye başladık. Yürüyüş yoluna kadar hala birbirimize sarılır vaziyetteydik ama sonra Jungkook’un dikkatini bir şey çekmiş olmalı ki benden ayrıldı ve ilerideki çiçeklerle sarılı bir çalıya ilerledi. Oradan hızlıca iki parça kopartıp tekrar yanıma koşturdu. Açık turuncu çiçeğin birini elime verdi “Bu senin,” dedi ve diğerini de hızlıca kulağımın arkasına sıkıştırdı “Bu da güzelliğine ufak bir katkı.”
Dudak bükerek gülümserken omegamla birlikte karşısında eriyip bitmiştik. Nasıl böyle beklemediğim anlarda tekrar tekrar para küte düşmeme sebep olabiliyordu anlamıyordum. Çok basit bir şeydi üstelik ama kalbimi titremişti.
Jungkook sanki beni öpmek istiyormuş gibi eliyle çenemi kavradığında kalbim bir anlığına hızla çarptı. Refleksle ama mümkün olduğunca doğal bir hareketle elini hafifçe itip yanağına bir öpücük kondurdum “Yaa… “ diyerek beline sarıldım “Çiçeğim ezilecek yapmaa.”
Jungkook bir şey söylemedi ya da söylememeyi tercih etti ve tıpkı benim gibi gülerek sıkıca beni sardı, sadece başımın tepesinden öptü “Tamam tamam, ezmedik çiçeklerini korkma.”
Sonra beraber kampüsten çıktık ve ışıklara doğru yürüdük. Kırmızı ışıkta arabalar önümüzden geçip giderken Jungkook beni bir anlığına yeniden bırakıp diğer tarafa, arabaların geliş yönüne geçti ve sonra yeniden eski pozisyonumuza döndük. Bu refleks gibi bir şeydi ama aslında güzel bir detaydı, kendini tehlikenin önüne alarak ilk karşılayan kişi oluyordu. Bunu babam da defalarca kez yapmıştı biz küçükken ve yalan yok, çok hoşuma gidiyordu, Jungkook’un da yapıyor oluşu güven veriyordu.
Yeşil yandığında sohbet ederek karşıya geçtik ve bir sokak arkadaki büyük markete girdik. Önceliğimiz Kafein’e mama almaktı, Jungkook zaten market alışverişini son bir haftadır ara sıra yapmıştı ama raflarda dolaştıkça bursumuzun dibine darı ekecek şeyleri sepete atmadan duramadık.
Jungkook alışveriş sepetini sürerken göz gezdirdiğim rafta paketli bir şekilde karpuzlu ekmek görmek beni şaşkına çevirip çocuklar gibi sevindirdi. Çığlık atarak elime aldım “Şuna bak!” diye Jungkook’a gösterdim “Paketlisini çıkartmışlar Jungkook, ağlayacağım!”
“O kadar geldim buraya, hiç yoktu yeni gelmiş herhalde.”
“Ben de daha önce görmemiştim. Hep tatlıcıda yerdik, yeni çıkartmış olmalılar.” derken Jungkook çoktan dört paketi sepete koymuştu bile “Alalım o zaman yavrum.”
“Bir tane yeterdi, çok değil mi bunlar.”
“Çok seviyorsan bir tane asla yeterli gelmeyecektir.”
“Sen şeytansın, off, ama doğru söylüyorsun, tamam alalım.” dedim ve sepeti çekiştirerek daha fazlasını almadan oradan uzaklaştırdım bizi.
En son beş kiloluk bir mama ve üç tane de yaş mama alarak banka hesaplarımızın sınırlarını zorladığımızı fark edip kasaya ilerledik. Jungkook sepettekileri çıkarttı ben de poşetlemek için ilerledim. Bu sırada kasadaki kızıl saçlı ve gerçekten güzel diyebileceğim omega Jungkook’a gülümseyerek “Oh,” dedi ve çekici bir gülümsemeyle devam etti “Yine siz.”
Jungkook başıyla selam verdi “Merhaba.”
“Birkaç gündür yoktunuz.”
“Aslında dün buradaydım ama siz yoktunuz.”
Kız gözlerini kırpıştırdı ve gülümsemesi biraz daha büyüdü “Evet, dün izinliydim. Zaten çalışıyor olsam sizi unutmazdım.”
Ne?
Pardon ama cidden, ne?
Kasadan geçen ürünleri poşetlerden başımı çevirip Jungkook’a baktım. Kızın söylediği şeyleri duymazdan gelmiş gibi davranıyordu ama yüzünde hala hafif bir gülümseme vardı. Kız da bundan cesaret almış gibi konuşmaya devam etti “Bu kadar yakışıklı müşterimiz pek olmuyor.”
Yok artık.
Çıldırmama son bir saniye vardı ama sakinleşmek için burnumdan güçlü bir nefes vermiş, adımlarımı kasanın önüne ilerletmiştim. Cüzdanımdan çıkarttığım kartı adeta yumrukla masaya vurur gibi kızın önündeki boş alana vurarak ittirdim. Kız yerinde zıplayıp bakışlarını alfamdan bana çevirdi.
“Hepsin buradan çek canım.” derken her kelimeme sert bir ima ekledim ve biraz daha devam ederse keskin öfkemin gazabına uğrayacağının uyarısında çok hafifçe bulunmuş oldum.
Bu sırada Jungkook da sepetten uzaklaşıp poşetleme kısmına geçerek hızlıca doldurup beni bekleme aşamasına geçmişti. Kız parayı çektiğinde kartımı sinirle çekiştirip Jungkook’un elinden tuttuğum gibi marketten çıkarttım, eve doğru hızlı hızlı yürümeye başladık.
Sessiz kalmayı ve bir şey söylememeyi tercih ettim çünkü en son birini çok kıskandığımda her zaman suçlu ben olmuştum. Şimdi de öyle olsun istemediğim için kendi içimde kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Fakat Jungkook yürürken tuttuğu elimden beni kendine doğru çekip öpmek için yeltenince onu itiştirip hemen kaçtım ve “Hayır öpme sinirliyim.” dedim. Elleri üzerimden çekildi ve o an bir şeyler mırıldandı ama tam duyamadım.
“Ne dedin?” diye sordum.
“Hiç,” dedi ve biraz hızlanarak yürümeye devam etti.
Tüm yol boyunca tek kelime etmedi, hislerindeki bütün değişik ondan bana doğru akarak çok kötü hissettirdi ve eve vardığımızda da sessizce evin kapısını açtı. Sessizce içeri girip poşetleri tezgaha bıraktı.
Senin hatan. Onu sürekli reddediyorsun, sürekli bir şeylerin dağılmasına sebep oluyorsun.
Omegam beni daha da kötü hissettirecek şekilde konuşurken kabanımı asarak Jungkook’a göz attım ve omegama cevap verdim.
Ben böyle olsun istemiyorum ama engel olamıyorum. Korkuyorum.
Korkuların alfanın inancını sarsıyor. Kendi sorunları yokmuş gibi onu bir de sen zorluyorsun ve bunun onu ne kadar üzdüğünü fark etmiyorsun.
Ediyorum.
Omegam cevap vermedi ve beni derin düşüncelerle bıraktı. Bu sırada Jungkook’a baktım ben de ve düşük suratının beni de üzmesiyle ona doğru yürüyüp poşetleri boşaltan elini tuttum, önüne geçerek öptüm. Ne kadar üzgün olursa olsun bana karşılık verdi. Dudakları nazikçe benimkiler üzerinde hareket edip eli belime sarıldı.
Geri çekildiğimizde parlak gözlerinin canlılığını biraz da olsun kaybetmiş oluşuna canım sıkıldı, elimle saçlarını ittirdim dikkatlice “Çok kızdın.” dedim kabul ederek her şeyi.
“Kızdım.”
“Alfamı üzgün ve kırgın görünce hayat bitiyor. O an çok kıskanmıştım, omegaya da sinirliydim, özür dilerim. Seni çok seviyorum alfa.”
Jungkook gözlerimin içine büyük bir kırgınlıkla bakarken sanki başka bir şey daha bekliyor gibiydi. ‘Başka bir şey söyle artık’ diyen sessiz bir çağrı vardı. O yüzden ellerimi yüzüne götürdüm, başparmaklarımla yanaklarını okşarken biraz daha yaklaştım. Parmak ucumda kalkıp dudağına minik bir öpücük kondurdum. Ardından bir tane daha, sonra bir tane daha… Her öpücükle aramızdaki kötü havayı sonlandırmayı denedim.
“Hadi affettim de,” derken sesime tatlı bir tını ekledim “Seni seviyorum da de, hadi, hadi alfa…”
İlk başta sessiz kalmaya devam etti sonra “Tamam,” dedi usulca, dudaklarını benimkine bastırıp uzun, sıcak bir öpücük verdi, geri çekildi “Sen zaten bana böyle bakarken affetmememin imkanı yok.”
“Bana dayanamıyorsun işte, biliyorum.”
“Öyle. Çok da seviyorum.”
“Ne kadar çok,” dediğimde Jungkook bazı şeylerin çözülmediğini anladığım buruk bir gülüş bıraktı yüzüme doğru ve cevapladı “Çok çok kere.”
Kıkırdadım.
“Ben de çok çok kere.”
Kollarımı boynuna doladım ve o da ellerini belime sarıp boynumdan birkaç kere öptü. Böylece o gün buz dağının görünen kısmını, yani sadece benim sorun olduğunu düşündüğüm kısmını çözmüş olduk. Ama her şeyin günden güne büyüyen, konuşulmadıkça dallanıp budaklanan kısmı hala oradaydı bekliyordu.
Aradan birkaç gün geçmişti. Gündelik hayatımız akıyordu ve her şey biraz daha yoğunlaşmıştı. Ben derslere girip çıkıyor, verilen proje resimlerini ve sunumlarını yetiştirmek için çabalıyordum, Jungkook’un çok daha yoğun bir temposu vardı, antrenmanları sıklaşmıştı ve derslerine kafa yormaktan geceleri bardak bardak kahve içerek ayakta kalıyordu. Bu süreçle birlikte yorgunluğu eklem ağrılarına vurmuş ve sırt ağrıları çekmeye başlamıştı, ben de olabildiğinde ona destek olmaya çalışıyordum.
Bu süreçte o bahsettiği asistanla, Jung Haein’le birkaç kez daha karşılaştık. İlkini okulda olmuş bir tesadüf sanmıştım, sonrakiler kafamı biraz kurcalamaya başladı çünkü bu tesadüfler sıklaştı. Kampüs çıkışında, markette, hatta oturduğumuz bir kafede bile. Ancak ne düşünürsem düşüneyim aklımı kurcalayan şeyleri kanıtlayacak hiçbir veriye sahip değildim çünkü Jungkook’a hiçbir yakınlık göstermiyordu, aralarından karşılaşıp sohbet ettiklerinde, Haein’in de Busanlı olduğunu öğrendikten sonra bile hep bir mesafe vardı. Hatta bana karşı da oldukça samimi, sıcak ve nazikti. Sanki gerçekten tanıştığımıza memnun olmuş gibi.
Ama yine de emin değildim. Bir şeyler tuhaf bir şekilde ilerliyordu. Belki de Busanlı oluşundan ya da gülümsediğinde gözlerinin bir anlığına Jungkook’a benziyor oluşundan ve belki de sadece kıskandığım için.
Yine de bu bir sorun gibi gelmiyordu çünkü Jungkook’la aramızda hala çözemediğimiz başka şeyler vardı. Dışarıda beni öpmesinden ve bana dokunmasından kaçınmam gibi… Jungkook hiçbirini dile getirmiyordu ama her bir yaşanan şeyde, yüzünde belli belirsiz bir burukluk oluşuyordu.
O akşam biraz kafa dağıtmak için Yeonnamdong’a gitmeye karar verdik. Hava geç olduğu için biraz serinlemişti ancak buna rağmen, sokaklar kalabalıktı. Jungkook’un koluna tutunarak bir yandan sohbet edip diğer yandan yürüyorduk.
Barların önünden geçerken kalabalığın biri dikkatsizce ayaklanıp Jungkook’a çarptığında Jungkook ona çarpan kişiyi tutmak için refleksle beni bıraktı ve adamı tuttu.
“Ups, dikkat edin.”
“Çok pardon, benim hatam-Ah, Jungkook, sen miydin?”
“Oh, Haein Sunbae. Sorun yok, iyi akşamlar.”
Haein.
Yine.
Jungkook asistanın üzerindeki elini çekip yeniden beni kendine yaklaştırarak koluna girmemi sağladığında Haein bana da başıyla selam verdi ve tekrar özür dileyerek iyi akşamlar dilediği gibi arkadaşlarıyla vedalaşma işine geri döndü.
Jungkook beni yürümek için çekene kadar Haein’e bakmaya devam ettim ve gözden kaybolunca Jungkook’un koluna biraz daha sıkı tutunup önüme döndüm. Ara sokaklardan birine girip Yoongi’lerin barının tabelasına doğru yürürken içimdeki sıkıntım bir yana, dün akşam sevişirken beni ısırdığı için Jungkook’dan bana doğru yayılan sıkıntılı hislerle de mücadele ediyordum.
İçeriye girerek her zaman oraya oturduğunu bildiğimiz arkadaş grubumuzun olduğu uzun masaya ilerlerken hepsine merhaba dedikten sonra Jungkook’un kolundan çıkıp sıkıntıyla iç geçiren Jimin’in karşısına oturdum. Ben konuşurken de Jungkook yakınına hızla yerleşti “Hayırdır ne bu hal? Bal ayısı gibi bira içip iç falan çekiyorsun?” diye sordum.
“Şu ikisine bakıyorum.” eliyle dip dibe oturan Hoseok hyung ve Yoongi’yi gösterdi “İkisi bile sevgili oldu, ben bir adamı tavlayamadım. Sinir oluyorum.”
Bakışları, bar tezgahının gerisindeki uzun siluete takıldı. Gümüş zincirli siyah gömleği, asker kesim saçları ve ciddi bakışıyla, Jimin’in iç geçirip “of” demesini gayet haklı çıkarıyordu Namjoon.
Hoseok alayla “Git konuş bence yine.” dediğinde Eunwoo da hızlıca destek verdi “Belki bu sefer başarırsın.”
“Gururum kırılıyor artık ama. Reddedilsem bu kadar üzülmem de adam beni direkt görmüyor ya…”
“Hadi git dene. Daha ne olabilir ki zaten yeterince üstüne düştün.” diyen Yoongi birasıyla birlikte kurutulmuş kalamar yiyerek ağabeyini gösterdi “Bugün pozitif gününde. En kötü boş yapıyorsun çocuk deyip arkasını döner.”
“Bak o bile iletişim,” dedim Jimin’e ve de ekledim “Ayrıca reddedilirsen seni burada içkiye boğarız sen merak etme.”
Söylediklerimiz onu gaza getirmiş olmalı ki Jimin bir hışımla ayağa kalkıp cesaretle konuştu “Sikerler, doğru, korkanın çocuğu olmaz. Ben gidiyorum.” ancak sonra modu düşerek geri oturdu “Vazgeçtim. Gururum sızlıyor.”
“Sen bir gelsene buraya, kulağına bir şey diyeceğim.”
O zamana kadar konuşmayan Jungkook, Jimin’i yanına çağırınca bütün gözler üzerine çevrildi ve Jimin oturduğu yerden kalktı, eğilerek kimsenin duyamayacağı bir şeyler söyledi. Geri çekildiğinde Jimin kaşlarını kaldırmış bir şekilde sordu “Cidden mi?”
“Sen bana güven.”
Jimin birkaç saniye kuşkuyla baktı “Aşk adam tecrübelerin işe yararsa bir dilek hakkın var. Ne istersen yapacağım.”
“Ben asla kaybetmem, haberin olsun.”
“Hı-hm göreceğiz onu.”
Jungkook kendinden emin bir şekilde gülerek Namjoon’a doğru yürüyen Jimin’e bakarken ona ne söylediğini merak ettiğim için şaşkınca “Ne dedin de böyle gazlanmış şekilde gitti.”
“Namjoon hyungun dikkatini çekebilecek bir şeyler işte. Görürsün.”
Minhyu her zamanki gibi Jungkook’la uğraşacak ya hemen “E tabii sen iyi bilirsin böyle taktikleri.” diyerek geniş geniş yayıldı koltuğunda ve bana doğru dönüp devam etti “Birini tavlamak istediğinde başarana kadar durmaz, bak nasıl kaptı seni. Jungkook tam taktik adamı, numara bitmez onda.”
Jungkook bira şişesinin altındaki altlığı Mingyu’ya fırlatıp “Şerefsiz herif, boş boş konuşmasana” diyerek gülümserken ona doğru bakış atıp kaşlarımı kaldırdım ve imayla konuştum “Bak sen…”
“Sadece sana bakıyorum zaten yavrum.” diyerek çenemi tutup hafifçe salladığında devam etti “Bütün hayatımı omegama adamış durumdayım.”
Sonra başını hafifçe eğdi, dudaklarının kenarı kıvrıldı ve birden, hiç beklemediğim anda elini sırtıma koyup beni kendine çekti, öpüverdi. Çok hızlı ve çok anlıktı, dudakları bana masumca dokunmuş ve geri çekilmişti ama ben şaşkınlığımdan ne yapacağımı bilemedim, öylece kaldım. Geri çekildiğinde ilk işim etrafa bakmak olmuştu, biri bize bakıyor mu diye ama hayır, kalp çarpıntımın aksine kimse gerçekten bize bakmıyordu.
Yine de içim hiç rahat değildi ve fazlasıyla gerilmiş durumdaydım. Biliyordum, tedirginliğim çok aptalca ve çok kırıcıydı ama bu istemeden verdiğim bir tepkiydi. Kalbim hala boğazımda atıyordu, sakince oturduğum yerde Jungkook’tan birkaç santim yana kaydım. Belli belirsizdi bu yaptığım ama Jungkook hemen fark etmişti. Fark ettiği gibi de arkadaşlarıyla konuşurken beni tekrardan kendine doğru çekip belime sarılmıştı, rahatla, sakinleş der gibi. Diğer yandan da bozulduğunun farkındaydım, ona rağmen yine beni düşünüyordu.
Korkularım verdiği güven duygusuyla çatışırken belli etmemeye çalışmak çok yorucuydu.. Birkaç konuşmaya katılıp esprilere gülerken bile tedirginleşmeye başlamıştım ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Gözüm hala bar tarafında bir içkiyle duran Jimin’e kaydı, Namjoon’a en yakın olabileceği mesafeyi bulmuş ve oturarak önündeki peçeteye kendinden emin bir şekilde bir şeyler karalıyordu. O ne kadar cüretkar ve cesur görünüyorsa, ben o kadar sessiz ve içime kapanmış hissediyordum.
Dakikalar geçtikçe bardaklar boşaldı Hoseok hyung, yeni bir tur için göz gezdirdiğinde masadan kalkmadan hemen araya girdim “Ben getiririm hyung kalkma.” dedim.
Jungkook bana döndü ama bir şey demedi. Sadece başını hafifçe salladı tamam der gibi ve ayağa kalkarken belimden kayan eli yavaşça indi.
Kalkıp bara doğru ilerledim ve her adımda biraz daha rahatlamış hislerle nefes aldım. Sanki üzerimden görünmez bir ağırlık sıyrılmış ve göğsümü hafifletmişti. Dokunuşları da iyi hissettiriyordu aslında, beni sadece insanlar rahatsız ediyordu.
Deske vardığımda bizim masa için altı tane bira istedim ve barmeni beklemeye başladım. Bu sırada o kadar dalmıştım ki iki yanıma yaslanan elleri ve ensemdeki tanıdık nefesi fark etmedim.
İrkilerek boynumu öpen Jungkook’la deskin arasında dönmeye çalıştım ve arkaya doğru eğilerek gözlerinin içine doğru “Ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Sevgilimi köşeye kıstırdım, öpüyorum.” dedi ve bu kez geniş bir gülümsemeyle dudaklarıma eğildi. Biraz önceki hislerimin yoğunluğuyla onu gerçekten kıracağımı bilmeden, refleksle elimi dudaklarıma kapattım ve konuştum.
“Saçmalama, bir sürü insan var etrafta.”
Yüzündeki gülümsemenin havada asılı kalarak birer birer düştüğünü ve en sonunda yansıttığı kırgın, öfkeli hislerin mimiklerini izledim. Kokusu da daha önce hiç duymadığım bir şekilde burnuma çalındı ve Jungkook eğildiği üzerimden doğrularak bana hayal kırıklığıyla, bu kez gülümsemeden baktı “Ciddi misin?” diye sordu. Siyah gözleri daha da donuklaştı “Gerçekten… Seni öpüyor olmamla insanların ne ilgisi var?”
Boğazım kurudu ve cevap veremedim. Sadece kırıkça bakan gözlerine bakarak yutkundum.
Jungkook sessizliğime karşı başını iki yana salladı “Sadece ufacık bir öpücüktü. Kimsenin umurunda değiliz.”
Bu gece ve geçtiğimiz günlerde ona yaşattığım kaçıncı hayal kırıklığıydı bu bilmiyordum ve ne söylesem haksızdım. Haksız olduğumu bildiğim için cevap veremeyişim onu daha da öfkelendirdi ve bir adım geri giderek başını iki yana sallayıp “Kime ne anlatıyorum ki ben.” dedi.
Hızlıca barmenin uzattığı biralardan birkaçını alarak arkadaşlarımızın yanına gittiğinde arkasında hiçbir şey yokmuş gibi sohbetlerine katılmasını izledim. Yavaş yavaş oturttuğumuz ilişkimizin duvarlarının benim aptalca korkularım yüzünden çatırdayarak dökülmeye başladığını görmek bir korku yaratmıştı içimde ve birkaç dakika bar deskine tutunarak durmuştum.
Kendimi toparladım denilemezdi ama yanlarına gidebileceğimi düşündüğümde masaya ilerleyip Jungkook’un yanındaki yerimi aldım. Ancak bana hiç bakmadı. Sadece Hoseok hyungun anlattığı şakaya başını salladı, Eunwoo’yla dalaştı ve Yoongi’ye bir şeyler söyledi. Ben sanki yanında yokmuşum gibi davrandı. İlk defa bana hiç dokunmadı, ne omzuma elini koydu, ne dizime parmak ucuyla dokundu ne de bakışlarını üzerime değdirdi. Hiçbir şey.
Jimin bile Namjoon’la iletişim kurmak için oturduğu yerden bana dönüp baktı, tavırlarımı fark etti. Kaş göz yaparak ne olduğunu sordu. Bense sadece başımı sallayıp elimle geçiştirdim, bakışlarımı kaçırdım.
Dakikalar geçtikçe, Jungkook her yudumda biraz daha uzaklaştı benden. Kahkahaları vardı ama neşeye dair hiçbir şey yoktu. Ondan bana akan bütün duyguları omegama acı çektiriyordu. Bu o kadar uzun sürdü ki sonunda gece geç olması yüzünden Jungkook telefonunu çıkartıp bir taksi çağırdığında gidiyor oluşumuza şükrettim. Ama bu daha da kötüydü, vedalaştığımızda beni beklemeden doğruca çıktığı için peşinden koşmak zorunda kaldım ve elini tutmadığım için çıplakmış gibi hissettim. Taksiye bindiğimizde ise yapayalnız. Böylece onun tarafından yok sayılmanın ne kadar boktan bir his olduğunu anlamış oldum.
Jungkook bir uca oturdu, ben de diğerine. Ona yaklaşmak istesem de beni itmesinden korkarak sadece o dışarıyı izlerken şehrin ışıklarının yüzüne vuruşunu izledim. Kaybolan bir çift gibi, sessizce taksi içinde yol aldık.
Jungkook yaklaşık yirmi dakika sonra parayı uzatıp çıktığında ve eve doğru yürüyüp merdivenleri aştığında arkasından sessizce yürüyüp içeri girmeyi bekledim. Şifreyi hızlıca yazdı, içeri girdi ve ayakkabılarını dolaba koyduktan hemen sonra cebinden sigara paketini çıkartıp balkona doğru ilerledi.
Kırılmaktan korkuyorsun ama kırmaktan korkmuyorsun, ne istiyorsun?
Bir şey yap artık sikeyim Taehyung, neyi bekliyorsun?
Ne kadar acı çektiğini görmüyor musun?
Omegam göğsüme baskı yaparak bana öfke kusarken bir şeyler yapmak için birkaç adım attım ve kısık bir sesle “Jungkook,” dedim.
Jungkook’un balkon kolunu aşağıya indiren eli durdu ve bedeni bana dönmeden beklemeye başladı. Birkaç adım daha atıp odanın ortasına geldim.
“Konuşabilir miyiz?”
“Neden?” derken sesinin ilk kez titrediğini duymuştum ve bu bana tokat gibi çarpmıştı. Yine de çabaladım, konuşmak için, onu kırdığım için telafi etmeyi amaçlamıştım.
“Seni kırdığım için.”
Jungkook elindeki çakmakla sigarayı masaya attı ve “Hangi biri için?” diyerek bana döndü. Gözünden bir damla yaş yavaşça dudaklarının üzerine doğru süzüldü.
Daha önce hiç öldüğümü hissettiğim bir anım olmamıştı, Suho’yla ayrıldığımda bile böyle bir his yaşadığımı hatırlamıyordum ama şimdi, o ana çok yakın olduğumu hissettim. Her zaman güçlü, her şeyi omuzlarında taşıyan ve hep gülümseyen o alfayı paramparça etmiştim.
“Alfa…” diyerek ona elimi uzattığımda bir adım gerileyip elini kaldırdı ve gözlerini sıkıca kapatarak başını iki yana salladı “Lütfen…” dedi.
Geri açtığında burnunu çekerek burukça gülümsedi “Sana defalarca beni kırman için izin verdim. Şimdi izin ver sana öfkelenip bağırayım.”
Çaresizce yeniden adını söyledim ve kendimi açıklamaya çalıştım “Jungkook… Ben-ben sadece, sadece insanların önünde-”
“Ne?!” diye hem ağladığı hem de öfkeyle bağırdığı sesi tüm evin içinde yankılandı “Sadece insanların önünde ne Taehyung? Sevgili olmamız mı sorun? Seni öpmem mi sana sarılmam mı, tanrı aşkına, utanıyor musun, ne olabilir?”
“Hayır, Jungkook, hayır senden asla utanmadım.”
“O zaman sorun ne? Seninle ilgilenmeye çalışıyorum, seni seviyorum, sana dokunuyorum, seni öpüyorum ama sen… Seni öpmek isteğimde kendini geri çekiyorsun, sana sarıldığımda beni itiyorsun, anlamıyorum. Bunlar baş başayken sorun olmuyor, ama dışarıda… Birini sevmenin doğal olduğu bir dünyada, senin sevgime verdiğin her tepki neden bu kadar tedirgince anlayamıyorum.”
Jungkook’un gözleri parladı. Ama o parıltı öfkenin ve hayal kırıklığının bir yansımasıydı aslında. Onu hiç böyle görmemiştim, Gözbebekleri küçülmüştü, çenesi kasılmıştı, dudakları da titriyordu. Feromonları da keskinleşti. Boğazımı yakıyordu adeta. Her zamanki gibi sevgi ve şefkatle dolu değildi bu kez.
Göğsümde bir baskı oluştu, boğazım düğümlendi. Beni itmemişti ama feromonları, benden uzaklaştığını o kadar belli ediyordu ki yüzleşmek istemiyordum.
“Aşamıyorum!” derken kokusundaki değişim yüzünden telaşla bağırdım ve ben de ağlamaya başladım “Yemin ederim bu aptal korkuyu aşamıyorum. Kafamda hep mücadele ediyorum ama donup kalıyorum. Ne hissettiğini biliyorum, konuşmak istiyorum ama yapamıyorum, korkuyorum.”
“Ne hissettiğimi biliyorsun...” diyerek başını geri atıp boğuk bir sesle güldü ve bana yeniden, başını iki yana sallayarak baktı “Sen, sadece seni ısırdığım için hislerimi anlayıp hissediyorsun. Ya ben? Benim hislerim? Ben hissetmiyorum mu sanıyorsun? Sana her dokunduğumda tedirgin oluyorsun, her öptüğümde geriliyorsun…”
Kelimeleri vücuduma batan binlerce iğneden farksızdı ve ona ne söylemek istersem isteyeyim telafi edebilmek kırıklarını toparlamayacaktı.
Yine de adını söyledim ama o, tekrardan bağırarak beni susturdu.
“Jungkook-”
“Sikeyim Taehyung! Benimle konuşmadığın için kendimden şüphe etmemi sağlıyorsun ve bu bok gibi hissettiriyor. Bok gibi! Anladın mı?!” diye kükrediğinde gözlerinin kızıla dönüşü beni sıçratarak geriye doğru gitmeme sebep oldu.
Bu yönüyle ilk kez, böyle bir anda tanışmak beklediğim bir şey değildi ve gözlerinin kızıllaşarak bana bakışı, bu kez ciddi anlamda alfasını kontrolü devralacak kadar canının yandığını gösteriyordu. Çaresizce, yarattığım kırıklarla mücadele eden adama, sessiz ağlayışlarla baktım.
Jungkook eliyle yüzünü kapatıp yeniden bana baktı, bu kez biraz dinmişti ama kalbinin acıyarak kurduğunu cümleyi titreyen sesiyle dile getirmişti “Ben korkularını oluşturan o adam değilim.”
Başımı iki yana salladım hızlıca “Asla öyle olduğunu düşünmedim. Seni bu dünyada kimseyle karşılaştırmadım.”
“Ama öyle hissettiriyorsun. Seni sadece evin içindeyken sevmemi istiyormuşsun gibi…” dedi ve başını öne eğdi. Gözünden birkaç damla yaş süzüldü, silmemek için kendimi zor tuttum “Sanki… Sanki sana bir çiçek veremediğim için, çiçeklerimiz olmadığı için bu hakka sahip değilmişim gibi.”
Soluduğum nefesin bile içimi yaktığını hissettim. Nefes aldıkça kelimeleri daha da içime çekiyor, onun haklılığıyla biraz daha eziliyordum.
Jungkook’un acısını sadece yüzünde değil, kalbimde hissettim. Bana bir çiçek vermesi umurumda değildi çünkü bana hayatımda sahip olamayacağım şeyleri vermişti. Nefes alacak bir alan, ağlayacak bir omuz, gülümseyecek birçok neden ama en önemlisi birini sevmenin, sevilmenin nasıl hissettirdiği. Onu seviyordum, gerçekten çok seviyordum ve onu sevmenin en doğru bildiğim şey olması gerekirken, bunu ona en yanlış şekilde yansıtmıştım. Hiçbir özrün, o an içimde hissettiğim pişmanlığın ağırlığını kaldıramayacağını biliyordum.
Şimdi de, birini incitmenin, gerçekten sevdiğim birini incitmenin nasıl hissettirdiğini öğrenmiştim.
Jungkook’un gözlerinin kızıllığı yavaş yavaş eski siyahlığına dönerken, kırgınlığını hala koruyarak gözlerimin içine baktı ve yorgun bir ses tonuyla devam etti “Senin için her şeyi yapabilirim sanıyordum ama… Sanırım bunu yapamazmışım. Sen benim sadece dört duvar arasında gizleyerek sevdiğim biri değilsin. Elimi tuttuğunda elini tutmak, beni öptüğünde karşılık vermek, dokunduğunda sana dokunmak istiyorum, seni sevdiğimi, omegam olduğunu bilmelerini istiyorum. Ama ben sana sevgiyle yaklaştığımda, sen benden uzaklaşır, beni itersen… Seni sevmeye nasıl devam edebilirim, bilmiyorum.”
Boğazım yutkunamayacağım kadar düğümlendi, cevabını almaktan korksam bile sormak için cesaretimi topladım “Bu ne demek? B-beni sevmeye devam etmeyecek misin yani? Terk mi edeceksin?”
“Seni sevmekten başka yaptığım bir şey yok. Ama sen kaçarak terk ediyor gibi duruyorsun.”
“Kaçmıyorum. Tanrım… Çok aptalım, gönlünü bile alamıyorum.” derken iç çekerek hıçkırdım ve elimin tersiyle gözlerimin altını beceriksizce sildim “Jungkook, seni çok seviyorum. Seni gerçekten çok seviyorum, özür dilerim.”
Karşımda acı çekiyormuşçasına bir ifadeyle bana bakarken ne yapacağımı bilemeden ona yaklaşmak için birkaç adım atsam da ona dokunmamam için izin istediği aklıma gelince durdum. Sınırlarının keskinliği karşısında yapabileceğim tek şey şu an için sadece ona bakmaktı.
Bakışlarını yakaladığım an gözlerinde gördüğüm kırılmış bağ ile omegamın alfasına ulaşamadığı için içgüdüsel olarak hissettiği yalnızlıkla sarmalandım. Bu hissi nasıl tarif edebilirdim bilmiyorum, sanırım uzun zamandır sevişmelerimizde beni ısırdığından kaynaklıydı. Sanki aramızda güçlü bir bağ vardı, ona sesleniyordum ama cevabını alamıyordum ve bu sessizlik canımı yakıyordu. Omegam da güvenle sarıldığı o bağın kapalı oluşunu kaldıramıyordu.
Burnumu çekerek içli bir şekilde ağlamayı sürdürürken çaresizce, yeniden “Özür dilerim.” diyebildim ama bu kez sesim bir fısıltıdan, bir bekleyiş umudundan ibaretti. Ve artık ona bakarken gözlerim buğulanarak görüşümü kaybetmeye başlamıştım.
Bir süre odanın içine ağlamalarımın sesi doldu. Jungkook sessizce bekledi ve gözlerini üzerimden ayırmadı. Sonra yavaşça, tereddüt ederek bir adım attı, ardından bir adım daha ve sonda tam karşımda durdu, başını hafifçe yana eğdi..
Ne yapacağını bilmiyordum ya da bir şey söyleyecek mi hiçbir fikrim yoktu ama bir parçam hevesle beklemişti. Çünkü bakışlarındaki kırgınlık yumuşamış bir hüzne dönüşmeye başlamıştı.
Jungkook yavaşça elini kaldırdı, dokunmadan önce bir an duraksayıp tereddütünü belli edecek şekilde ufakça çekildi ama sonra yanağımın altına inen bir damlayı nazikçe silmek için parmak ucuyla temizledi.
Parmak uçlarının sıcaklığıyla rahatladığını hissettim ve dokunuşlarının nazikliği karşısında bir iç çektim. Hissettiği her şeyi biliyordum, kırgınlığı, yorgunluğu, sevgiye tutunma çabası ve bütün öfkesine rağmen şefkatli oluşunu… O an, alfamın parmak ucundan bana doğru aktarılan her şey bir dokunuştan fazlasıydı.
Jungkook “Ben de seni seviyorum,” dedi ve ben bu sevgiyi iliklerime kadar hissetmiş bir şekilde sesindeki kırıklığın getirdiği cümlesinin devamını dinledim “Ama bu kez sevgim canımı acıtıyor.”
Sevgim canımı acıtıyor.
O kadar gerçek, o kadar vurucu bir cümleydi ki…
Biriken yaşlarıma hakim olmaya çalışmak için gözlerimi kapattım, açtım. Bunu söylemenin onun için ne kadar zor olduğunu anlayabilmek için yerinde olmama gerek yoktu. Ben dünyanın en aptal omegasıydım.
Kendi iç hesaplaşmalarım ve onun kırıklarını sindirmek için ettiğim mücadele onun yüzümdeki temasının kesilip yanına düşmesiyle son buldu.
Jungkook hafifçe bir nefes alıp dudaklarını birbirine bastırdı ve kelimelerini toparlandığında “Biraz hava almam gerekiyor.” diyerek arkasını dönmek için yeltendi ama benim telaşla ona tutunmak için adımladığımı gördüğünde hızlıca ekleme yaptı “Parkta olacağım, biraz kafamı toplayıp sakinleşmem gerekiyor. Geri geleceğim omega, söz veriyorum. Tamam mı?”
Bu zamana kadar verdiği her sözü tutmuştu ve şimdi arkasını dönüp, ceketini bile almadan kapıdan çıkarken verdiği söze güvenim tamdı. Ancak her şekilde kapının açılıp kapanma sesiyle evin içindeki varlığının yok oluşu, o ana kadar güç olan bacaklarımın titremesine ve dayanamayarak yere çökmeme sebep oldu.
Ellerimle yüzümü kapattım, gözyaşlarım hıçkırıklarıma karıştı. Dakikalarca ağladım ve hatalarımla yüzleştim. Birbirimize her şeyi söyleyip sorunlarımızı konuşacağız demiştik ama bunu yapmayan, susan, hislerini paylaşmayan bendim.
Onu kaybetme ihtimali Suho’nun üzerimde bıraktığı her şeyden daha korkunçtu. Daha acı vericiydi. Geçmiş geçmişte kalmalıydı, Jungkook benim şimdimde ve geleceğimdeydi. Onun olmadığı bir gelecek fikri ise kesinlikle benim için hayal bile edemeyeceğim kabustan ibaretti.
Ağlamaktan kuruyan boğazımı umursamadan üzüntüme devam ederken ellerime sürtünen tüyler ve Kafein’in kısık miyavlamasıyla başımı kaldırdım. Küçük kedimiz bacaklarıma sürtünüp elimi kokladı ve minik adımlarla kucağıma çıktı, burnunu yanağıma sürterek bu kez de yüzüme sürtündü.
Beni anladığını hissettim, yanımda olduğunu ve bir şekilde bazı şeyleri anlamam için bana gözlerini dilip baktığını. Belki de kendi düşüncelerimi uygulamaya cesaretim olmadığı için ondan güç almam gerekiyordu.
Minik başını okşayarak ona “Yine gelecek ama… Keşke gitmesine izin vermeseydim.” diye fısıldayıp dolu gözlerimle baktım “Ama hala gidebilirim değil mi?”
Kafein başını her okşamak için parmaklarımı oynattığımda gözlerini kısarak çenesini kaldırdı ve gırlamaya başladı.
“Hala yanına gidip onu her şeyden çok sevdiğimi ve aşkıma sonuna kadar sahip çıkacağımı söyleyebilirim… Hm, sence gideyim mi?”
Parmak uçlarımı çenesine sürttüğüm anda Kafein kucağımdan kalktı ve koşturarak benden uzaklaştı. Bunun kalkmam ve yanına gitmem için bir işaret olduğunu düşünerek elimin tersiyle yüzümü sildim ayağa kalktım.
Hala üzgündüm, hala kalbim göğsüme ağır geliyordu ama toparlanmak zorundaydım. Bu sefer sorumluluğu alan ve bu işi düzelten kişi ben olmalıydım.
Bu yüzden hızlıca evden çıktım, merdivenleri koştururken birkaç kez daha gözyaşıyla ıslanan yüzümü silip yan sokaktaki parka doğru yürüdüm. Sonra cesaret dolu bir şekilde köşeyi döndüm.
Ve onu gördüğüm an görünmez bir duvara çarpmış gibi durdum.
Jungkook evlerindeki albüme bakarken gördüğüm eski köpeğinin cinsinde bir dobermanın başını okşuyor, hafif bir gülümsemeyle bir şeyler söylüyordu. Gülümsemesi yumuşaktı, sevgi dolu ve her zamanki gibi de sıcak. Hemen ayakta ise köpeğinin tasmasını tutan ve kulağının arkasına sıkıştırdığı bir pembe çiçekle Jungkook’a gülümseyen Haein…
Midemden yukarıya keskin bir boşluk yükseldi.
Gözlerimi Haein’in kulağına sıkıştırılmış çiçekten alamadım. Gördüğü her çiçeği bana benziyor diye getiren bir alfaydı Jungkook, hep böyle şımartırdı beni ve bazen de kulağımın arkasına iliştirirdi. Şimdi, o omeganın kulağının üzerinde çiçek görmek kalbimi ağrıttı.
Ve o anda da yeni bir gerçekle yüzleşmemi sağlayan cümle kulaklarımda çınladı.
Ruh eşleri, doğduktan sonra en az bir kere karşılaşırlar.
Günlerdir tesadüf gibi gözüken o karşılaşmalar, Haein’in her yerde belirivermesi, Jungkook’un dikkatinden kaçmaması...
Her şeyi bir yapboz gibi birleştirdim.
Ya oysa, diye düşündüm.
Ya Haein’le ruh eşiyse?
Ya bütün bu karşılaşmalar şans değil de ruh eşlerinin buluşmasıysa?
Ve ben sadece bu hikayeye fazlalıksam?
Nefes almaya çalıştım ama boğazımın içi sanki cam kırıklarıyla dolup taştı. Dizlerim titredi ve ayakta durmak zorlaştı, nefes alışlarım bile ağırlaştı. Ne yapmam ve ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Omegam bile, sanki böyle olacağını, buna benim sebep olacağını bildiği için kaybolmuştu ortalıktan.
İşte o an, geçen günlerde ansızın beliren ve sahip olmayı hayal ettiğim geleceğin aslında bana ait olmadığını kabullenmekten başka çaremin kalmadığını fark ettim.
***